Türk
tarihi, Büyük Göçler ve göçleri ortaya çıkaran nedenler
bilinmeden; dünya tarihi ise, bu göçlerin başka toplumlara yaptığı etki ve
yarattığı sonuçlar anlaşılmadan kavranamaz. Yedi bin yıl süren göç’ler Türk toplumunun özyapısına
(karakterine) biçim vermiş ve bugün de yaşamakta olan, belli ki daha da
yaşayacak olan birçok toplumsal özelliğe kaynaklık etmiştir. Yokolmamak için
örgütlü, güçlü ve bilgili olmayı gerektiren göç eylemi; Türk toplumunu,
geçmişine önem veren, paylaşımcı, dayanışmacı ve yenilikçi bir toplum
yapmıştır. Durağanlığı, tutuculuğu ve uyuşukluğu sevmeyen; her zaman devingen
ve atak, öğrenmeye ve bilime önem veren, doğayı ve insanı esas alan Türkler; bu
nitelikleri büyük oranda, binlerce yıl süren göç eylemi nedeniyle
kazanmıştır.
Tarih Dönemi
Tarım
ve madencilik bulunana dek, toplayıcılık ve arkasından gelen hayvancılık
dönemleri, aynı zamanda göçebe yaşam biçiminin geçerli olduğu
dönemlerdir. Dünyadaki tüm toplumlar bu dönemi, değişik zamanlarda ve
biçimlerde yaşadılar. Tarım ve madenciliğin bulunmasıyla, yerleşik yaşam’a geçildi; o günden sonra göçebe
ve yerleşik yaşam biçimleri, varlıklarını binlerce yıl birlikte
sürdürdüler.
Türkler
göç, göçebelik ve göçerliği, kendine özgü koşullar ve
özelliklerle, yoğun biçimde ve çok uzun süreler birlikte yaşadılar.
Hayvancılığın geçerli olduğu göçebelik, bu dönemden geçen tüm toplumlar
tarafından yaşanmıştı ancak Orta Asya’da yaşananlar hem süre, hem nitelik ve hem de taşıdığı özellikler
bakımından farklıdır. Özellikle Büyük Göçlerin, başka toplumlarda görülmeyen bir özgünlüğü vardır. Çok yönlü,
geniş kapsamlı ve çok etkili bir girişim olan bu eylem, yalnızca Türk tarihine
değil dünya tarihine de yön ve biçim vermiştir.
Büyük Türk Göçleri
Büyük
Göçler; nüfus, iklim ve doğa
koşullarının değişmesi nedeniyle, yeni yaşam alanları bulmak için; yerleşik ve göçebe, toplumun
tümünün katıldığı, zorunlu olarak girişilen olağanüstü bir eylemdir. Büyük
Göçler’le göçebe’liği birbirine karıştırmamak gerekir. Göçebelik,
her toplumda geçilmiş dönemsel bir yaşam biçimidir. Büyük Göç’ler çok ayrımlı bir iştir. Göçerlik
ise, yerleşik yaşama geçen göçebelerin, belirli aylarda yinelenen mevsimsel
devinimlerdir.
Çin’e,
Hindistan’a ya da Batıya yönelen Büyük Göçler, toplumun tümünün
katıldığı bir eylem olduğu için: taşınabilir tüm malların yanında, insan unsuru
olarak her meslekten insanı da kapsıyordu. Daha önce yerleşik yaşama
geçmiş olan tarımcı, madenci, zanaatçı, yazıcı, bilim adamı, din görevlisi ve
bunların oluşturduğu kültür; Büyük Göçler’le çok uzak yörelere taşınıyordu.
Ayrıca,
binlerce yıl süren bu göçler çoğu kez, daha önce göçüp yerleşmiş olanları da,
eğer göç yollarına denk geliyorsa sürüklüyor ve içine alarak
götürüyordu. Büyük Göçler bir milletin, yeni topraklara kendi
uygarlığıyla birlikte taşınmasıydı.
Göç
edenler, yurt tuttukları yerlere getirdikleri kültürle, insansız bölgelerde tek
başlarına, yerleşik yerlerde ise yerel uygarlıklarla kaynaşarak daha ileri
uygarlıkların oluşmasına neden oldular. Kimi yerde yerel uygarlıklar içinde eriyip
kimliklerini yitirdiler, kimi yerde onları kendi içinde eritip Türkleştirdiler.
Ancak her iki tür gelişmede de tarım ve hayvancılık merkezli ikili yaşam
biçimi, varlığını uzun süre korudu; sonuçta, geniş bir coğrafya alanı, Türkleşti,
Türkler buralarda yerel halk durumuna geldiler.
Türkler’i
“çadır ve attan başka bir şeyi olmayan göçebe çobanlar” diye tanımlayan
Batı’nın kimi tarihçileri, geniş bölgelerde sağlanan egemenliği, yalnızca fetih
ve savaşçılık’la açıkladılar.
Oysa, savaş ve silah üstünlüğü için başlıbaşına gelişkin bir
uygarlığın gerekli olması bir yana bırakılsa bile, geri bir uygarlığın daha
ileri bir uygarlığı şiddete
dayanarak eritebilmesinin
tarihte görülmüş bir örneği yoktu. Türkler’in sayılarının azlığına karşın,
üstelik zora dayalı özümlemeye
(asimilasyona)
başvurmadan, başka kültürleri içinde eritebilmesinin (ve doğaldır
ki erimesinin), kültürel düzey ayrımlılıklarından başka bir açıklaması
olamaz.
Anadolu’nun Türkleşmesi
M.S.11.yüzyıldaki son büyük Türk
göçünde o dönemde 8 milyon
insanın yaşadığı düşünülen Anadolu’ya gelen göçmen sayısını; Claude Cohen
200-300 bin, Prof.İbrahim Kafeslioğlu ise 550-600’den fazla
olamayacağını ileri sürmüştür. 1 Bu denli az bir nüfusla Anadolu’nun
tümünü Türkleştirmek, elbette salt fetih ya da savaşçılık’la açıklanamaz.
Anadolu’ya 1071’de gelenler
getirdikleri kültürü, buraya daha önce göçen Türkler’in koruyup geliştirdikleri
ortak kültürle bütünleştirdiler ve bu kültür üzerinde, ileri bir yönetim düzeni
kurdular. Güce değil özgür seçime dayanan Türkleşmeyi, Anadolu’da
bu yönetim aracılığıyla sağladılar.
1071, Göçler’in son noktasıydı
ancak Anadolu’nun Türkleşmesi, tarih kadar eski bir olaydı.
Tarihçi Mükrimin Halil Yınan’a göre Anadolu’daki Türk varlığı, son göçlerden çok daha geriye gidiyor ve “Hitit
dönemi nüfusunun yanı sıra Anadolu’da çok daha önceden yerleşmiş olan Türk
boyları bulunuyordu...” 2
Doğan Avcıoğlu’na göre, Bulgar Türkleri M.S.530’da
Fırat-Trabzon bölgesine; Avar Türkleri M.S.557’de Doğu Anadolu’ya
ve sınır bölgelerine, Bizans İmparatorlarının onayıyla yerleşmişlerdi. Hazarlar,
Fergana Türkleri, Peçenekler; 1071’den önce Anadolu’ya yerleşen Türk
boylarıydı. 3 Prof.Mustafa Akdağ, Bizans’ın elinde olduğu
dönemlerde Türkmenler’in Anadolu’ya girdiğini, “yaylalardan yararlanıp
Bizans kentleriyle ticaret yaptığını” ve bu “kentlere yerleştiğini”
söylemektedir. 4
Nitelik
Büyük
Göçler gelir amacıyla yapılan fetih
ve yağma eylemleri değil, millet varlığını korumak ve yaşamını bu varlık
içinde sürdürebilmek için, yapılmak zorunda kalınan bir yurt edinme eylemidir.
Amacı gereği barışçı ve insancıl, niteliği gereği savaşçı ve korumacıdır.
Göç
boyunca ve yerleştiği yerlerde; yerel unsurlarla birlikte yaşamayı bilmiş,
kendisiyle birlikte olanların da güvenliğini sağlamış ve onların gelişmelerine
ortam hazırlamıştı. Büyük Türk göçleri, kapsam ve nitelik olarak, Amerika’ya
yönelen ve yerel halkı kültürleriyle birlikte yok eden Avrupa göçlerinden çok başka
bir eylemdir.
Yerleşikler, Göçerler, Göçebeler
Kentlerde
yaşayan yerleşik Türkler’e, Orta
Asya’da sart adı
verilirdi. Ticaret, zanaat, dokumacılık ve maden işlemeciliğiyle varsıllaşan sartlar;
eğitimden sanata, bilimden bilgeliğe, bürokrasiden mimarlığa dek birçok alanda
uzmanlaşmışlar ve gelişkin bir kent yaşamı gerçekleştirmişlerdi.
Sartlardan başka, kasaba ve köylerde yaşayan ve tarım,
dokumacılık ve hayvancılıkla uğraşan yerleşik ya da yarı yerleşik
göçerler vardı. Bu kesim, göçebelikle yerleşikliğe geçişin ve kentleşmeye
yönelişin geçiş noktasıydı. Bir başka kesim ise, yerleşik yaşamları olmayan ve
sürekli yer değiştiren göçebelerdi.
Başlangıçta
nüfusun çoğunluğunu oluştururken, süreç içinde sayı ve güçleri azalan göçebeler,
doğal olarak hayvancılıkla uğraşır, yerleşiklerle mal değiş tokuşu yapar
ve zorunlu kaldıkları kimi durumlarda onların mallarına el koyarlardı.
Karşılıklı gereksinimler nedeniyle birlikte yaşanır ancak bu birliktelik, hemen
her toplumda yaşanmış olan kır–kent çelişkisinin kendine özgü izlerini
taşırdı. Yerleşikler, göçebeleri, göçebeler de yerleşikleri
hor görür, birbirlerini aşağılardı. Göçebelerin büyük bölümü, yerleşiklerin
Müslüman olmasından sonra bu dini kendi yaşam özelliklerine uyarlıyarak kabul
ettiler; bunlara Göçebe İslam Türkler (Türkmenler) denildi. Öbür
bölümü ise şaman kalarak Göçebe Şaman Türkler (Uzlar) adını aldılar.
Yerleşik-Göçebe Çelişkisi
Yerleşik Türkler, göçebe Türkleri (Türkmenler’i) “İslam
ve uygarlığa düşman dağlılar” olarak görüp aşağılarken; Türkmenler de
yerleşikler’i “tembel,
oturak, yatuk” diyerek küçümsediler ve onlar için kullandıkları Sard
sözcüğünü “sarı it-sarı köpek” anlamında kullandılar. 5
Evrensel
boyutu olan kırkent çelişkisinin Türkler’e özgü biçimi olan bu karşıtlık, çok
uzun süren ve acılarla dolu çatışmalardan geçerek, Türk kültürüne önemli
zararlar verdi ve günümüze dek sürdü.
Yerleşiklerin önemli bir bölümü, 20.yüzyılın başına, Cumhuriyet’in
kuruluşuna dek; dil ve tarih bilincinin gelişmesine gereken duyarlılığı
göstermediler ve Arapça-Farsça karışımı bir dil kullandılar. Kendilerini Türk
saymadılar. Saymamakla da kalmayıp, Türkçe’yi ve Türk geleneklerini yaşatmak
isteyen Türkmenler üzerinde ağır bir baskı kurdular; Türklüğe Araplar’ın ve
Bizans’ın aşağılayıcı yaklaşımıyla baktılar. 6
Rus
Doğubilimci ve Türkoloğu Vasili Barthold, Türk yerleşikleri için
şu saptamayı yapmıştır: “Orta Asya yerleşikleri, kendilerini önce Müslüman,
daha sonra belli bir kent ya da bölgenin insanı olarak görürler. Gözlerinde,
etnik kavramların hemen hiçbir değeri yoktur”. 7
Göçlerin Nedeni
Orta
Asya’da; kuraklık ve iklim değişikliği
nedeniyle, tarım ve hayvancılık yapılamaz, nüfus beslenemez hale geldiğinde;
göç zorunluluğu ortaya çıkar ve göçebe kavimler, önlerine kentli ya da köylü yerleşikleri katarak, yeni yerlere giderlerdi.
Belirli aralarla yinelenerek binlerce yıl süren bu eylem, yerleşikler
üzerinde zorlayıcı bir baskı oluşturur ve gönüllü olsun ya da olmasın onları da
içine alırdı. Göçenler, gittikleri yerlerde tutunabilmek için, yerleşiklerin, kültür ve sanatına gereksinimleri
olduğunu bilir; bilgiye ve üretim tekniklerine sahip bu insanları, kendi
kültürlerini tamamlamak üzere birlikte götürürlerdi. Askeri güçleri ve
örgütlenme yetenekleri bu olanağı onlara veriyordu.
Girişimin
tarihi ilgilendiren yanı; yaratılmış olan bir uygarlığın kendi iç unsuru
tarafından (göçmenler) yıkılırken; yıkıcıların yıktıklarıyla birlikte bir başka yerde, başka insanlarla
kaynaşarak daha ileri uygarlıklar kurmalarıydı. Bu eylemi, insanlık tarihi
açısından inceleyen Avusturyalı tarihçi Osvald Menghin, göçebe
Türkler’in uygarlık gelişimine yaptığı katkı konusunda şunları söylemiştir: “Ural-Altay
kavimlerinin dünya tarihine etkisi kesin olan iki önemli katkısı olmuştur;
ekonomik değeri olan hayvancılığı geliştirme ve sosyal yaşamda olağanüstü
devlet kurma yeteneği... Çalışkan fakat devlet kurmada yetersiz çiftçi kavimlerin
yaşadığı büyük şehirler çevresindeki yüksek kültürler, ancak savaşkan çoban
kavimlerin akınları sayesinde oluşabilmiştir. Dünyanın değişik yerlerinde,
nerede güçlü ve sürekli bir devlet kurulmuşsa, orada muhakkak hayvan yetiştiren
unsurlar vardır. Bunların kökü araştırılırsa sonuçta, Ural-Altaylı kavimlerin
etkisiyle karşılaşılır”. 8
M.S.11.
ve 14.yüzyıllar arasındaki son göç dalgası, Osvald Menghin’in
görüşlerini kanıtlayan bir örnektir. Bu göçlerle, Selçuklu ve Osmanlı
İmparatorlukları ortaya çıkmıştır. Prof.Fuat Köprülü, Osmanlı
İmparatorluğu’nun kuruluşunu ele alan ve aynı adı taşıyan yapıtında Anadolu’ya
yönelen son Türk göçlerinden, bu göçlerdeki göçebe-yerleşik
birlikteliğinden söz eder.
Köprülü’nün son göçler için yaptığı değerlendirmeler, gerçekte
tüm göçlerin ortak özelliğini ortaya koyar ve şöyledir: “Horasanda Büyük
Selçuklu saltanatının kurulmasıyla başlayan büyük göçün Anadolu’ya getirdiği
unsurlar, yalnız göçebe unsurlar değildi. Anadolu’ya gelen Türkler arasında,
Orta Asya’da çok eski zamanlardan beri köy yaşamına, hatta kent yaşamına geçmiş
her çeşit halk vardı. Bunlar yeni geldikleri yerlerde aynı yaşam koşullarını
sürdürüyor: köylüler derhal köy kurarak tarımsal üretime başlıyor, kentliler
ise kentlere yerleşiyordu”. 9
Özgürlük Anlayışının Dünyaya Yayılması
Türk
tarihi, Büyük Göçler ve göçleri ortaya çıkaran nedenler
bilinmeden; dünya tarihi ise, bu göçlerin başka toplumlara yaptığı etki ve
yarattığı sonuçlar anlaşılmadan kavranamaz. Yedi bin yıl süren göç’ler Türk toplumunun özyapısına
(karakterine) biçim vermiş ve bugün de yaşamakta olan, belli ki daha da
yaşayacak olan birçok toplumsal özelliğe kaynaklık etmiştir. Yokolmamak için
örgütlü, güçlü ve bilgili olmayı gerektiren göç eylemi; Türk toplumunu,
geçmişine önem veren, paylaşımcı, dayanışmacı ve yenilikçi bir toplum
yapmıştır.
Durağanlığı,
tutuculuğu ve uyuşukluğu sevmeyen; her zaman devingen ve atak, öğrenmeye ve
bilime önem veren, doğayı ve insanı esas alan Türkler; bu nitelikleri büyük
oranda, binlerce yıl süren göç eylemi nedeniyle kazanmıştır.
Orta
Asya’da yaşam koşullarının bozulması nedeniyle daha iyi bir yaşam için,
koşulları elverişli yeni yerler bulunmalı ve göç edilmeliydi. Güney ya da Batı
ya da nerede varsa; sulak, ılıman, bereketli topraklar bulunmalı ve buraları yurt
yapılmalıydı. Yeni yurda sağlamca yerleşilmeli ve bir daha göç etmek zorunda
kalınmaması için bu yurt ne pahasına olursa olsun korunmalı, bunun için de
örgütlü ve güçlü olunmalıydı. Bu yaklaşım, Türkler’in neredeyse genlerine
işleyen “kutsal bir milli ülkü halini almıştı”. 10
Zorunluluklara dayanan bu “ülkü” onlara; Çin’den Mısır’a, Hindistan’dan
Avrupa’ya dek çok geniş alanlarda, devletler kurdurdu; kültürünü bu alanlara
yaydırttı; Türkler’in, dünya tarihi içinde, hiçbir kavmin yapamadığı kadar uzun
ve etkili yer almasını sağladı.
Kendi Gücüne Dayanma
Bozkır
yaşamının bilgi, bilinç ve ilgi gerektiren ağır koşulları, işleri başkalarına
yaptırmaya, yani insan çalıştırmaya bırakılmayacak kadar önemli kılıyordu.
Başka toplumlarda, özellikle Batı’da, toplumsal yaşamı sürdürmek için gerekli
olan insan gücü büyük oranda; baskı altına alınmış, zayıf ve niteliksiz
kişilerin çalıştırılmasıyla karşılanıyordu.
Asalak
ve yerleşik köylü kültürünün doğal sonucu olan bu durum, toplumu ve insanı
kendine yabancılaştıran bir baskı ortamı oluşturuyor; yalnızca çalışanlar
değil, onlara bağımlı olan çalıştıranlar da özgür olamıyordu.
Ekonomik
olarak hayvan yetiştiriciliğine, çobanlığa dayanan bozkır kültüründe ise,
işgücü gereksinimi insanların kendi çalışmaları tarafından karşılanıyor; bu da
kişisel ve toplumsal özgürlüğün öne çıkmasına neden oluyordu.
Slav
kavimlerinde, Mısır’da ya da Çin’de enselerine boyunduruk vurularak
çalıştırılan köleler; Hindistan’da paryalar, eski Yunan’da Aristotales’in
“ehli hayvan ve canlı alet” dediği doğrudan mülk sayılan insanlar,
Roma’nın ünlü köleleri; göçebe Türk toplumlarında bulunmuyordu, bulunmasına
gerek yoktu.
Şiddet’in
sürekli kılınıp kurumsallaştırılmasına kaynaklık eden büyük toprak sahipliği,
iç baskı aracı olarak paralı askerlik ve ruhani egemenlik, bozkır kültüründe
yer almıyordu. Toprak köleliğine (servage) gereksinim yoktu, herkes
kendi işini kendi yapıyordu. Paralı askerlik söz konusu olamazdı, toplumun
hemen tümü ücretsiz bir “orduydu”. Ruhani önderliğe gerek yoktu,
toplumun hemen tüm bireyleri (savaşabilen herkes) karar süreçlerine
katılabiliyordu.
Sosyalist
bir düşünür olan Dr.Hikmet Kıvılcımlı Türk tarihinden söz ederken,
göçebe savaşçıların barbarlığını kabul eder ancak bu barbarlığa
üstün nitelikler yükleyerek onu yüceltir. Kıvılcımlı’ya göre; “Barbar
olan alpler ve gaziler yerleşik uygarlardan üstündür.
Bunlar; yüksek ahlaklı, ülkücü, yiğit, eşitlikçi ve paylaşmacı insanlardır; bu
özellikler, içinde bulundukları üretim ilişkilerinin bir sonucudur. Barbar,
ilkel de kalsa toplumcu bir kamu düzeninin çocuğudur. Eşitsizlik bilmez. Bu
nedenle o korku ve yalan bilmeyen ülkücü bir yiğittir. Bu yiğitlerden
oluşan toplum, ne denli az kalabalık olursa olsun, tüm üyeleriyle tek bir vücut
gibi düşünüp davrandıkları için yok edilemez. Uygarlık insanları ise, ne
denli çokluk olurlarsa olsunlar, içlerine kurt düşmüş kuru kalabalıklardır;
barbar alplere karşı direnmeleri mümkün değildir. Alp’ler ve gaziler
tarihcil devrim yaparlar. Yüksek ahlaklı gazi Türkler, Anadolu’da özel
mülkiyeti kaldırıp adaletçi bir düzen kurmuşlardır. Türk, bir ordu-ulus olarak,
sellerin kara parçalarını sardığı gibi ülkelere yayılmıştır. Ordu-ulus; korku,
yalan bilmeyen, eşit ve özgür kan kardeşleri örgütünün bir örneğidir”. 11
Tarihçi
Jean-Paul Roux’un bozkır insanının özellikleri konusundaki yargıları,
bir ölçüde Hikmet Kıvılcımlı’nın görüşleriyle örtüşür. Roux’un
görüşleri şöyledir: “Yaşam biçimi özgürlük olan göçebe, baskı tanımaz bir
ruha sahiptir. Hiçbir otoriteyi kabul etmez ancak kendi toplumu içinden çıkan bir
şefi tanıyıp onu kabul ettiğinde, hiç zorluk çıkarmadan en sıkı disipline boyun
eğer. Dünyada hiçbir insanın olamayacağı kadar öndere sadıktır. Ona saygı duyar
ve asla ihanet etmez”. 12
Friedrich
Engels, “Devletin, Ailenin ve Özel
Mülkiyet’in Kökeni” kitabında; askerî demokrasi olarak tanımladığı
göçebe Türk toplumlarını, “despotik devlet biçiminin prototipi” olarak
gördüğü Osmanlı devlet yapılanmasından ayırır ve şu saptamayı yapar; “(Orta
Asya toplumlarında y.n.) herkes kendi silahına sahip savaşçı olduğu için,
boy üyelerinin eşit söz sahibi bulunduğu, ‘daha demokratik daha eşitlikçi’
bağımsız topluluklar ortaya çıkar...” 13
DİPNOTLAR
1
“Türklerin Tarihi” D.Avcıoğlu, 1.Cilt, Tekin Yay., 1995, sf.45
2
a.g.e. sf.142
3
a.g.e. sf.142
4
“Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi” Prof. Mustafa Akdağ, Cem
Yay., 1.Cilt, 1995, sf.344
5
Çınaraltı Dergisi, Sayı 35, ak. a.g.e. sf.23
6
“Türklerin Tarihi” D.Avcıoğlu, 1.Cilt, Tekin Yay., 1995, sf.123
7
“Encyclopédie de I’İslam”, Cilt 4, sf.182, ak. D.Avcıoğlu, “Türklerin
Tarihi” 1.Cilt, Tekin Yay., 1995, sf.123
8 “Archelogiai Ertesitö” Osvald Manghin 1928, sf.35–38, ak.Laszlo Rasonyı “Tarihte
Türklük” Türk.Kül.Araş.Ens.Yay. 1988, sf.4
9
“Osmanlı İmparatorlu’nun Kuruluşu” Prof.M.Fuat Köprülü, Ötüken Yay., 1981,
sf.100
10
“Türk Tarihinin Ana Hatları” Kaynak Yay., 2.Bas.1996, sf.332
11
“Hikmet Kıvılçımın Tarih Tezi” Murat Belge Birikim Der., Sayı 4; ak.
D.Avcıoğlu, “Türklerin Tarihi” 1.Cilt, sf.102
12
“Orta Asya” Jean–Poul Roux, Kabalcı Yay., 2001, sf.39
13
“Türklerin Tarihi” D.Avcıoğlu, Tekin Yay., 1995, 1.Cilt, sf.103
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder