Türk toplumu üzerinde uzun yıllar etkili olan yerleşik Arap siyasetine göre, Araplar dışındaki hiçbir Müslüman kavim; kinye (soyadı) alamaz, künye almak yalnızca Arapların hakkıdır. Osmanlı padişahlarının siyasi çıkarıyla örtüşen ve din kuralıymış gibi sunulan bu tutum, Türklerin 20.yüzyılın ortasına dek soyadsız kalmasına kaynaklık etmiştir.X
Soyadı
Eski dönemlerde, dünyanın her
yerinde olduğu gibi, Türklerde de soyadı yoktu. Ancak, boy ve aile geçmişi
bilinir, değişik tanımlamalarla gelecek kuşaklara aktarılırdı. Kişiler, eşit
bireyler olarak ve büyük bir yalınlıkla kendilerini toplum içinde adeta
eritirler, ancak ilişkinlik (aidiyet) duygusunu asla yitirmezlerdi.
Soyluluğu yadsıyan eşitlikçi anlayışlarıyla Türkler, inancı ayrıcalık haline getiren ruhban kurumuna, yönetim işlerinde yer vermemiştir. İslam'da hilafet makamı yoktu, her Müslüman toplumu kendine uygun yönetim biçimini seçmekte özgürdü. Seçimin biçimi ne olursa olsun, din temsilcileri yönetimde bir ayrıcalığa sahip olamazdı. Türklerin Müslüman olmasını kolaylaştıran bu yaklaşım, Türk yönetim anlayışıyla örtüşüyordu. Ancak, Osmanlı devleti, I.Selim'den (Yavuz) sonra bu kuralları terk etmişti.
Adsızlığın
Kökeni
Padişahlar,
imparatorluğa dönüşen devleti koruma adına, saltanat makamını mutlak bir güç
haline getirmek zorundaydılar. Erki (iktidarı) ele geçirip korumak için, onda
hak iddia edebilecek kişi ve kümelerin (grup) olmaması gerekiyordu.
Padişahlar, ırk
ve soy nedeniyle tahta göz koyabilecek bir soy bırakmamak için, Hıristiyan
kadınlarla evlenmeyi gelenek haline getirdiler. İmparatorluğun yükünü çeken
kendi asal unsurunu (Türkleri) baskı altına aldılar, yönetimi Rum, Ermeni,
Sırp, Bulgar gibi Hıristiyan kökenli devşirmelere teslim ettiler.
“Ailesiz ve adsız” bir yönetici sınıf
yaratmak için, 14-18 yaş arasındaki Hıristiyan çocuklarını devşirerek devlet
yönetimine taşıdılar. Kapıkulu devşirmeleri, “düzgün bir kan tarihine
karşılık gelen bir aile ismi taşıyamıyordu, taşıyamazdı”1;
ailesini unutmak ya da inkar etmek zorundaydı. Çünkü bu aile, bir “Bizans,
Bulgar, Sırp ya da bir Ulah ailesiydi”.2
Geçmişinden Koparılmak
Devletin devşirme politikası ister istemez, İstanbul başta olmak üzere tüm ülkede, aile adının kullanılmamasına yol açtı. Bu yönde etkili bir baskı oluşturuldu. Türk insanı, 20.yüzyıla dek kişisel ve toplumsal olarak geçmişinden ve tarihinden koparılmaya çalışıldı.
Oysa, geçmişi ve ailesine bağlılık, onun belirgin özelliğiydi. Aile soyundan kalan bir ad ile anılma, soyluluk arama değil, akrabalarıyla paylaştığı bir onur duygusu ve özgüven kaynağıydı. Soy ve kan yakınlığının yarattığı birlik ruhu ve bu ruhun kaynağı olan aile, toplumsal bütünlüğün dayanak noktasıydı.
Uluslaşma
ve Soyadı
Türk insanının,
1934 yılına dek soyadsız kalmasına yol açan nedenler, yüzlerce yıllık
olumsuzluklar sürecinin doğal sonucuydu. Yönetim bozulmasıyla başlayan,
ekonomik çözülmeyle süren yabancılaşma, aynı zamanda ulusallaşmayla ilgili bir
sorundu.
Sanayileşen ülkeler, ekonomik ve toplumsal gelişimin
sonucu olarak 17.yüzyıldan sonra ulusallaşmaya başlamışlardı. Beysoylular (aristokratlar)
yönetimden uzaklaştırılmış, kentsoylular (burjuvalar) yönetime gelmişti.
Köylüler işçileşerek ‘eşit’ yurttaşlar haline gelmiş, toplum yaşamı,
yeni ilişki ve gelişmelerle başkalaşmıştı.
Yurttaşlık
Bireylerin
toplum içindeki varlığını belirleyen bir araç olarak soyadı, bu süreç sonunda
ortaya çıktı. Bireyleri ‘eşit’ yurttaşlar haline getiren bireysel
tanımlama, ulusallaşmanın zorunlu bir sonucuydu.
Osmanlı İmparatorluğu, aynı dönemde çöküş sürecini
yaşıyordu. Toplumu kimsizlikleştiren eski padişah uygulamaları, Batı’nın
giderek artan sömürgeci etkisiyle birleşince, uluslaşma gelişimi ve buna bağlı
olarak bireyin yurttaş haline gelmesi gecikti. Her alanda olduğu gibi, kimlik
ve ad sorunu da bir karmaşa haline geldi.
“Posta
Memuru Hikmet”
İstanbul’da 1924
Mart’ında, denizde intihar ettiği anlaşılan ve üzerinden “Posta Memuru Hikmet” adlı bir belge çıkan, bir erkek cesedi bulundu.
Polisin kimlik saptaması için yaptığı araştırmada, yalnızca, İstanbul Posta İdaresi’nde altı, il posta örgütünün
tümünde ise yirmi tane Hikmet adını taşıyan
memur olduğu görüldü.
Kimlik saptaması, cesedin üzerinden çıkan belgeyle değil,
diğer Hikmet’lerin sağolduğunun anlaşılmasıyla
yapılabildi. Türkiye’de, o dönemde soyadı uygulaması olmadığı için, çok basit bir
iş, uzunca bir çalışmayı gerekli kılmış, bir kişinin kimliğini saptamak için yirmibeş
kişiye ulaşmak gerekmişti.3
Osmanlı’da
Durum
Osmanlı devlet
düzeninde, Türk çocuklarına genellikle dinsel içerikli, Arapça ya da Farsça
kökenli bir ad verilirdi. Kişinin aldığı ad, yalındı ve tek bir addı. Aileyle
bağını gösterecek bir özelliğe sahip değildi. Örneğin Ahmet’in oğlu
yalnızca Ali’ydi; onun oğlu da Osman’dı. Buna aile zincirini
belirtecek bir sözcük eklenmezdi. Kişinin kendisini anlatması için, kimlerden
olduğunu, nereden geldiğini açıklaması gerekirdi.
Ad alma biçimi yetmezlikler içeriyor ve 20.yüzyıl dünya koşullarına uymuyordu. Milli duygunun önüne geçirilen ümmet düşüncesi, kaçınılmaz olarak bireyi ve aileyi ikincil sayıyor; siyasileşen din, toplumun belirleyici unsuru haline getiriliyordu.
Kendini Tanımlama
Toplumda aynı adı taşıyan çok sayıda insan vardı. Okulda, kışlada, işyerinde yüzlerce Mehmet, Ali, Mustafa, Hüseyin ya da Osman bulunuyordu. Soyadı yokluğu “askere almadan ekonomik ilişkilere dek” birçok alanda “büyük güçlükler” ve hukuksal sorunlar yaratıyordu.4
Kimi varsıl (zengin) aileler, bu duruma karşı kendilerini; aile büyüklerinden birinin adına, Türkçe “oğul”, Farsça “zade” ekini ya da soydan birinin meslek ünvanını koyarak tanımlıyordu: Müftüzadeler, Safaoğulları, Evliyazadeler, Topaloğulları, Karaosmanoğulları, Uşaklızadeler, Doktoroğlu, İmamoğlu v.b.
İnsanları birbirinden ayırt etmenin bir başka yöntemi, kişileri niteliklerine, yaptıkları işe ya da fizik özelliklerine göre tanımlamaktı: Topçu Hasan, Arabacı Yusuf, Topal Osman, Bodur Ahmet, Kel Ali, Parmaksız Ziya, Nalbant Süleyman, Saka Mahmut... Etnik köken, doğum yeri ya da memleket, bir başka tanımlama biçimiydi: Kürt Mehmet, Laz İsmail, Arnavut Recep, Maraşlı Abdullah, Bursalı Hilmi, Selanikli Süleyman, Kıbrıslı Osman, Kırımlı Mustafa...5
Başarısız
Girişimler
Soyadı
kullanımı ile ilgili ilk girişim, İttihat ve Terakki Fırkası’nın
iktidarda olduğu dönemde, Ziya Gökalp’in önerisiyle yapıldı. Gökalp,
“aile adlarının saptanması aile kurumunda içtenlik, beraberlik ve
dayanışmayı geliştirecek, bu da milli duygunun güçlenmesine yol açacaktır”
diyordu.6 Hükümet, o dönemde, soyadı yönteminin oluşturulmasını da
içeren bir “Aile Hukuku Kararnamesi” çıkarmış, ancak bu girişim olumlu
bir sonuç vermemişti.7
İkinci girişim, Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi'nin (Tanrıöver), 1925'te yayımladığı genelgesiydi. Bakan, genelgede, Milli Eğitim topluluğuyla sınırlı olmak üzere, öğrenci velilerinden bir soyadı seçmesini istiyor ve “bu iş için gerekli kuralların saptandığını” belirtiyordu.8 Ancak, sınırlı olmasına karşın, bu girişi de başarısız oldu ve soyad uygulamasında somut bir ilerleme sağlanamadı.
Atatürk
İşi Ele Alıyor
Cumhuriyet
Devrimlerinin tümünde olduğu gibi, soyad konusunun çözüme kavuşturulması da
onun girişimiyle başarıldı. 1927’de yapılan nüfus sayımında elde edilmesini
istediği bilgiler, soyadı konusunun taşıdığı önemin, özellikle yönetim
kadrolarınca görülmesini sağladı. Milli kültürün uyanışı ve Türklüğün yükselen
değer olarak güncelleşmesi, geçmişe ve soy bağına olan ilgiyi arttırdı. Türkiye
sınırları içinde yan yana yaşamakta olan değişik unsurların “Türk yurdu
potasında eritilerek” Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı haline getirilmesi, iç
politikanın kendiliğinden gelişen, etkin öğesi haline geldi.
Soyadı girişimi bu koşullar içinde olgunlaştı. Soyadı
Yasası, 21 Haziran 1934’de, 2525 sayı ve 1 Ocak 1935’ten sonra uygulanma
koşuluyla kabul edildi. Yasa uyarınca, “her Türk yurttaşı” altı ay
içinde, “öz adından başka bir soyadı alacak”tı. Soyadları Türkçe olacak11,
“rütbe, makam, yabancı ırk ve ulus belirten tanımlarla, ahlaka aykırı ve
gülünç” olan adlar, soyadı olarak kullanılmayacaktı.9
Ad
Arayışları
Atatürk, yasal girişimin
teknik ve hukuksal alt yapısının oluşturulmasınayön verdi, çalışmalarla
yakından ilgilendi. Yakın çevresine, arkadaşlarına, birçok milletvekiline,
bakana ve Başbakana soyadları buldu. Örneğin, Hakimiyet-i Milliye
(sonraki ulus) Gazetesi’nde, 26 Kasım 1934’te yayımlanan mektubunda, “İnönü
Meydan Savaşı’nın Baş Kahramanı olması nedeniyle, İsmet Paşa’ya İnönü soyadının
uygun görüldüğünü” açıklamıştı.10
İstekle giriştiği ad
arayışında; eski Türk deyimleri, sözcükler, eski kent ve bölge adları bulup
çıkarıyor, bunları çevresindeki insanlara soyad olarak veriyordu. Ondan soyad
almak, büyük bir onur kazanımı sayılıyordu.
Herkes coşkun bir
arayış içine girmiş, kendine ya da komşularına, arkadaşlarına “kimsenin
bilmediği Türkçe soyadlar” buluyordu. Dil Devrimi’yle aynı zamana
gelmesi coşkuyu arttırıyor, Arapça kökenli Mustafa, Abdullah, Rabia,
Muhammet, Tahire, Tevrat kökenli İbrahim, Yakup, Süleyman, İsrafil, Musa
gibi adların yerini büyük bir hızla o güne dek bilinmeyen; Teoman, Atilla,
Gökçe, Mete, Ayça, Yıldırım, Özge, Oğuz gibi Türk adları alıyordu.
1934 yılında öyle bir süreçten geçiliyordu ki, insanlar
yalnızca bir soyadına değil, sanki yitirmiş olduğu geçmişine ve özbenliğine
kavuşuyor, olağanüstü bir dönem yaşıyordu.
DİPNOTLAR
X “Türklerin Dini” Fuat Bozkurt, Cem Yay., 1995, sf.157
1
“Tarihimiz ve
Cumhuriyet Muhittin Birgen (1885-1951)” Zeki Arıkan, Tarih Vakfı Yurt Yay., 1997, sf.127
2
a.g.e. sf.127
3
“Mustafa Kemal
ve Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay.,
2.Bas., sf.76
4
“Mustafa Kemal
ve Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay.,
2.Bas., sf.76-77
5
a.g.e. sf.77
6
“Kemalizm”
Tekin Alp, Top.Dön.Yay.,
2.Bas., İstanbul-1998, sf.177
7
“Mustafa Kemal
ve Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay.,
2.Bas., sf.77
8
a.g.e. sf.77
9
a.g.e. sf.163
10
“İkinci Adam”
Ş.S.Aydemir, I.C., Remzi Kit.,
6.Bas., İst.-1984, sf.424
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder