Türk ordusu,
6 Ekim 1923 günü törenle İstanbul’a girdi. İşgalciler, İstanbul’da elkoydukları
silah ve donanımı, 1 Ekim 1923 günü Tümgeneral Selahattin Adil’e teslim
etmiş; 2 Ekim’de, son birliklerini gemilere bindirdirerek ülkeyi terk etmişti. Birkaç
yıl öncesinde düşlere bile giremeyen ve Anadolu’daki halk savaşıyla sağlanan bu
başarı, Türk ulusu için kuşkusuz büyük bir olaydı. Ancak, bu olayın İstanbul
için, kurtuluşun ötesinde tarihsel ve kültürel bir boyutu vardı. İstanbul,
çürüyen bir düzenin başkentiydi ve yüzlerce yıl süren bozulmaların birikimini
taşıyordu; yozlaşma ve yabancılaşmanın merkezi olmuştu. Askeri kurtuluştan
sonra kültürel kurtuluşunu da sağlayarak, ulusal istencin merkezi olan
Ankara’yla bütünleşecek miydi?
İşgal İstanbul’u
Mustafa Kemal 13 Kasım 1918’de İstanbul’a geldi. Çanakkale’de başlayan
Suriye’de biten 4 yıllık kanlı bir savaşın içinden geliyordu. Haydarpaşa’dan
çıkıp karşıya geçmek için merdivenlerden denize doğru inerken aynı anda; 22
İngiliz, 12 Fransız, 17 İtalyan, 4 Yunan gemisi ve 6 denizaltıdan oluşan 61
parçalık işgal donanması Boğaz’a giriyordu. Kıyılar arası geçiş, yasaklanmıştı.
Kendisini karşılamaya gelen Dr.Rasim Ferit (Talay) ve Yaveri Cevat
Abbas (Gürer) ile birlikte, yabancı gemilerin Boğaz’a yerleşmesini üzüntü
içinde izledi. Çanakkale’den çatışmayla geçemeyenler, sinir bozucu rastlantı
ya da acı veren bir yazgı gibi, onunla aynı gün ve aynı saatte
İstanbul’a geliyor ve bu büyük gücü Çanakkale’de durduran komutan üç yıl sonra,
dirençsiz ve çatışmasız bir ele geçirmeyi izlemek zorunda kalıyordu.
Üzüntüsünü, “Hata ettim, İstanbul’a gelmemeliydim, bir an önce Anadolu’ya
dönmenin çaresine bakmalı” sözleriyle dile getirecektir.1
İstanbul, bıraktığı gibi değildir. Bu büyük ve “büyüleyici”
kent, işgal donanmasının Boğaz’a girmesiyle birlikte parçalara ayrılmış, “İstanbul
artık bir değil birkaç İstanbul”2
olmuştu, Rumlar, Ermeniler ve Levantenler Avrupa yakasının sahil
şeridini doldurmuş, coşkulu gösteriler yapmakta ve sokaklar sevinç
bağrışlarıyla yankılanmaktadır.3 Beyoğlu ya da Şişli’de kökü
devşirmelere dayanan işbirlikçiler, yeni duruma uyum göstermenin hesaplarını yapmaktadır.
Müslüman Türk mahallelerinde ise, gerçek bir keder, hüzünlü bir kaygı vardır.
Savaşın çilesini çeken erkeksiz kalmış yoksul evler, askersiz kışlalar ve boş
pazarlarıyla Üsküdar, Beyazıt ya da Eyüp, sanki bir başka ülkenin kentiymiş
gibi, “bir ölüm sessizliği” içindedir.
Küçük buharlı bir
tekneyle, dev boyutlu düşman zırhlıları arasından karşıya geçerken, içinde
bulunduğu olanaksızlıklara ve görünürdeki büyük güç eşitsizliğine hiç aldırış
etmeden, inançlı bir kararlılıkla ünlü sözünü söyler: “Geldikleri gibi
giderler”.4
Çürümüşlük ve İhanet
İşgal İstanbul’u; ihanetle direnişin, erdemle
onursuzluğun, sefaletle sefahatın iç içe yaşandığı ve çürümüş bir
düzenin tüm hastalıklarıyla birlikte çökmekte olan bir başkenttir. İşgalcilerle
birlik olmak için her şeylerini vermeye hazır işbirlikçiler, türedi zenginler, modern
hayat yaşıyorum zanneden düşkün kadınlar, ahlaksız ilişkiler ve kumar,
İstanbul’un Avrupalı yüzüdür. Nişantaşı’nın işbilir dönmeleri, Galata
Ermenileri, Kurtuluş’un saldırgan Rumları ve Yahudi oligarşisi5,
işgalcilerle bütünleşerek İstanbul’a adeta el koymuştur.
Fener Rum
Patrikhanesi’nin papazları, Yunanistan’a bağlı, kararlı Rum milliyetçileri
olarak çalışmaktadır. Devrim’den kaçan parasız Rus soyluları, Çarlık ordusunun
generalleri, dükler ve düşesler; bu düşkün yaşamın davetsiz konuklarıdır.
İngilizler ve kendilerine polis adını veren Hıristiyanlar, kent içinde ve
yazlıklarda, Türk aileleri evlerinden kovmakta, dilediğini buralara yerleştirmektedir.6
İngiliz Ordusu’nda istihbarat subaylığı yapan H.C.Armstrong, İşgal İstanbulu’nu
öyle tanımlıyordu; “İstanbul kenti bir yara. Burada soylu düşünceler ve
ülküler yok. Burası, kirli sokaklarda yaşayan bayağı insanların kenti. Burası
entrikanın, hile ve rezaletin korkaklık karargahı. Hain erkekler ve namussuz
kadınlar kenti” dir.7
Satılmışlar
İşgalciler, her kesimden birçok insanı satın almıştır. Damat
Ferit ve kimi hükümet üyeleri, “satın alınan kimselerin oluşturduğu uzun
listenin başında” bulunmaktadır. “Bilgisiz Padişah, İngilizler’in sadık
adamı olmayı kabullenmiştir”.8
İngiliz Severler Derneği’nin kurucularından İmam-Hatip Sait Molla, İngiliz Yüksek
Komiserliği’nden emir almaktadır.9 Yunanistan yanlısı yaymaca yapan
gazeteciler, millicilere saldırırken aynı yerden yönlendirilmektedir.10
Damat Ferit aracılığıyla, İstanbul gazetelerinin dörtte üçü,
İngilizlerden para almaktadır.11 Bunlar, Mondros Mütareke’sini, Türkiye’nin kurtuluş antlaşması
olarak ve bir bayram havasıyla sunuyor ve halkın ulusal direnç gücünü kırmaya
çalışıyordu. Ünlü mütareke basını tanımı, Türk diline bu tutumu anlatmak
için girmişti. İşbirlikçilerin dilinde, Türkler’de milli duygu yaratma
çabaları, adam öldürmeyle bir tutulan bir suç durumuna gelmişti. Maarif Nazırlığı,
okul kitaplarından Türk sözcüğünü çıkarmış, millici öğretim üyeleri
üniversiteden atılmıştı.12
Müslüman Türk İstanbul
1918’de, bir başka İstanbul daha vardı. Bu, acı ve
yoksulluk içindeki Müslüman Türk İstanbul’u. Beşiktaş’tan Eyüb’e, Üsküdar’dan
Beykoz’a uzanan bu İstanbul, sessizliğe bürünmüş, kan ağlamaktadır.
1911’den beri aralıksız süren savaşlar onu yiyip bitirmiştir...
Başkentliğini yaptığı ülkenin yalnızca Dünya Savaşı’nda; 654 bin genç insanı
şehit olmuş, 891 bini sakat, 2 milyon 167 bini yaralı olmak üzere 3 milyon 58
bini iş göremez duruma gelmiştir.13 Ülkede sanki “yalnızca
kadınlar, yaşlılar ve 16 yaşından küçük çocuklar kalmıştı”.14
Bu büyük yıkımdan,
İstanbul’un Türk mahalleleri de payına düşeni almıştı. Erkeksiz kalan
evler, açlık ve yoksulluk içindeydi. Evlere düzenli gelir
girmiyordu. Dışarda çalışmaya alışık olmayan kadınlar, aileyi ayakta tutmak
için, çarşaflarını giyip, kendilerine yapabilecekleri bir iş arıyordu.
Beşyüz yıllık Müslüman Türk kimliğinin dayandığı gelenekler, yerine bir şey
konmadan hızlı bir çözülme sürecine girmişti. “Analar çökmüş, sandıklar
kilerler boşalmıştı. Kızlar, kardeşler ağır yaşam koşulları altında bunalarak
tanınmayacak duruma gelmişti”.15‘Şişli’,
düzenli ve giderek artan biçimde, “genç kızları yutuyor, evler, konaklar,
kuyumcu takıları, para eden herşey tefecilere rehin bırakılıyordu”.16
Milliciler Asılıyor
Atina Bankası, Fener Rum Patrikhanesi aracılığıyla, Türk
mülkü satın alacaklara, faizsiz borç para vermektedir. Türkçülük ve
Türkçüler politikaya hiç karışmasalar bile, işgalciler için, baskı altında
tutulması gereken gizil (potansiyel) suçlulardır. Tutuklanmış olan Ziya
Gökalp’in asılacağından söz edilmektedir.
Boğazlayan (Yozgat) Kaymakamı Kemal Bey, işgalcileri memnun
etmek için, “Ermeni tehciri sırasında hatalı olduğu” gerekçesiyle 8
Nisan 1919’da göstermelik bir yargılanmayla idam cezasına çarptırıldı. Ceza,
iki gün sonra 10 Nisan’da uygulandı. Talat Paşa’nın “vatanı için onun
kadar yararlı (nafî) bir kimse daha yoktur” dediği Kemal Bey, idam
edilirken Türk milletine şöyle seslendi: “Yurttaşlarım, yemin ederim ki
hiçbir suçum yoktur. Son sözüm bugün de budur, ahirette de budur. İşgalci
devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer adalet buna diyorlarsa, kahrolsun
adalet. Çocuklarımı, soylu Türk milletine emanet ediyorum. Borcum var servetim
yok. Üç çocuğumu millet yolunda yetim bırakıyorum. Yaşasın millet...”17
Reşit Bey
‘Mahkeme’, aynı suçtan, Jandarma Komutanı Binbaşı Tevfik Bey’i
15 yıla mahkum etti. Eski Sivas Valisi Dr.Reşit Bey, hakkında tutuklama
kararı çıkardı. Reşit Bey, sıkıştırıldığı “Beşiktaş Bayırı’nda”
yakalanmamak için intihar etti. Cebinden çıkan ailesine yazdığı mektup, hem
duygulu bir veda, hem de o günün İstanbulunu anlatan bir belgedir. Mektupta
şunlar yazılıdır: “Muhafız Komutanı ve Polis Müdürü, bütün şiddet ve
kuvvetleriyle beni arıyorlar. Ermeni tazıları da bunlara katılmış. Gayretsiz ve
hissiz dostlarım, utanmadan teslim olmamı tavsiye ediyorlar... Sonucu karanlık
görüyorum. Yakalanıp hükümetin oyuncağı, düşmanlarımın eğlencesi olmamak için,
son anda intihar etme fikrindeyim. Silahımı yanımdan ayırmıyorum ve mermiyi
namluda tutuyorum. Yaşamın bence artık değeri kalmadı. Milletime son vazifemi
yapıp, hayatımın kalanını sizinle birlikte geçirmek isterdim. Ancak, ne çare ki
her istenilen olmuyor. Sizi milletim için ihmal ettim. İstikbalinizi
düşünemedim. Herkes beni, Ermeni malıyla zenginleşmiş biliyor ve öyle suçluyor.
Oysa, sizi geçimden aciz bırakıyorum. Bu da, kaderin acı bir cilvesi...”18
“Türk Olmayan” İstanbul
İşgal sırasında İstanbul’da; hepsi Türk olmayan 560 bin
Müslüman, 385 bin Rum, 118 bin Ermeni, 45 bin Yahudi ve 92 bin Levanten olmak
üzere, 1 milyon 200 bin kişi yaşıyordu.19 16.Yüzyıldan beri dünyanın
en varsıl merkezlerinden biri olan bu büyük kente, 400 yıl içinde; İspanyol
engizisyonundan kaçan Yahudiler, Kafkaslar’da çobanlık yapan Ermeniler,
Yunanistanlı işsiz Rumlar, Araplar, Arnavutlar ve Tatarlar gelmiştir.
“Genişleyen
İmparatorluğun sunduğu nimetlerden”20 yararlanan tüm gayri-müslim ve Türk olmayan
Müslümanlar olağanüstü varsıllaşmıştır. İstanbul’un son üç yüz yılındaki net
ayrım, Türkler’le diğerleri arasında uçuruma dönüşen gelir ayrımlılığıydı. Bu
ayrımlılığa şimdi, üstelik sert biçimde; Müslüman-Hıristiyan, Türk-Rum,
Türk-Ermeni siyasi çatışması ve işgalden sonra Müslümanlar arası ayrım eklenmiş
ve Türkler; vatansever, vatan hainleri olarak bölünmüştü.21
Devşirme Kalıntısı İşbirlikçiler
1919 İstanbul’u askersiz işgalle bugün adeta yeniden
yaşanıyor. O günlerde; doğrudan ya da dolaylı işgali savunan gazeteciler, din
adamı görünümlü çıkarcılar, dünyayı ve yaşamı tanımayan bilgisiz ve şaşkın
saray soyluları, kurtuluşu yabancı yönetiminde gören mandacılar, para için herşeyi
yapan devşirme kalıntıları, vatan hainleri cephesinin unsurlarıydılar.
Bunlar, Boğaz’ın iki yakasındaki yalılarında, saray ya da yazlıklarında,
sürdürmeye alışık oldukları gösterişli yaşamı yitirmemek ve işgali fırsat bilip
daha çok geliştirmek için, herşeyi yapmaya hazırdılar. İşbirlikçiliğin tabanını
oluşturan halktan kopuk bu insanların, sayıları az, ancak paraya ve işgalcilere
dayanan ‘güçleri’ az değildi.
Günümüzdeki torunlarına örnek oluşturmuşlardı.
Yaşamsal
gereksinimlerini karşılayamayan ve sayıları giderek artan pek çok insan,
kişisel kurtuluşlarını işgalcilerle uzlaşmada arıyordu. Bağlaşık güçlerin
yanında ya da iş yaşamını elinde tutan azınlıklara ait işyerlerinde iş
bulabilmek için, “feslerini çıkarıp Türk olmadığını ileri süren”22 insanlar ortaya çıkıyordu.
Onursuzluk, özellikle üst düzey yöneticilerde o düzeye varmıştı ki, örneğin
Harbiye Nazırı Ferit Paşa, bir Fransız temsilcisine, zaten çok azı
dağıtılmamış olan Türk Ordusu’nu kastederek, “şu ordudan da bir kurtulsak”
diyebilmişti.23
Atatürk ve “İstanbul”
Atatürk İstanbul’un
tarihten gelen karmaşık yapısını bilir. Kurduğu yeni devletin başkentini tüm
olanaksızlıklara karşın, Anadolu’nun ortasına Ankara’ya aldı. Bu bir kaçış
değil, kendi deyimiyle “İstanbul’u bir ibret dersi manzarası olarak
karşısına alıp, uzakta ona hakim bir noktada durmaktı.”
1927 yılına dek
İstanbul’a gelmedi. Bu kent, Cumhuriyet’in ilanı başta olmak üzere Ankara’nın
tüm yenilik atılımlarına karşı çıkışın merkeziydi. 26 Temmuz 1924’te, “Bizans” olarak tanımladığı İstanbul’da
geçerli olan ilişkiler ağından “pislik” diye söz eder ve Yakup Kadri’ye
(Karaosmanoğlu) şunları yazar: “İstanbul, karışık yapısını adeta kaçınılmaz
bir yargı gibi her zaman korumuştur. Değişen; yalnızca devirler, zaman ve
biçimdir. Onun için yeni zamanlarda İstanbul’un gerçek yüzü, içinde yaşayanlara
ümitsizlik veren bir karmaşa olmuştur. Ümitsizlik onun içindedir ve bu
doğaldır... Bir takım hizipler, karanlıklar içindeki bir çevrede, sinsi
çıkarlar peşinde dolaşır. Satılmışların elindeki basın, durmadan kötülükler
saçmaktadır. Bizans’ın gereği budur, ‘Bizans’ budur... Henüz yaşına basmayan
Cumhuriyeti; kaç yüz, siz söyleyin kaç bin yıllık yönetim pisliğinin merkezi
olan ve yüzeyde kalmayıp kaç bin yıllık derinliğe sinen pisliklerle iç içe
yaşayan, bu yaşamı doğal hale getiren Bizans’la yönetmek (mümkün müdür?
y.n.)... Aziz Kardeş! Cumhuriyet Bizans’ı adam edecektir. Cumhuriyet;
pisliği, yalancılığı ve ahlaksızlığı huy edinmiş olması nedeniyle doğallığını,
gerçek rengini ve paha biçilmez değerini yitiren Bizans’ı kesinlikle adam
edecektir; doğallığına ve temiz haline döndürecektir. Bunu yapmak için
uygulanacak yöntem, pisliklerle dolmuş toprakları derinden kazıyarak havaya
uçurmak ve temizlemesi için Karadeniz’in bütün sularını dalgalarıyla birlikte
Boğaziçi’ne akıtıp taşırmaktır”.24
Günümüz “İstanbul”u ve Devşirmeler
Kapıkulu-Devşirme anlayışı, Atatürk
döneminde, duruma ayak uyduran bir biçime girmekte geç kalmadı. Hırsını
ve tepkisini içinde saklayarak hemen Atatürkçü ve Cumhuriyetçi oldu!
İşgal döneminde, Ankara’nın başarısız olması için elinden geleni yapmış,
geleneksel davranışını göstererek yabancılarla bütünleşmişti. Bunlar, Atatürk
ölene dek, karşıtlıklarını sessizce yürüttüler ve bir şey yapamadılar. Bir
bölümü yurt dışına kaçmış ya da çıkarılmıştı. Yüzyıllardan beri, Anadolu’ya
karşı ilk kez bu denli açık bir yenilgiye uğruyorlardı.
Atatürk’ten, özellikle de 1945’ten sonra, yabancı etkisinin
Türkiye’de artmasıyla birlikte yeniden ortaya çıktılar. Dini siyasetin aracı
yaptılar, saltanat ve hilafet kalıntıları olarak gizli-açık örgütlendiler. Dün,
karaborsa ticaretiyle önemli servetler edinerek, savaş zengini oldular,
bugün aynı işi devlet olanaklarıyla yapıyorlar. Uluslararası sermayeyle
bütünleştiler ve Anadolu’nun etkisini yani Cumhuriyet düzenini ortadan
kaldırdılar. Yeniden ülkenin egemenleri oldular. Bugün, ulusal varlık
üzerindeki en büyük tehlike durumundadırlar. Türk ordusu 6 Ekim 1922’de
İstanbul’u kurtardı ancak İstanbul bugün eski anlayışına geri döndü.
DİPNOTLAR
1 “Atatürk
Hayatı ve Eseri” Y.Hikmet Bayur, Atatürk Araş. Mer.,
Tıp. Bas., Ank.-1997, sf.189
2 “Tek
Adam” Ş.S.Aydemir, I.Cilt, Remzi Kit., 9.Bas., İst.-1983, sf.351
3 a.g.e. sf.341
4 “Kaynakçalı
Atatürk Günlüğü” U. Kocatürk, T.İş Ban.Yay,
sf.74
5 “Tek
Adam” Ş.S.Aydemir, I.Cilt, Remzi Kit., 9.Bas., İst.-1983, sf. 352
6 “Çankaya”
Falih Rıfkı Atay, Sena Matbaası, İstanbul-1980, sf.135
7 a.g.e. f.132
8 “Kurtuluş
Savaşı Sırasında Türk Milliyetçiliği” B.G.Gaulis, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul-1999, sf.49
9 a.g.e. sf.49
10 a.g.e. sf.49
11 a.g.e. sf.49
12 “Çankaya”
Falih Rıfkı Atay, Sena Mat., İst.-1980, sf.137
13 “Atatürk
ve İstanbul’daki Çalışmaları” S. Borak, Kaynak Yay., 2.
Bas., İst.-1998, sf.138
14 “La
Guerre Turque Dans la Guerre Mondial” M.Larcher, sf. 270; ak. A. M.Şamsutdinov, “Türkiye Ulusal Kurtuluş Savaşı
Tarihi 1918-1923” Doğan Kitap, İstanbul-1999, sf.18
15 “Tek
Adam” Ş.S.Aydemir, I.Cilt, Remzi K., 9.Bas., 1983, sf.351-352
16 a.g.e. sf.352
17 Hürriyet, 11.04.2005
18 “Ben
de Yazdım” Celal Bayar, 5.Cilt, Sabah Kitapları,
İst.-1997, sf.71
19 “İşgal
Altında İstanbul” Bilge Criss, İletişim Yay.,
3.Bas., 2000, sf.39
20 a.g.e. sf.39
21 “Çankaya”
Falih Rıfkı Atay, Sena Mat., İstanbul-1980, sf.137
22 “Atatürk”
Lord Kinros, Altın Kitaplar Yay., 12.Bas., İst.-1994, sf.169
23 “Tek
Adam” Ş.S.Aydemir, I.Cilt, Remzi Kit., 9.Bas., İst.-1983, sf.366
24 “Zaman
İçinde Bir Yolculuk” Attila İlhan, TRT/2 7.Kasım
2003 ve “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, Remzi Kitapevi, 8.Baskı, İstanbul-1983,
3.Cilt, sf.293
Sayın AYDOĞAN;
YanıtlaSilHepsi birbirinden değerli ve güvenilir vatani emekler için ne kadar minnetle teşekkür etsem/etsek az gelir!
Tarifi mümkün olmayan değerde üretmeye devam ediyorsunuz!
Sağ olunuz!!!
Var olunuz!!!
Sizler sağolun Sevgili Hasan.
YanıtlaSilAynı durum Canakkale için de geçerli.Yabancı sermaye orayı da tutsak almış.Sanki Çanakkale'de 250 bin şehidi boşuna vermişiz,sanki küffarı denize dökmemişiz.Bu durum yapılan devasa büyük cami ile örtülmeye çalışılıyor,sanki Çanakkale'de hiç cami yok.
YanıtlaSilSayın Aydoğan,
YanıtlaSilEllerinize sağlık. Ne kadar değerlive önemli bilgileri bizimle paylaşıyorsunuz.
Dikkatle yazılarınızı takip ediyorum.
Bazen önemli yazılarınızıda müsaadenizle paylaşmak isterim.