Sayın Aydoğan, "Yeni Dünya Düzeni
Kemalizm ve Türkiye" kitabınızı, bir arkadaş önerisiyle tümüyle
okudum. Kemalizmin bilimsel olarak ele alınmasına önem veren sizin gibi bir
aydının, kitabında Atatürk’e yönelik hiçbir eleştiride bulunmaması beni
şaşırttı. Aslında bu durum, sizin yanlı tutumunuzdan çok, Atatürk'ün
tabulaştırılması ve O’ndan başka herkese suç bulmaya kadar varan zafiyetten
kaynaklanıyor... Sizin de çok iyi bildiğiniz gibi, Marx’ın bize bıraktığı
en önemli miras, somut olgulara ait tespitlerden çok, “hareket, değişim ve
çelişkileri” esas alan diyalektik yöntem ile materyalist tarih anlayışıdır.
Siz Marx’ın diyalektik yöntemini, Kemalist devrimciliğin bir özelliği
olarak “olumlu” bulurken, materyalist tarih anlayışını pek de
benimsemiyorsunuz... Nesnelliğe önem veriyor ve Sovyetler Birliği’nin çöküşünün
temelinde bunun yattığını söylüyorsunuz. Size katılmakla birlikte ben
Kemalizmin de nesnellikten uzak olduğunu, hatta daha kötüsü gerçekleri kasıtlı
olarak çarpıttığını söylüyorum... Kemalizmin anti-emperyalist bilinci
konusunda, sizi Atatürk’ün yüksek bilince sahip olduğuna inandıran
çeşitli sözlerini alıntılıyorsunuz. Yurtiçi yurtdışı yatırımlar peşinde koşan
Koç Holding ya da İş Bankası ne kadar anti-emperyalist ise Atatürk’de o kadar anti-emperyalisttir.
Sanırım emperyalizmin içerden fethedileceği yanılgısına düşme şerefine nail
olmuş dünyanın ilk ve tek “anti-emperyalist, 3.dünyacı” devrimcisi Atatürk’tür...
Atatürk ve Kemalistler, Kürtlerin kendilerini ifade etmedikleri zaman
sorun çıkarmalarının daima mümkün olduğunu söylemelerine karşın, Kürtleri yok
saymışlar, onlar ayaklanınca da suçu emperyalistlerin üzerine atmışlardır...
Sizin-kusura bakmazsanız- tam bir misyoner jargonuyla anlattığınız, “ilkel”
Dersim’e “medeniyet götürme” sürecinin bir de asimilasyon yüzü vardır...” Evren Karayel-Boğaziçi Üniversitesi
Sayın
Metin Aydoğan,
Adım Evren Karayel.
Adanalıyım ve Boğaziçi Üniversitesi öğrencisiyim.“Yeni Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye” adlı kitabınızı, bir
arkadaş önerisi üzerine tümüyle okudum. Hemen belirtmeliyim ki okuduğuma hiç de
pişman olmadım ve özellikle ikinci ciltte verdiğiniz bilgilerin, hem benim gibi
genç bir öğrenci için hem de daha kapsamlı çalışmalar yapanlar için, oldukça
yararlı olacağını düşünüyorum. Fakat bu mektupta, sizinle aynı düşüncede
olduğum noktaları değil, kitabınızı okurken kafama takılan konuları
belirteceğim ve –önsözde belirttiğiniz üzere, kitabın, gençlere ulaşmasına
verdiğiniz önemden aldığım cesaretle- yer yer düşüncelerinizi eleştireceğim.
Konuya girmeden önce belirteyim ki; aşağıdaki yazı, maddelenerek sıralanmış sorulardan oluşmayacak, bütünlüklü bir metin halinde düzenlenmiş, eleştirel bir yazı olacaktır. Sizden ricam, bu yöntemi, düşüncelerimi daha iyi açabilmek için bilinçli olarak kullandığımı bilmeniz ve daha önemlisi, bu yazıyı, “aslında fazla da bir şey bilmediğimi peşinen kabullenen”, fakat “içinde yaşadığı dünyanın ve toplumun sorunlarına duyarsız kalamayan” bir genç olarak kaleme aldığımı göz önünde bulundurmanızdır. Sanırım bu sayede, yapacağım muhtemel hataları ve daha önemlisi “tarzımı” mazur göreceksiniz. Son olarak bu özelliklerinden dolayı yazacağım yazı, yer yer soru niteliğinde olacaktır.
NOT:
Yazıda “vurgular bana aittir” yerine “vba” kullanılacaktır.
Nesnellik Meselesi
Teorik, tarihsel ve kavramsal tartışmalara girmeden önce,
güncel politik sorunlarımızın çözümünde
esaslı bir engel oluşturan bir yaklaşımın eleştirisini yapmak istiyorum.
Sosyal bilimlere ve sosyal-siyasal olgulara at gözlüğünden bakanların sık sık
yaptıkları ve kanımca, tarihin bizi bu berbat günlere getiren akışında, ana
olmasa da tali, bir rol oynamış olan bir hatadan
bahsediyorum. Uzun uzadıya anlatmaya gerek yok; “tek bir doğru vardır, o da
benim ki!” diyen insanlara o kadar sık rastlıyorum ki, şaşırırsınız!
Bırakınız sosyal bilimleri, fizik gibi bir bilimde bile, dün doğru kabul ettiğimizin bugün yanlış olduğunu ispatlayabiliyorsak,
sosyal olgulara çok daha dikkatli
yaklaşmalıyız bence. Sanırım, bilimsel bir tavırla karşıdakinin görüşlerini ele
alıp eleştiren, ele alınan görüşün hangi açılardan doğru, hangi açılardan yanlış
olduğunu gösteren ve örneğin, Marx’ın
‘hala’ haklı olduğunu savunan klasik
yaklaşımla, ortodoks ya da sekter bir yaklaşım arasındaki temel
farkı bu noktada aramak gerekir.
*
Korkarım
siz de, bu ince çizgiyi ihlal ediyorsunuz. 410.sayfada görüşleriniz şöyle;
“(Kemalizm) Bütün ulusçu güçleri bu amaç
(emperyalizmi kendi ülkesinde yenmek) doğrultusunda
birleştirir. Maddi temeli olmayan politik tartışmalara, ayrılık
yaratacak örgütlenmelere ve ulusal mücadeleye zarar verecek eylemlere izin
vermez.”(vba) Hiç şüphe yok ki, bu pasajda “maddi temeli olmayan” görüşler olarak nitelediğiniz görüşler
arasında belki de en önemlisi, kitabınızın çeşitli yerlerinde “nesnellikten uzak” olarak nitelediğiniz
dönemin sosyalist hareketleridir. Bu doğrultuda size göre, yani sizin öznel görüşlerinize göre, nesnel olan görüş diğerlerine baskı
uygulamak noktasında meşru ve haklıdır. Bunu “Türk Kurtuluş Savaşının 3,5 yıl gibi kısa bir sürede”
kazanılmasının en temel nedeni, olarak görüyorsunuz.
Ayrıca, size göre,
örneğin, Macar Devrimi (s.277) ve Cezayir Devrimi’nin (s.259), kısa sürede
başarılamamasının ya da hiç sonuca ulaşamamasının en temel nedeni, böyle bir “siyasi
irade”nin eksikliğinden kaynaklanan, “parçalı siyasi yapı”
oluyor. Aslında, parçalı siyasi yapının, bu türden mücadelelerin kazanılmasına
engel teşkil ettiği doğrudur. Bunun en güzel örneğini son 40 yılın
Türkiye’sinde buluruz. Fakat doğru
olmayan, bu parçalı siyasi yapıya, gerektiğinde zora başvuracak, gerektiğinde
karşı tarafı yok sayacak bir siyasi irade eksikliğinin yol açtığıdır. Tam
tersine, gücünü yetkinliğinden alan ve her şeyden önce kendi fikirlerinin
yetkinliğine güvenen, bu yüzden tek bir doğru vardır! diyerek, diğer görüşleri
yasaklamak, ezmek ya da buna gücü yoksa, onlara hakaret etmek yerine, bu “düşüncelerle özgür platformlarda tartışmaktan
çekinmeyen” bir anlayışın eksikliği neden olmaktadır. Burada kastettiğim,
düşünceye sınırsız özgürlük vermek değil, asgari müşterekte birleşenlerin birbirlerinin düşüncelerine saygı duymasıdır.
Herhalde, anti-emperyalist olduğunu iddia ettiğiniz Atatürk’ün, örneğin,
Nazım Hikmet’le bu konuda tam bir fikir birliği içinde olması gerekir.
*
Bir şey daha
eklemek gerekiyor ki, Kemalist hareket, sizin 410.sayfada çizdiğiniz şablona
her zaman uymaz. Örneğin, hepimizin bildiği gibi, savaş döneminde, savaşım
(mücadele) mandacılık dahil her
türlü tartışmanın yapıldığı bir ortamda yürütülmüş ve kanımca, “savaşın 3,5 sene
gibi kısa bir sürede” kazanılmasında, çeşitli faktörlerin yanısıra bu “iknaya” dayalı siyaset önemli rol
oynamıştır. Fakat savaştan sonra, sizin tanımınıza uyan bir
“siyasi irade” anlayışı çerçevesinde, bu tür tartışmalara izin verilmemiştir.
Bu dönemde, sadece Atatürk’ün
tartışılmasını uygun bulduğu konular, Atatürk
tarafından belirlenen kişilerce tartışılmıştır. Örneğin, sizin de belirttiğiniz
gibi, “mollaların ikna edilmesi”, toplum yapısı göz önüne alınarak “uygun
bulunmuş”, fakat sosyalistler, bırakınız tartışmalara dahil edilmeyi “içeri” atılmıştır.
Bu anlamda
örnekler uzatılabilir elbette, ama asıl önemli olan bu uygulamalara meşruiyet
kazandıran “nesnellik” kriteridir.
Size göre “nesnel” olan “nesnel olmayanı” yasaklamak hakkına
sahip olabilmektedir. Fakat neyin “nesnel”
olup, neyin “nesnel olmadığına” ancak
tarih karar verebilir. Siz de bu
noktadan hareketle, örneğin, Sovyet devriminin zora dayalı kolektivist
uygulamalarının, aradan 70 yıl
geçtikten sonra ortaya çıkan çöküşün temelinde yattığını söylüyorsunuz.
Ben bu görüşünüze katılmakla birlikte, salt köylülere yapılanların değil,
örneğin, Müslümanlara yapılanların da oldukça önemli olduğunu eklemek isterim.
Ancak, korkarım, sizden biraz daha ileri gidip Kemalizmin de nesnellikten uzak olduğunu, hatta daha kötüsü, gerçekleri
kasıtlı olarak çarpıttığını ifade edeceğim.
Bu konuya, ilerde yeri geldikçe değineceğim. Şimdilik
şunu belirtmekle yetineyim: Sizin de
belirttiğiniz gibi, ancak nesnel koşulları olgunlaşmış devrimler başarıya
ulaşabilir.(s.364) Ekleyeyim; nesnel koşulları oluşmuş hiçbir devrim kolay
kolay geri çevrilemez. Bu doğrultuda; ortada nesnel koşulları oluşmuş bir
devrim olsaydı, bundan, sadece İnönü ya da Menderes istiyor diye “180 derecelik bir geri dönüş” çıkmazdı.
Varlığını iddia ettiğiniz “geri dönüş
süreci”, bırakınız toplumun geniş kesimlerinin desteğini almak, geniş bir
toplumsal muhalefet ile karşılaşırdı. Dolayısı ile a)-Ya Kemalist devrimler
sayfa 364’te iddia ettiğinizin aksine, “kitlelerin
isteklerine ve nesnel koşullara” uygun değildir ve bu nedenle “geri dönüş” süreci toplumun geniş
desteğini almıştır. b)-Bir “geri dönüş”
süreci yaşanmamıştır. Tahmin edeceğiniz üzere ben “b” seçeneğinden yanayım.
*
Sanıyorum, bu
konuda şunları düşüneceksiniz; “iyi de
Kemalist devrim tamamlanmamıştı ki! Gerekli kadrolar henüz yetişmemişti. Bu
yüzden geri dönüş süreci ‘sancısız’ oldu.” Bu “kadro” meselesine yeniden değineceğim, onun için şimdilik sadece
şunu belirteyim; birincisi, kadroların “varlığı ya da yokluğu” da devrimin
başarıya ulaşmasına olanak veren “nesnel
koşullardan” birisidir. Dolayısı ile “kadro”
sorunu var ise, nesnel koşullarda bir eksiklik var demektir. Böyle bir bakış açısı
ile neden “Leninist” olmadığınızı
anlamak mümkün değil. Çünkü eleştirdiğiniz uygulamaların hepsi, Stalin
tarafından yapılmıştır. O zaman savaştan sonra 2 sene yaşayabilmiş Lenin’in
tam bir “sütten çıkmış ak kaşık”
olduğunu düşünmeniz gerekir. Lenin, Stalin gibi bir “zararlıyla” kıyaslanmayı bile
haketmeyecek kadar büyük bir devrimcidir elbette. Fakat bu gerçek, onu, yapılan
bir sürü hatanın mesuliyetinden kurtarmaz. (Örnek: Parti modeli) Gördüğünüz
gibi ben -2 senelik iktidar süresine rağmen- Lenin’i bazı konularda
eleştirirken, siz, “Atatürk’ün 15 yıllık
iktidarının kısalığı” gibi garip bir gerekçenin ardına sığınıyorsunuz. Bu
durumda, sosyal bilimlere düşen görev; Kemalist devrimlerin başarıya ulaşması
için gerekli nesnel ve öznel koşullar arasına, “Devrimcinin ortalama ömrünün 100 seneden fazla olması!” gibi bir
maddeyi eklemektir.
“Nesnellik”
meselesini kapatmadan önce, itiraf etmeliyim ki, Kemalizmin bilimsel olarak ele
alınmasına büyük önem veren sizin gibi bir aydının (s.112) kitabında, Atatürk’e yönelik en ufak bir eleştiri
de bile bulunmaması beni oldukça şaşırttı. Aslında, bu sizin yanlı tutumunuzdan
çok, “Atatürk’ün tabulaştırılması”
meselesinde bile Atatürk’ten başka
herkese suç bulmaya kadar varan bir zaafiyetten kaynaklanıyor. Yani tabulaştırma hedefi tam bir zafer
kazanmış görünüyor. O kadar ki; kendi döneminde yüzlerce heykeli yapılan,
üstelik de soyadı “Atatürk” olan bir
kişinin siyasi “güç” ve “iradesi” gözlerimizin önünde dururken, “aslında bütün bu uygulamalara karşı
olduğunu” ve “onu tabulaştırarak
düşüncelerine ihanet etmek isteyen hainlerin bunu bilinçli olarak yaptığını”
iddia edebiliyoruz. (Bu arada benim yazımın da “hain bir karalama
kampanyasına” dahil edilmemesi için şunu ekliyeyim; Kemalizm tarihsel açıdan
“ileri” bir harekettir. Sonuç olarak “patrimonial” bir devletin yıkılıp, yerine
bir “ulus-devletin” getirilmesi sürecini hiç kimse “gericilik” olarak
nitelendiremez. Fakat bugüne kadar gördüğümüz her ileri adım gibi o da kendi
“geri unsurlarını” barındırmaktadır.)
Tarihsel Materyalizm ve İdealist Bir Bakış
Sizin de çok
iyi bildiğiniz gibi Marx’ın bize
bıraktığı “en önemli miras” somut
olgulara dair tespitlerden çok, “hareketi,
değişimi ve çelişkileri” esas alan diyalektik
yöntem ile materyalist tarih
anlayışıdır. Materyalist tarih
anlayışına göre –kabaca- tarih ancak, sınıfların yaratılan artığı paylaşmak üzere
verdikleri savaşım ile açıklanabilir. Örneğin, Kapitalizmi
Feodalizmden ayıran, -bazılarının iddia ettiği üzere- “meta üretimi ve ticaretin” varlığı ya da yokluğu değil, bu iki
çağa özgü paylaşım biçimidir. Feodalizmde artık, senyör tarafından serfin
elinden “zorla” alınırken,
Kapitilizmde sömürü, “özgür kontrat”
ilişkileri içerisinde yapılır. Mülk sahibi dar bir sınıf, diğer geniş mülksüz
sınıfın yarattığı artığa el koymaktadır. Her türlü toplumsal, siyasal dönüşümün çeşitli faktörlerin birleşimiyle
ortaya çıktığını unutmadan, aklımızda tutmamız gereken bir gerçektir bu.
Siz Marx’ın
diyalektik yöntemini –Kemalist devrimciliğin de bir özelliği olarak, “olumlu” bulurken- materyalist tarih
anlayışını pek de benimsemiyorsunuz. Daha
doğrusu, bu anlayışı, örneğin, Sovyet Devrimi özelinde uygulamaya çalışır ve
Sovyet Rusya’nın çözülüş nedenini, “üretici
güçlerin ve dolayısı ile sınıfların nicel ve nitel gelişimiyle çelişen” bir
deneyim olmasında ararken, çözüldüğü iddia edilen Türk Devrimi’nin bu duruma
gelmesini; “kadro eksikliğine”, “Mustafa Kemal’in tek adam olmasına” ya
da “devrimi koruyacak kadroların
yetiştirilemeden Mustafa Kemal’in ölmesine bağlıyorsunuz”.(s.855-856-857) Sanırım
bu görüşün yanlışlığını ortaya koymak için “derin” tahlillerin yapılması
gerekmiyor. Konuyla ilgili olarak daha önce belirttiğim noktalara tek bir soru
ekleyeceğim.
Tek
Adam Teorisi
Bilindiği gibi,
bu ünlü “Tek Adam” teorisini ortaya
atan kişi Şevket Süreyya Aydemir’dir.
Bundan da öte Aydemir; “Dünyada artık sınıf çelişkisinin yerini,
sermayedar memleketlerle sermayeden yoksun memleketlerin çelişkisinin”
aldığını, “sömürge nizamının, sınıf
çelişkisinin gelişmesine engel” olduğunu, dolayısı ile “ulusal kurtuluş hareketlerinin ulusal
ve sınıfsız” olduğunu, “Türk devriminin dışarıya karşı anti-emperyalist içeriye karşı anti-kapitalist dolayısı ile devletçi” olduğunu ve son olarak
bu açıdan “Türk Devrimi’nin bir 3. yol”
izlediğini savunmaktadır.1
Bu görüşler, sizin görüşlerinizle şaşırtıcı bir benzerlik
göstermektedir. Şimdi soru şu; Eğer
Kemalizm ve Türk Devrimi, sizin ve Kadrocuların ona atfettiğiniz görüşleri
taşıyor idiyse, Kadro Hareketi neden tasfiye edilmiştir? Yani bir devrim,
savunduğu görüşleri birebir kabullenen kişileri, neden “sakıncalı” bulmuş, Kadro
dergisini 1935 yılında kapatmış ve Y.K. Karaosmanoğlu’nu “elçi” olarak yurt dışına yollamıştır?2
Karaosmanoğlu ki Atatürk’ün masasının gediklilerindendir
ve örneğin Aydemir gibi, “kökü dışarda” bir kişi de değildir! Bu kadar kadro sıkıntısı varken, hangi akla
hizmet bu yetkin bilim adamları ve edebiyatçılar, örneğin, “devrimi anlamaktan uzak” olan İsmet İnönü ya da ilerde “liberalliği iyice ayyuka çıkacak” olan Celal
Bayar yerine başvekil yapılmamış da sürgüne yollanmıştır. Ya “dünya savaşlarını önceden görebilen”, “nesnel” ve “bilimsel” Atatürk, İnönü ve Bayar’ın gerçek
yüzlerini görememiş, üstelik kendi görüşleriyle birebir uyuşan Kadro dergisinin
kıymetini bilememiştir ya da Kadrocuların fikirlerinden hoşlanmamıştır. Bence
2. şık daha mantıklı; Kadrocular, devrime ideolojik dayanak hazırlamaya
çalışırken –üstelik de Faşizmin yükseldiği bir dönemde- kantarın topuzunu biraz
kaçırmış olmalılar.
Halkçılık
Aslında, ne
sizin ne de Kadrocuların –izninizle- idealist
olarak nitelendireceğim görüşlerinize pek şaşırmıyorum. Bu idealist yorumlar,
–şu “Kadro eksikliği” meselesi-
başlangıçta yapılan bir kabulün zorunlu sonucu olarak ortaya çıkıyor.
Kitabınızın 372.sayfasından aktarıyorum, şöyle diyor Atatürk; “Biz öyle bir parti
yapacağız ki, bundan bütün ulusun, hiç ayırım yapmadan herkesin çıkarını ve
yaşam nedenlerini, mutluluğunu sağlamayı görev edinebilsin... Efendiler, ifade
olunur ki, bizim milletimizin asıl unsuru köylüdür, çiftçidir, çobandır... Efendiler
ülkede büyük çiftlik sahibi kimler vardır, ne kadar çiftlikleri ne kadar
toprakları vardır?... Efendiler bizim ülkemizde (karşımıza alıp tasfiye
edeceğimiz) büyük toprak ve çiftlik sahibi yoktur... Bundan başka ne var,
kasaba ve şehirlerde özel girişimciler vardır. Köylülerin çıkarı sağlanırsa bu girişimcilerin çıkarları zedelenir mi? Hayır,
buna olanak yoktur. Bir kere bu girişimciler halk için gereklidir...
Sonra efendim kasabalarda orta tüccarlar vardır. Fakat bu orta tüccarlar da o köylü ve halk için gerekli bir sınıftır...”(vba)
Atatürk
daha sonra da “büyük zenginlerin ve
işçilerin de sayıca az olduğunu”, “ulusumuzun
bütün bu unsurlara ihtiyaç duyduğunu” belirtiyor. Özetle, Mustafa Kemal’in nesnel fikirlerine göre, özel
girişimci ve orta tüccar ile köylülük arasında bir çelişki yoktur. Ayrıca,
büyük toprak sahipleri ve sermayedarlar “sayıca
az olduğundan” bu sınıfların varlığı toplumsal yapıda “tasfiye edilecek” bir çelişki oluşturmaz. Dolayısı ile Halk
Partisi bütün bu sınıf ve katmanları kapsar. Sizin de dahil olduğunuz Kadrocu tez bu görüşü veri olarak alınca,
Cumhuriyet’in ilerleyen yıllarında ortaya çıkan çelişkileri açıklamak için
başvurulacak tek yol kalıyor; olguları, toplumun maddi dokusu ile hiç
ilişkilendirmeden, “kişisel, yönetsel
yetersizlikler”, “hainlik”, ya da
“dış mihrak”larla açıklamak!
Materyalist Bir Yaklaşım
1923 yılındaki
Anadolu’nun sınıfsal yapısı hakkında çok farklı görüşler vardır. Sanırım, sizin
görüşleriniz de bu karışık tartışmanın etkisinde oldukça çelişkili bir görüntü
arz ediyor. Örneğin, (s.372) Mustafa
Kemal’in “sınıfsız toplum”
saptamasına katılıyor, daha sonra (s.428) 10 milyonluk Anadolu’nun beşte birini
oluşturan Kürtlerin, “tam bir ilkel
feodal yapı” içerisinde yaşadığını belirtiyorsunuz. (Bilindiği üzere, Feodalizmin en belirleyici unsuru büyük toprak
sahipliğidir!) Başka bir yerde (s.408), “toprak düzeninin bozulmasıyla, büyük toprak parçalarını ele geçirerek
oluşan ayan-eşraf sınıfı, ele geçirdikleri toprakların mülkiyetine ancak,
1839’da Tanzimat’la kavuşabilmişti.” diyerek, diğer bir noktaya
değiniyorsunuz.
Bu doğrultuda, 23
Devriminin, “ne olduğunu” ve “ne olmadığını” ve sonraki gelişmeleri
açıklayabilmek için öncelikle Osmanlı toplumunu oluşturan sınıfsal yapıyı doğru
tahlil etmek gerekiyor! Haldun Gülalp’in
konuyla ilgili görüşlerini –kabaca- aktarmama izin verin lütfen.3 Gülalp’e göre; Osmanlı, başlangıçta
“vergisel” (tributary) üretim tarzına sahip “patrimonial” bir devletti. Bu yapı
doğal olarak, “devlete doğrudan bağlı” sosyal gruplar oluşturmuştu. Bu gruplar,
hiyerarşik bir yapılanma içerisinde toplam artıktan “paylarına düşeni”
alıyordu. Ayrıca, anılan sebeplerle, varlıkları “Osmanlı’nın varlığına ve
bağımsızlığına” doğrudan bağlıydı. Tanzimat Fermanı ve sonrasında ilan edilen
Islahat Fermanı’nın getirdiği, Osmanlı’nın “dünya
kapitalizmine entegrasyonunu” amaçlayan, “toprakta özel mülkiyet hakkının
tanınması”, “vergilendirmede tam eşitlik”, “bireylerin devlet karşısında
eşitliği” gibi uygulamalar, hem “ticaret sermayesinin” güçlenmesini sağlıyor
hem de küçük köylünün zararına bir “büyük toprak sahipliği” yaratıyordu. Bu
yeni sınıfların ortaya çıkması, yönetici gruplar açısından, küçük köylüden
toplanan artığa yeni ortakların çıkması anlamına geliyordu.
Çelişkileri arttıran
bir diğer faktör, sınıfsal çelişkilerin, etnik çelişkiler ile çakışması ve
ticaret sermayesi gayrımüslimlerin elinde iken, toprağın Müslümanların elinde
olmasıydı. Bu açılardan üç dört ayrı yöne doğru çekilen Osmanlı, çareyi Osmanlıcılığa başvurmakta buldu. Buna
göre; dinsel farklılıklara bakılmaksızın, devlet sınırları içinde yaşayan
herkes “Osmanlı” ve “eşit” sayılacaktı. Bütün bu kararlar, gayrımüslimleri
etkileyen bağımsızlık fikirlerinin önüne geçmek bir yana, bu görüşleri
kuvvetlendiren bir unsur oldu; çünkü gayrımüslimler entegrasyon sürecinin ve
buna bağlı olarak ortaya çıkan “eşitlikçi” yeniliklerin, Osmanlı’nın değil,
diğer devletlerin inisiyatifi doğrultusunda gerçekleştiğini farkındaydı. Bu,
onların varolan “bağlılık” duygularını bile törpülüyordu.
Müslüman unsurlar, hem
“ayrıcalıklarını kaybetmekten” hem de gayrımüslimlerin “ulusal bağımsızlık
hareketlerinden” oldukça rahatsızdı. Bütün bu faktörler “Osmanlıcılık” fikrini
iflasa sürükledi. Bu ortamda, “Osmanlıcılık”ın yerini alan “İslamcılık” ise
ancak Arap’ların başkaldırısına kadar sürecekti. Buraya kadar aktardıklarım Haldun Gülalp’e ait görüşlerdi. Gülalp sonrasında şu eklemeyi yapıyor; “Bu
eğilimler, sonunda, Müslüman ve Türk unsurların ticaret sermayesine sahip
gayrı-müslim kesimlerin yerine geçirilmesi amacını taşıyan ve 1908 Genç Türk
rejimi ile başlayıp, Kurtuluş Savaşı ile sona eren süreci başlattı.”(s.170,
vba) (Eklemeliyiz ki bu sürecin, gerçek anlamda sona ermesi “1942 varlık
vergisi” ile olmuştur.)
Avcıoğlu’nun
Görüşleri
Bu son saptamanın
doğruluğunu, Doğan Avcıoğlu ile
teyit etmeye çalışacağım.4 Avcıoğlu
Türkiye’nin Düzeni’nin s.263’ten
başlayan “Milli İktisat Denemesi” adlı bölümde; 1914 yılından başlamak üzere, tarımın gelişmesi için “kooperatifler”
kurulması, “köylü eğitim kampanyalarının” başlatılması, “milli bankalar”
kurulması, ve “çiftçi” ve “sanayiciye” krediler açılması gibi –1923’ten sonra da göreceğimiz-
uygulamaların yanı sıra, bakın neler anlatıyor; “(Almanların şiddetli itirazlarına
rağmen) Türkiye 1914 sonbaharında
kapitülasyonlardan kurtulmuş bulunuyordu. Yabancıların statüsü ile ilgili bir
kanunla, yabancıların eski imtiyazına son verilmiş, vergide tam eşitlik
sağlanmıştır... Tarım alet ve makineleri gümrüksüz ithal edilecektir. Buna
karşılık, yerli tarım ürünleri ve çimento, dokuma gibi yerli sanayi, ağır
gümrük tarifeleri ile korunacaktır... İmtiyazlı, yabancı şirketlere bol
sayıda Türk personel kullanma ve bunları iş hayatına alıştırma yükümlülüğü
konmuştur. Böylece geleceğin Türk işadamlarının yabancı kumpanyalarda bir cins
staj görmesi sağlanmak istenmektedir. İmtiyazlı yabancı kumpanyaların
defterlerini ve yazışmalarını Türkçe yapması kararlaştırılmıştır. Bu tedbir de
dolaylı yoldan Türk personel kullanılmasına yol açmaktadır. Ayrıca firmalar
tabelalarını Türkçe yapacaklardır... Demiryollarını yabancıların elinden
kurtarmak amacıyla, Türk demiryolcularını yetiştirmek için okul açılmıştır.
Hıristiyan nüfus, Türk nüfusundan hızlı çoğaldığından, Türk nüfusunu, teşvik
tedbirleriyle arttırma kampanyasına girişilmiştir... Kooperatifçilik yalnız
tarımda değil, şehirlerde de ticareti yabancıların elinden kurtarmak amacıyla
teşvik edilmiştir.”(s.263-265, vba)
Avcıoğlu
(s.266-267)’de şunları ekliyor; “Ne var
ki, özlemi çekilen Türk ve Müslüman
müteşebbis, devlete yakınlığın verdiği avantajları, daha çok ticaret
alanında kullanacaktır... Bu sınırlamalar (gıda ve ticaret sınırlamaları), devlete, dilediğini zengin etme olanağını
getirecek ve bu olanak, devlet eliyle ‘milli
tüccar’ yaratma amacıyla değerlendirilecektir.”
Avcıoğlu’nun anlattıkları, bize, en başta, İttihat ve
Terakki’nin “ticaretin, Müslüman-Türk
kesim tarafından ele geçirilmesi” amacını taşıdığını gösteriyor.
Olaya böyle bakınca, “hayalperest” ve “ütopik” Enver Paşa’nın marifetlerinin, “3.Dünyacı ve anti-emperyalist” Atatürk’ün icraatlarına bu kadar
benzemesinin nedenini anlamak kolaylaşıyor. Hazır İttihatçılardan bahsetmişken Erik Jan Zürcher’in tezlerine de kısaca
bir değinelim isterseniz. Biliyorsunuz, bize liselerde Zürcher gibi tarihçiler pek okutulmuyor. Aksi takdirde, “Atatürk’ün
Samsun’a İttihatçı Karakol Cemiyeti tarafından yollanmış olabileceğini”,
“Müdafai
Hukuk Cemiyetleri’nin Talat ve diğer İttihatçılar tarafından kurulduğunu”
öğrenen nesillerin kafası bulanabilir ve savaşın “Atatürk’ün dehası sayesinde kazanıldığı” konusunda şüpheye
düşebilirlerdi.5 “Atatürk’ün
Samsun’a nasıl gittiği” konusunu, Turgut
Özakman’dan da kontrol ettim ve bu konunun “tam bir muamma olduğunu” –Zürcher
de sadece olasılıklar üzerinde
duruyor- öğrendim.6 Hal böyle olunca, hemen her adımı “bilinen”
Kurtuluş Savaşı’nın, bu kısmının neden ‘muamma’ olarak kaldığını merak ediyor
insan. Saklanan bir şeyler mi var acaba?
Gülalp
(1994)’in tezleri ve Avcıoğlu’nun
aktardığı olgular ışığında, şunu kolaylıkla saptayabiliriz; 1923’e gelindiğinde
Anadolu’da gayrımüslim azınlığın elindeki ticaret sermayesi –büyük oranda-,
Müslüman-Türk kesimin eline geçmişti. Ayrıca büyük bir “küçük köylü” sınıfın
varlığına rağmen, siyasal hayatta aktif rol üstlenebilecek, devlet
mekanizmasını kendi brikim sürecine alet edebilecek güçte “büyük toprak
sahipliği” vardı. Bu anlamda, Ermeni ve Rum’lar tarafından boşaltılan
arazilerin büyük toprak sahipleri tarafından kapatılmış olduğu gerçeği
(Avcıoğlu, s.354), ve yine savaşın yarattığı karaborsa zenginlerinin önemli
gücü, altı çizilmeye değer diğer faktörlerdir.
Sınıfsal Yapı
Özetle, Kemalist Halkçılık tezi –batılı toplumlardakinden
tamamen farklı nitelikte olsa da, varolan önemli sınıfsal çelişkileri,
“önemsizmiş ya da yokmuş” gibi göstermeye çalıştığından, kasıtlı bir çarpıtma
örneği oluşturur. Sınıfsal çelişkiler “o
kadar önemsizdir” ki, 1913 yılında, Anadolu’da –kaba rakamlarla- 80 bin aile topraksızdır. Sayısı 50 bini
bulan toprak ağaları vardır ve ekilen arazinin yüzde 65’ini ellerinde
tutmaktadırlar. 950 bin köylü ailesinin büyük kısmı bu ağaların eciri, yarıcısı
ya da marabası durumundadır.(Avcıoğlu, s.187) Kaldı ki köylü ile tüccar-tefeci; işçi ile sanayici-kapitalist arasında
uzlaşmaz karşıtlıklar vardır, ve “bu sınıflar nicel olarak az ya da çok
gelişmiş” diye, varolan çelişkiler inkar edilemez. Ayrıca, bu çelişkiler “yok”
idiyse bile adeta “varedilmiştir”. Çünkü, Kemalist tezin iddiasının aksine, CHP
–tıpkı bu tezi savunan Bonapartist ve Faşist partiler gibi, hiç bir zaman “sınıfsız bir halkın partisi”
olmamıştır. Bu iddianın doğruluğunu ispatlamak için, Atatürk tarafından
atanan milletvekillerinin sınıfsal kökenine –Adnan Menderes’i
hatırlayalım, ya da CHP üyelerinin “balolu”, “fraklı”, “bilardo masalı”, eğlence
anlayışlarına dikkati çekmek yeter sanıyorum. Bütün bu örnekler
yetmiyorsa, “CHP’nin sınıfsal kökeni” ve –önemsiz olduğu iddia edilen-
“sınıfsal çelişkilerin önemi” hakkında bizlere fikir verecek bir iki uygulama
aktarayım.
“(Ziraat Bankası), açılan krediye sağlam teminat istemektedir.
Bu yüzden muteber kefil veya teminat bulamayan köylü kredi alamaz... Krediyi
Ziraat Bankası’ndan tüccar ve esnaf yüzde 10 faizle almakta, köylüye normal
olarak yüzde 80-120, fevkaladeden yüzde 500 faizle kendisi vermektedir.”
(Avcıoğlu, İlhan Başgöz’den aktarıyor, s.378, dipnot-vba) “Öte yandan, 1923 Türkiye’sinde bir toprak reformu ihtiyacı
duyulmuyordu... Ekilmeyen geniş toprakların varlığı toprak talebi baskısını
frenliyordu. Fakat toprak reformu
yapılmayışındaki esas engel eşrafın gücünden ileri gelmiştir. Rum ve Ermeni
arazisini, Kurtuluş Savaşında şehit düşen askerlerin ailelerine dağıtma teklifi
dahi yankı bulmamıştır.”(Avcıoğlu, s.354-vba)
Son olarak, “devletçilik yıllarında” sınıfsal çelişkileri
örneklemesi bakımından; “(Devletin yoğun olarak dokuma yatırımı yapmasından
dolayı-y.n)... pamuğun ticaret hadleri
için geçerli olan düzelmenin, örneğin, buğday için geçerli olmaması dikkat
çekicidir. Devletçilik dönemi boyunca buğdayın gerek pamuk gerekse sınai
ürünler karşısındaki ticaret hadleri gerilemesini sürdürmüştür. Burada önemli olan nokta, pamuk genellikle
büyük toprak sahiplerince üretilen bir ürün iken, buğdayın genellikle küçük ve
orta çiftçilerce üretilen bir ürün olmasıdır. Üstelik buğday temel bir ücret
malı niteliğinde olduğu için buğday fiyatlarının düşmesi, sanayide ücretlerin
de düşmesi anlamına gelir.”7
Örnekler kolaylıkla çoğaltılabilir, fakat şurası açık ki,
o dönemde toprak sahipleri ve ticaret sermayedarları siyasete –ve CHP’nin
uygulamalarına- açıkça hâkimdir. Dahası “önemsiz olduğu” ya da “var olmadığı”
iddia edilen çelişkiler açıkça mevcuttur. Unutmadan belirtelim, Atatürk’ün kendisi de banka kuracak
kadar büyük bir sermayeye ve 7 adet büyük çiftliğe sahiptir. (Avcıoğlu, s.371)
Gerçi, İnönü’ye göre, “Gazi’nin
kişisel birikimi” ile kurmuş olduğu bu çiftlikler hazineye bağışlanmıştır ama
(s.372), korkarım İnönü, benzer
nitelikteki servetini bağışlamayı unutuvermiştir.
Konu servetin bağışlanması ya da
bağışlanmaması değil, “bütün halkı temsil ettiğini” söyleyen bir kişinin, maddi
durumunun bu iddiayı yalanlar nitelikte olmasıdır. Ayrıca sanıyorum, ortada
açık bir “siyasal etik” sorunu vardır. Örneğin, Hüsamettin Özkan “kişisel birikimini” hazineye bağışlamaya kalksa
her şeyi unutuverecek miyiz?
*
Bölümü bitirmeden önce
bir nokta daha ekleyeceğim; Cumhuriyet Devriminin ve doğal olarak sonrasındaki
uygulamaların, sınıfsal-maddi temelini anlamak için, işi Tanzimat Fermanı’na
kadar götürmeye gerek bile yoktur –yapılan saptamaların doğruluğu su götürmez
olsa bile. Çünkü sadece Kurtuluş
Savaşının sınıfsal tahlili dahi bize gerekli ipuçlarını verir.
Şöyle ki; Kurtuluş Savaşı “halk” tarafından hiçbir şekilde desteklenmemiştir.
Savaşın dayandığı tek sınıf “ayan-eşraf” sınıfıdır. Onların da tek derdi,
mallarını korumak ve kendilerine saldıran Ermeni ve Rum’ların mallarına el
koymaktır. Savaşı yürüten sınıfın, savaş sonrası dengelere damgasını vurması
kaçınılmazdır. Avcıoğlu, savaşın
maddi temeli ve motivasyonu hakkında şunları anlatıyor; “Anadolu eşrafı da büyük devletlerin himayesine razıdır... Mesela
İtalyan’ların el koyduğu bölgelerde eşrafın bir şikâyeti görülmemiştir.”(s.286),
“Nitekim İtalyan bölgesinde eşraf
genellikle Milli Kurtuluş Savaşına karşı olumsuz bir tutum takınmıştır.”(s.287),
“Buralarda (Çukurova) düşmana karşı direnme, Fransızların
yönetiminde Ermenilerin Türkleri kitle halinde yok etmesi ve servetlerine el koyması üzerine başlayacaktır.”(s.289-vba),
“Yunanlıların başta eşraf, Ege Türk nüfusuna karşı giriştikleri ırz, mal ve can güvenliğini ortadan
kaldıran zulumdür ki, eşrafın tutumunu
değiştirmiş ve eşraftan
kişilerin öncülüğünde Kuvayı Milliye Müfrezeleri kendiliğinden
doğmuştur.”(s.290-291-vba). Avcıoğlu
s.188’de köylünün 1910’lu yıllarda nasıl bir psikoloji içinde bulunduğunu şu
şekilde anlatıyor: “Köylü askerlikten
yılmıştır. Askere gitmemek için elinden geleni yapmakta, fırsatını bulunca
kaçmaktadır.” Ermeni ve Rum katliamları, bir miktar hareketlenme yaratmış
olsa dahi, asker kaçaklarına en ağır cezaları öngören kanunların çıkarılması,
köylünün gönülsüzlüğünün bir kanıtı olsa gerektir. Özetle, “ulusal” Kurtuluş
Savaşımızın temelinde, “ulusal” sözcüğünün muğlâklığıyla gizlenen böyle bir
gerçek yatar.
Son olarak şunu da belirteyim ki, Halil Berktay ve Perinçek’in,
Türk Devrimini “Anti-emperyalist Burjuva Devrimi” olarak gören düşüncelerine
de katılmıyorum. “Bu türden devrimlerin var olup olmadığı” tartışması bir yana,
böyle devrimler, kendi pazarına hakim olmak isteyen bir “sanayi burjuvazisi”
gerektirir. Oysa, Türk Devriminin hakim sınıfları, doğası gereği “komprador”
olan “büyük toprak sahipleri” ve “tüccarlardır”.
Ortada sanayi burjuvazisi namına hiçbir şey yoktur.(Gülalp, 1994)
Kemalizmin
Tarafsızlığı
Yukarıda anlatılan tipte
–çelişkileri yok sayan- bir halkçılık anlayışı kabul edildiğinde, Kemalizmin, “sağdan ve soldan her görüşe karşı ortak tavır gösterdiğini”
savunmak son derece tutarlı olacaktır. Nitekim s.410’da şunları söylüyorsunuz; “Çerkez Ethem, Enver Paşa, İttihatçılar ve
‘sosyalistler’ aynı tavrı görmüşlerdir”. İttihatçılık ve Kemalizm
arasındaki büyük benzerliklere, yukarıda kısaca değinmiştik. Bu doğrultuda şunu
açıkça belirtelim ki; Ethem ve Enver ve Kara Kemal ile Kara Vasıf
gibi diğer İttihatçılar ile Atatürk
arasında açık bir iktidar mücadelesi vardır. Bu kişilerle Atatürk arasındaki temel çelişki görüşlerde değil,
iktidar sorunsalındadır. Bildiğim kadarıyla, 1938’e kadar, görüşlerinden dolayı içeri atılmış bir
faşist ya da ırkçı yoktur. Dahası
“faşistleri” ya da “İttihatçıları” görüşlerinden dolayı cezalandırmak üzere bir
tek kanun maddesi dahi mevcut değil iken, Faşist İtalya’nın ceza kanundan
alınma –üstelik ağırlaştırılmış, ünlü 141 ve 142, sadece komünistleri değil,
toprak reformu isteyenleri bile ölüme kadar varan cezalarla tehdit etmektedir. (Şişmanov,
s.134) Tabi Türkiye aydınlarının başına onyıllar boyunca bela olan bu
maddelerin, “Atatürk’e rağmen ithal
edildiği” ve “Atatürk’ün bir anlık
boşluğundan faydalanan, bir kısım hainlerin bu haltı yediği” gibi komik
iddialara papuç bırakmayacaksak, sola karşı açık bir saldırının varlığını kabul
etmeliyiz.
Devletçilik ve
1923-1930 Dönemi
S.412’de Atatürk’ten şu alıntıyı yapıyorsunuz; “...Devletçiliğin bizce anlamı şudur; kişilerin özel teşebbüslerini ve
kişisel faaliyetlerini esas tutmak;
fakat büyük bir ulusun ve geniş bir ülkenin bütün ihtiyaçlarını ve (bu
uğurda) pek bir şey yapılmadığını göz önünde tutarak ülke ekonomisin
devletin eline almak.”(vba) Kanımca, bu yazıyı kim okursa okusun, şöyle bir
sonuç çıkartır; “ihtiyaçların giderilmesi konusunda bir şey yapılamadığı için
yani bir zorunluluk olarak,
fakat her halükarda “özel girişimi” esas
tutarak, ekonomiyi devletin eline almak”. Ne var ki, siz benim yorumuma
katılmıyor –Atatürk’ün
söyledikleriyle çelişmek pahasına, şu saptamayı yapıyorsunuz; “Devletçilik, ... koşulların gerekli kıldığı bir zorunluluk
değildir, idolojik bir tercihtir... Kemalizmin sosyal devlet anlayışı ve
ulus-devlet hedefleri, devletçiliği
zorunlu kılan esas nedenlerdir. Tekel egemenliğinin yerleştiği 20.yy’da
kapitalizm, mali ve sınai gücün belirleyici olduğu ekonomik bir sistem
oluşturur. Doğası gereği, yerli yabancı ayırımı yapmadan, sermayenin tümüne
eşit koşullar sağlanmasını ister. Böyle bir ortamda da ‘ulusal ekonominin’
yaratılması ve korunması gibi bir politika yürütülemez. Bu nedenle Kemalizmde devletçilik,ideolojisini
tamamlayan temel ve ilkesel bir kavramdır.”( s.413-vba)
Dikkatli bir şekilde
okunduğunda bu yaklaşım şu önermeleri kapsar; a)-Az gelişmiş bir ülkenin tekelci kapitalizm çağında, kalkınmak,
ulusal bir ekonomi yaratmak, bu ekonomiyi korumak ve sosyal devlet ilkesini
hayata geçirmek için “kapitalizm dışı” bir yola başvurması gerekir.
b)-Devletçilik “kapitalizm dışı” bir yoldur. “a”da “az gelişmiş” eklemesini kasıtlı olarak yaptım; çünkü bu terimi
çıkardığımızda yaptığınız saptamanın hiçbir anlamı kalmıyor. Böyle bir
yaklaşım, bizi zorunlu olarak, tekelci faşist Almanya, ya da tekelci Amerikan
kapitalizmlerinin ya “yerli-yabancı” ayrımı, dolayısı ile “korumacılık”
yapmadığına ve bu yüzden “ulusal” olmadığına ya da buralarda kapitalizmin var
olmadığına; dahası, “sosyal devlet”
ilkesinin, gelişmiş kapitalist ülkeler dahil, hiç bir yerde var olmadığına ya
da bu ülkelerin “kapitalist” olmadığına götürür ki; bunların hiçbirisi doğru
değildir. Bu açıdan önermeleri “az gelişmiş” ülkeler özelinde incelemek daha
sağlıklı olacaktır.
İki önerme birlikte
şunu anlatıyor; “20.yy’da, az gelişmiş bir ülke kalkınmak, ulusal bir ekonomi
yaratmak, bunu korumak ve “sosyal-devlet” ilkesine bağlı kalmak için
devletçiliğe başvurmalıdır.” Bu, kısmen doğru bir saptamadır, fakat ne yazık
ki, esas soruya cevap vermemektedir. Cevaplamaya çalıştığımız soru şu;
“Kemalizm, devletçiliğe zorunlu olarak mı başvurmuştur yoksa bu ideolojik bir
tercih midir?” Sizin bu soruya verdiğiniz cevabın özeti aynen şudur;
“Devletçilik, zorunluluk değil ideolojik bir tercihtir, çünkü tekelci
kapitalizm çağında, ulusal bir ekonomi kapitalist yöntem ile yaratılamaz.” Diğer bir deyişle; “Devletçilik zorunluluk değil, ideolojik bir
tercihtir, çünkü devletçiliğe başvurmak zorunluluktur!” Korkarım bu tür
çıkarımlar literatürde “totoloji”
olarak adlandırılıyor. Zaten s.409’da aynen şunları söylüyorsunuz; “Bu
koşullarda, sanayileşme girişiminin devlet öncülüğünde yürütülmesi kaçınılmaz
bir sonuçtur.”
Şimdi ikinci önerme
ile ilgilenmek istiyorum. Bu sayede “devletçiliğin” hangi durumlarda
ideolojik bir tercih olduğunu da açmaya çalışacağım. “b” önermesine
göre; “Devletçilik kapitalizm dışı bir sistemdir.”
Devletçiliği
tanımlamaya çalışırken, kanımca, işe iki ayrı tür “devletçiliğin” varlığına
değinerek başlamamız gerekiyor. Bunlardan
birincisi –SSCB’nin NEP dönemini örnek gösterebileceğimiz türden, kapitalist
üretim biçimini ideolojik olarak mahkûm eden bir devletçiliktir. Buna
göre, sosyalizme geçiş aşamasında, gerekli toplumsal dönüşümler bir anda
gerçekleştirilemediğinden, sadece küçük kapitalist işletmeler varlığını
sürdürebilecek, fakat toplumsal artığın büyük kısmını yaratan büyük işletmeler
kamulaştırılacaktır. “Artığı yaratan sınıf” doğrudan iktidardadır veya bunun
mekanizmaları aranmakta ve bu sayede artığı yaratan sınıfın, kendi yarattığı
artığı istediği yöne kanalize edebilmesi amaçlanmaktadır. Burada –kapitalizmin ideolojik olarak mahkûm
edildiği bir ortamda, kapitalist işletmelerin varlığı, bir “zorunluluk”,
“devletçilik” ise sınıfsal çelişkilerin varlığı üzerine kurulu bir doktrine
dayanan, ideolojik bir tercihtir. Bu türden bir devletçilik, şüphesiz,
“kapitalizm dışı” bir sistem olarak nitelendirilmelidir.
İkinci tür devletçilik
ise kapitalist üretim biçiminin, ideolojik olarak mahkum edilmediği bir ortamda
oluşur ve iki ayrı amacı olduğu söylenebilir; a)-Kapitalist ilişkilerin ve bunu oluşturan sınıfların yeniden
üretilmesini ve devamlılığını, b)-Bu ilişkilerin ortaya çıkması ve gelişmesi
amacını taşır. “a” tipine en uygun ülkeler olarak İskandinav ülkelerini
görürüz. Dahası, 1929 Bunalımının ve bunu takiben gelen 2.Dünya Savaşı’nın
ardından, benzer “devletçi” uygulamalara en gelişmiş kapitalist ülkelerde de
başvurulmuştur. Örneğin buhrandan sonra, “New Deal” uygulamaları, ya da
“sınıflı üretim tarzı sonucu ortaya çıkan talep eksikliğini” aşmaya yönelik
olan ve Keynesgil iktisat ile teorik temelini bulan “sosyal devlet”
uygulamaları bu çerçevede değerlendirilmelidir. Kapitalist üretim biçimi ve
onun sınıflarını yeniden üretmeye yönelik kamu harcamaları, gelişmiş kapitalist
ülkelerde GSMH’nin yüzde 50’sine yaklaşmaktadır. Dolayısı ile bu tip devletçiliği “kapitalizm dışı” olarak görmek, bizi
gelişmiş kapitalist ülkelerde “kapitalizmin” var olmadığı gibi saçma bir sonuca
götürür. Bu tip devletçilik, “kapitalizm dışı” olmadığı gibi, kapitalizmin
varlığını sürdürmesinin temel dayanağıdır. Bu türden bir devletçiliğin
dozu arttırılabilir ya da azaltılabilir. 1945 sonrasında gördüğümüz yoğun
devletçi uygulamalar, 1980 sonrası neo-liberalizm dalgası ile azaltılmaya
başlamıştır.
“b” şıkkında anlatmaya
çalıştığım devletçiliği, en özgün olarak Japon sınaileşmesinde buluruz.
Kitabınızda anlattığınız gibi; Karma ekonomiyi başarılı bir biçimde işleten,
kalkınmada devletin öncülüğünün belirleyici olduğu, korumacılık ile beslenen, devletin özel girişime “bütün olanaklarını”
sunduğu; fakat uygulanacak ekonomik politikalarda ağırlıklı olarak söz
sahibi olmayı bırakmadığı bir sermaye birikim sürecidir bu.(s.126-128)
İsterseniz önce şu “devletin bütün
olanaklarının” nereden geldiğine bir göz atalım –siz atlamışsınız. Japon
tarihçi Yamada’dan aktaran Avcıoğlu şöyle diyor; “19.yy’ın
ilk yarısında, yani feodal sömürünün şiddetlendiği bir dönemde, direkt
üreticinin elinde tarım üretiminin yüzde 39’u kalmaktaydı. Meiji Hükümeti’nin
tarım reformundan sonra bu oran yüzde 32’ye düşmüştür.”(s.87-vba)
Devam ediyor; “Demek ki Japonya’nın kapitalist gelişmesinin temelinde
gerçek üretici köylünün, prekapitalist
dönemdekinden de ağır biçimde sömürülmesi olayı yatmaktadır.”(vba)
Ayrıca Avcıoğlu s.98’de, Japon
Sanayileşme hareketinin, köylüden
sağladığı bu kaynağı müteşebbis yaratmak amacıyla doğrudan, prekapitalist düzenin hakim sınıflarına aktardığını,
fakat bu sermayenin, merkantil faaliyetlerden sanayiye bir türlü yönelmediğini
belirtiyor ve ekliyor; “Demek ki devlet
eliyle zengin edilen ticaret burjuvazisi, Japonya’da sinai kapitalizme geçişi
kendi başına tamamlayamayacaktı... Devletin
açık ve enerjik desteği zorunluydu.”(vba) Devletçe kurulan
fabrikaların, 1880’den sonra “halka”
devri konusunda bakın neler anlatıyor; “Görüldüğü
gibi (tablodan) girişimler karlı hale
gelince, maliyetlerinden çok ucuz
fiyata devredilmiştir. Ayrıca çok uzun ödeme süreleri tanınmıştır. Kısaca, devir işi, devletin kapitalistlere
bir hediyesidir.” Sayfa
128’de belirttiklerinize katılmamak mümkün değil; “bütün bunlar Türkiye ile büyük benzerlikler gösterir.” Bence
Türkiye ile Japonya arasında çok temel bir fark var. Bu konuya sonra döneceğim.
Şimdilik başlangıçtaki soruya geri dönmek istiyorum; “b” tipi devletçilik “kapitalizm dışı” olarak
nitelendirilebilir mi?
Böyle bir sistemde hakim üretim biçimine kapitalist
diyemeyiz. Fakat bu tip bir devletçilik
“kapitalizm dışı” da olamaz, çünkü bu terim, “kapitalizmden sadece üretim
biçimi itibarıyla değil ideolojik olarak” da ayrılan bir sistemi ima eder. Hâlbuki
Japonya’da “devletçilik” ideolojik bir seçimin değil, yapısal eksikliklerin bir
ürünüdür. Amaç, mevcut sınıf yapısının üzerine kapitalist ilişkiler inşa
etmektir. Bu sayede, mevcut sınıfsal
hiyerarşi, kendini yenileyerek var edecek, “ulusçu Japon devletçiliği”,
kapitalist-emperyalist bir sisteme dönüşecektir. Bahsettiğimiz devletçilik,
“kapitalizm dışı” değil, “kapitalizm öncesi”, geçici ve zorunlu bir
devletçiliktir.
İktisadi Sistem
Gelelim 1923 sonrasında Türkiye’de nasıl bir iktisadi
sistemin var olduğu konusuna. Size göre devletçilik, “1923 sonrası hemen uygulamaya
konulmuş fakat 1929 buhranından sonra yoğunlaştırılmıştır.”(s.418) İtiraf etmeliyim ki böyle
bir yaklaşıma ilk defa rastladım. Örneğin Avcıoğlu
bile –ki kendisi de Kadrocu teze yakındır, 30’lu yıllara kadar geçen dönemi “devlet
eliyle kapitalist yaratma süreci” olarak nitelendirir. Ben bu noktada
ne size ne de Avcıoğlu’na
katılmayarak, bu dönemi “liberal”
olarak adlandıracağım.
Dönemin neden “liberal” olduğunu, –ki diğer iki tanım da
bir “sınaileşme amacı taşındığını” varsayar- açmak istiyorum; Gülalp (1987), Kurmuş’tan8 aktararak
şunları söylüyor; “1920-1930 yılları arasında kurulan14
hükümetin programlarında sanayi ve sanayileşme süreci ile ilgili tek bir kelime
bulmak mümkün değildir. Dolayısı ile sanayinin korunmasına yönelik bir
gümrük politikasından da söz edilmemektedir.” (s.22, dipnot-vba)
Liberalizmi üç belirleyeni olan bir iktisat politikasına indirgersek, dönemin
tam anlamıyla liberal olduğunu söyleyebiliriz. Bu üç bileşeni, “dış
ticarette serbesti”, “kambiyo rejiminde serbesti”, ve “ağırlığın
özel sektöre verilmesi” olarak tanımladığımızda, dönemin “liberal”
olmadığını söylemek için hiçbir neden kalmaz. “Dış Ticarette Serbesti”
konusunda Lozan’ın getirdiği kısıtlamalar sık başvurulan bir mazeret olsa da
gerçek nedeni burada aramak yanlış olacaktır. Çünkü, Lozan’ın getirdiği
kısıtlamaları aşmaya yönelik alternatif önlemlere başvurulabileceği halde böyle
bir girişimde bulunulmamıştır. (Gülalp, 1987, s.22)
Gülalp
bunların neler olabileceğini belirtmiyor. Bana göre, bu önlemlerden birisi; lüks
tüketim mallarını büyük şehirlere uzak gümrük kapılarından sokmak olabilirdi.
Böyle bir sistem o günün ulaşım koşulları göz önüne alındığında, maliyete
yapacağı büyük eklemeden dolayı kesin çözüm verebilirdi. Lozan anlaşmasında
böyle bir uygulamayı engelleyebilecek bir hüküm bulunmuyor –en azından ben bulamadım.
Böyle bir önlemin akıl edilmesi ise fazla zor görünmüyor, nitekim 2000 yılında Ecevit Hükümeti bile böyle bir
uygulamayı gündeme getirmişti. Bir diğer yöntem, arttırılamayan gümrük
vergilerinin yerine lüks tüketim
vergileri koymak olabilirdi.
Kambiyo rejiminde serbestinin
maliyetini Avcıoğlu’ndan dinleyelim.
“Bir
kambiyo kontrolünün yokluğundan, Türk Parası, borsada bir spekülasyon konusu
olmaktadır. Türkiye’de İngiliz Lirasına çevrilen servetler, dışarıya
akmaktadır. Sıkı bir kambiyo kontrolü ve bir Merkez Bankası, ancak 1930
yılından sonra kurulabilecektir.”(s.369-vba) Avcıoğlu, Lozan’a bağladığı dış ticaret rejimi hakkında da şunları
söylüyor; “Bu yüzden sanayiin ciddi bir himayesi sağlanamadığı gibi, çoğu büyük
şehirlerdeki varlıklıların tüketimine giden aşırı ithalat, ödeme dengesinde
büyük açıklar yaratmaktadır. Cumhuriyet Türkiyesi, uzun yıllar döviz
kaynaklarının önemli bir kısmını, Avrupa sanayinin tüketim mallarına
yatıracaktır. 1927 yılında tüketim malları, ithalatın yüzde 70’ine ulaşmaktadır.”(s.369-vba)
Böylece, üç bileşene indirgediğim liberalizmin iki belirleyenini, 1923-1930
arası döneme uygunluğu açısından ele almış oldum.
Devletçi
sanayileşme
Üçüncü bileşeni, yani “özel sektöre ağırlık verilmesi” meselesini, Avcıoğlu’nun aktardığı onlarca diğer olayı bir kenara bırakarak,
sadece, sizin “devletçi sanayileşme”
programına örnek olarak gösterdiğiniz icraatlar (s.417) çerçevesinde
değerlendireceğim. Bunlardan ilk ikisinin, “devletçilikle” hiç alakası olmadığı şüphe götürmez ya “sınaileşme”
konusunda genel politikaya istisna
oluşturdukları söylenebilir. Bu iki istisna, 1925 Sanayii ve Maadin Bankası’nın
kurulması ve 1927 Sanayi Teşvik Kanunudur. “Devletçi Sanayileşme” adına, Sanayi ve Maadin Bankası’nın neler
yaptığını şöyle anlatıyor Avcıoğlu; “1925’te
kurulan banka, Osmanlı Devletinden miras kalan devlet teşebbüslerini, özel
şirketlere devredinceye kadar yönetmekle görevlidir. Banka tamamı kendine ait
sınai teşebbüs kuramayacak, fakat özel teşebbüslerle iştirake gidebilecektir.”(s.379-vba)
Avcıoğlu (s.380) bankanın özel
kişilerle –zoraki ortaklık-
politikasının kötü sonuçlarına örnekler verdikten sonra (s.381) şu saptamayı
yapıyor; “...kısaca bankanın iştiraklerine parça parça vermek zorunda kaldığı 4
milyon 270 bin lira para, geniş ölçüde israf olmuştur.”(vba)
Sizin (s.417), “bilinçli
bir tercih” ve “olumlu bir durum”
olarak yansıttığınız, “fabrikaların
1933’te Sümerbank’a devredilmesi”yle ilgili de örnek veriyor Avcıoğlu; “İmal ettiği iplikleri halıcılara satamayan fabrika (Kayseri
Bünyan), Pazar ve işletme sermayesi
sıkıntısına düşmüştür. İşletme
sermayesi sıkıntısı üzerine, 1927’de 175 binlik sermaye 350 bin liraya
çıkartılmış, ama yine hisse senetlerinin pek azı satılabilmiştir. Nihayet
fabrika, 1934 yılında Sümerbank tarafından satın alınmıştır.”(s.380)
Sınaileşme kaygısının yoğun olmadığı bu dönemde, ikinci istisnayı Sanayi Teşvik Kanunu oluşturur. 1909
ve 1913 tarihlerinde çıkartılan iki yasanın devamı niteliğinde olan bu yasanın
en dikkat çekici yönü “sanayi” diye “elsanatlarını dahi” teşvik etmesi ve
1930’lara kadar hiçbir sonuç vermemiş olmasıdır.(Gülalp, 1987, s.22-23) Kaldı ki yasanın devletçilikle zaten bir
alakası yoktur ve kanun –doğası gereği- özel teşebbüsü teşvik eder.
Özetle andığımız iki icraat, liberalizmin 3.ayağı olarak
tanımladığımız, “özel teşebbüse öncelik verilmesi”ni örnekler niteliktedir. Son
olarak, size göre dönemin “devletçi sınaileşme atılımlarının bir parçası” olan İş Bankası hakkında Avcıoğlu şöyle diyor; “Hayri İpar ile işbirliği içinde halindeki nüfuzluİş Bankası grubu, şeker
ticaretini ele geçirdikten sonra, Atatürk Bulvarı üzerinde, bugünkü meclisin
karşısında içinde iki güzel sekreter bulunan bir büro tutmuş, şeker ithalinden sağlanan büyük karları paylaşmışlardır.
İthal işi dahi, şeker fabrikaları tarafından yürütülmüş... Üretiminikısan şeker
fabrikaları ise zarar etmiş(tiry.n.)...”(s.385-386, vba), “İş Bankası’nın giriştiği cam sanayiinde de
durum farklı olmamıştır.”(s.386) İnsanın aklına dört soru geliyor: Bu ne
tür bir devletçiliktir? Bu ne tür bir sınaileşmeciliktir? İş Bankası grubunun nüfuzu, acaba Atatürk’ten mi kaynaklanmaktadır? Size
göre Atatürk Devrimlerinin yılmaz savunucuları arasında bulunan Kılıç Ali
bu gruba dahil midir?
Özetle, üç bileşenle
tanımladığım liberalizm, bu dönemin iktisat politikalarını nitelendirmek için
kullanılabilecek en uygun terimdir. Kanımca bunda şaşırılacak hiçbir şey
yoktur; çünkü dönemin hakim sınıfları, “tüccarlar” ve “eşraf”, doğası gereği
“kompradordur”. Bu doğrultuda, 1929 buhranına kadar, değil “devletçi
sinaileşme”, “sınaileşmek” adına bile
fazlaca birşey yapılmamıştır. Japonya ile Türkiye arasındaki temel fark bu
noktada aranmalıdır. Japon sınaileşmesi, planlı-sistematik bir süreç dahilinde
yürütülmüşken, Türk sınaileşmesi içsel ve dışsal etkilerin uyarısı ile
gerçekleşmiştir. Bu etkilerin ilki ve en önemlisi 1929 Bunalımıdır.
1929 Bunalımı,
Devletçilik ve Sonrası
Bu
bölümde sıralayacağım düşünceler Gülalp’in
(1987) ifade edilen görüşlerin kaba
bir özetidir. Latin Amerika ile kıyaslayarak anlatacağım süreç 1929 Bunalımı
ile başlıyor. Birincisi, bunalım, Türkiye’nin geleneksel ihraç ürünlerine
duyulan talebin daralmasına yol açmış, dolayısı ile tarım ürünlerinin
fiyatları, ülke içinde ve dışında önemli ölçüde düşmüştür. Bu açıdan, 1929 buhranı içeriye “ihracata
dönük egemen sınıfların bunalımı” şeklinde yansımıştır. İkinci olarak,
un, şeker ve dokuma gibi en temel tüketim maddelerini bile ithal eden Türkiye, bunalımın etkisiyle toplumun tümünün
kendisini yeniden üretmesini tehdit eder boyutta bir tehlikeyle karşılaşmıştır.
İhracat 1929’da 155,2 milyon TL’den 1933’te 96,2 milyon TL’ye; aynı dönemde
ithalat 256,3 milyon TL’den 74,7 milyon TL’ye düşmüştür. Dikkat edilirse ithalattaki daralma çok daha dikkat
çekicidir ve bu nedenle, bir yerli sanayi kurulması hem bir “zorunluluk” hem de
çok “karlı” bir iştir.
Bu noktada hem
Latin Amerika hem de Türkiye’de bir “ithal ikameci” sınaileşme atılımı
başlar. Fakat 1930’lara kadar tarım ürünleri ihraç edip bitmiş mamuller ithal
eden Türkiye ve Latin Amerika arasında temel bir farklılık vardır. Latin Amerika, 1.Dünya Savaşı boyunca hiç
ihracat sıkıntısı çekmemiş, buna karşın ithal edecek bitmiş mamul bulmakta
zorlanmış ve uluslararası işbölümünde ortaya çıkan bu aksaklık nedeniyle -küçük
boyutlu da olsa, bir sanayileşme süreci yaşamıştır. Bu süreç, savaş
sonrasında toplumsal yaşama hakim olabilecek kadar güçlü olmasa da, bir “sanayi burjuvazisi” yaratmıştır.
Savaş bittiğinde Latin Amerika’da, geleneksel sınıfların ağır basan çıkarları
doğrultusunda sanayileşme süreci durmuştur. Fakat yukarıda, Türkiye özelinde
bahsettiğimiz, Büyük Bunalım ile ortaya çıkan nedenlerden dolayı, “ithal
ikameci” birikim süreci kaçınılmaz hale gelmiştir. Bu doğrultuda,1930’lu
yıllarda, L.Amerika ile Türkiye
arasındaki temel fark, Latin Amerika’da ithal ikameci sınaileşmeyi
sırtlayabilecek bir “sanayi burjuvazisi” varken, savaşı var olan sanayisini de
yitirerek noktalayan Türkiye’de –desteklenip büyütülebilecek- böyle bir sınıfın
var olmamasıdır. Bu temel fark, Latin Amerika’ya özel girişime dayalı bir
sınaileşme programını “başarı” ile uygulama şansı verirken, Türkiye’yi “zorunlu
devletçiliğe” sürüklemiştir.
*
Türkiye’de devletçilik dönemi, özel girişimin
desteklendiği ve büyütülmeye çalışıldığı bir süreçtir. Devlet teşebbüsleri, özel kesimin bulunduğu alanlara hiç girmemiş, dahası
“sınaileşme programı”, “geleneksel hakim sınıfların çıkarlarının korunması” esasına
dayandırılmıştır. Bu bağlamda, yukarıda (s.8) aktardığım buğday
ve pamuk ürünlerinin ticaret hadleri arasındaki çelişki hatırlanmaya değer bir
nokta sanıyorum. Devletin “teşvik” ve “desteğine”, dış rekabetten korunan iç
pazarın sunduğu cazip olanaklara rağmen, güçlü bir “sınai burjuvasi”
gelişemeyecektir. Yaratılan koşulların
cazipliğine bir örnek olarak, 1935 yılında, 20 liraya satılabilecek çimentonun,
30 Liraya satılmasını, –ki en büyük müşteri, yüzde 70 ile devlettir-
anabiliriz. (Avcıoğlu, s.394-395) Dolayısı ile devletçilik yılları, geleneksel sınıfsal dokunun “büyük
oranda” kendisini koruduğu ve hakimiyetin, ihracata yönelik sınıfların elinde
kaldığı bir dönem olmuştur. Latin Amerika’da ise, 1945 yılına kadar
süren dünya buhranı, “sanayi burjuvazisi”ni kelimenin tam anlamıyla ihya etmiş
ve bu sınıf 1945’lere gelindiğinde en büyük ekonomik ve siyasal güç haline
gelmiştir. Bu koşullarda, 1945’i
takiben, Latin Amerika ülkeleri “ithal ikameciliğe” devam etmiş, Türkiye ise
geleneksel ihracata dayalı sömürge ekonomisine dönmüştür. Sizin de milat
aldığınız, 1945 yılı, -savaşın yarattığı karaborsa ortamında iyice semiren
tüccarlar ve toprak sahipleri açısından- devletin ekonomiye müdahalesini
gerektiren nedenleri ortadan kaldırmıştır.
*
Kore savaşıyla başlayıp, 1954 yılına kadar süren dönem,
“tüccar-eşraf ortaklığının” altın yıllarıdır. Savaş dolayısı ile genişleyen tarım ürünleri ihracatı, lüks tüketim
ürünleri ithalatını finanse edecek dövizi sağlamış ve böylece Menderes’li
yılların ilk dönemi “refah” içerisinde geçilmiştir. 1955 yılından
başlatabileceğimiz ikinci Menderes dönemi tam bir hüsrandır. Kore Savaşı’nın
sona ermesi ve savaş stoklarının kullanıma açılması, dünya pazarında, tarım
ürünleri talebinin son derece daralmasına sebep olmuştur. Daralan ihracat, ithal edilen tüketim
mallarının finanse edilememesine yol açınca, ortaya sürdürülemez nitelikte bir
“ödemeler dengesi” sorunu çıkmıştır. İşte tam burda, tarih ilginç oyunlarından
birini oynar ve “hain”, “liberal” Menderes nasıl olursa olur,
“kalkınmacı” Atatürk’ün 1930’lu yıllardaki icraatlarına çok benzer
uygulamalar yapmaya başlar. Gümrük duvarları yükseltilir,
korumacılık başlar, kamu harcamalarına hız verilir, tüketim malları ithalatı
daraltılır ve Türkiye tarihinde ikinci kez “ithal ikameci sınaileşme” sürecine
girer. Fakat 1930’lu yıllarla, 1955’te başlayıp 1980’de sona eren süreç
arasında temel bir farklılık vardır. Dış
ticaretin durmasıyla birikimi aksayan ticaret burjuvazisi “işin mal alıp
satmakla” sürdürülemeyeceğine aklı yatınca, biriktirdiği muazzam sermayeyi
“sanayi yatırımlarına” kaydırmaya başlar. Böylece, dış rekabetten korunan iç
pazar, gerek yerli ticaret burjuvasinin, gerekse –1930’lu yıların aksine-
genişleme sürecinde bulunan metropol sermayesinin, karlı sınai yatırımları
yapacağı bir alan oluşturur. Bu sefer “ithal ikameci” süreç, özel
kesimler öncülüğünde yürütülebilecek ve devlet, ikincil bir rol oynayacaktır.
1955’te başlayan süreç ile ilgili olarak iki nokta daha
önem taşıyor. Birincisi, “ithal
ikameci” sınaileşme, iç pazara yönelik üretim yaptığından mümkün olduğunca
geniş bir iç talep ihtiyacı duyar. Bu açıdan, iç talebi genişletmek
amacı taşıyan popülist uygulamalar –örneğin güçlü sendikaların varlığına göz
yummak, yerli kapitalistlerin zararına olmadığı gibi sistemin
sürdürülebilirliği açısından gereklidir. Olaya böyle bakınca, Türkiye’de 1960’ta başlayıp 1980’e kadar süren,
Latin Amerika’da ise 60’ların sonu ve 70’lerin başına kadar devam eden
“populist rejimlerin” varlığına pek şaşırmamak gerekir. İkincisi, ithal ikameci
sanayileşme aşırı değerli para birimi ile desteklenmek zorundadır. Bu
sayede –ihracatın baltalanması pahasına, sanayicinin ithal edeceği ara mamüller
ile yatırım mallarını mümkün olduğunca ucuza mal etmesi amaçlanır. Tam da bu
yüzden, ithal ikamecilik iç pazar ile kısıtlıdır ve daha da genişlemesi mümkün
olmayan iç talep, giderek artan üretim
kapasitesi karşısında yetersiz kalmaya başlayınca kriz baş gösterir. Krizi besleyen bir diğer faktör ise aynı
sebeple ortaya çıkan döviz darboğazıdır. Bu nedenlerle, “ithal
ikameci” sanayileşme sonsuza dek sürdürülemez, kriz aşılmalıdır.
*
Krizleri aşmanın tek yolu
ekonomiyi ihracata yöneltmektir. Bu sayede, sanayici eğer yeterince “rekabetçi” ise,
kendi ithalatı için gerekli olan dövizi, kendisi elde edecek ve dış pazarın
sınırsız talebinden yararlanacaktır. Fakat
“rekabet gücünü” arttırmak için bilinen tek yöntem iş-gücü ve hammadde
fiyatlarını mümkün olduğunca baskılamaktır ki, iktidarda bulunan populist
hükümetlerin böylesine “etkili” önlemleri alması hiç kolay değildir. Bu
yüzden generaller göreve çağrılır ve “otoriter” rejimler başlar. Latin
Amerika’da oldukça ağırlaşan kriz, halkı, “generallerin gazabı” ile erken tanıştırırken, Türkiye’de,
gurbetçi dövizleri sayesinde, sistem sürdürülebilir niteliğini hala
korumaktadır. Bu anlamda, 1971 darbesi
“zamansız” bir darbedir. 70’lerin sonunda, kriz iyice ağırlaştığında, Kenan
Paşa göreve çağrılır ve ünlü 24 Ocak kararlarıyla Türkiye yönünü “ihracata”
çevirir.
Darbelerde, burada anılmayan çeşitli siyasal, toplumsal
faktörler ve tabii ki emperyalizm
rol oynamış olsa dahi, ana nedeni “birikim sürecinin iç dinamiklerinde”
aramak gerekir. Ne diyordu Mahir Çayan;
“Emperyalizm
içsel bir olgudur!”
Kemalizmin
Anti-emperyalistliği
“Size göre anti-emperyalizmin ne olduğunu”, kitabınızda açıkça
belirtmediğiniz için, Kemalizm hakkında anlattıklarınızdan hareketle -sizin
adınıza, “anti-emperyalizmin” bileşenlerini tanımlamak istiyorum. Hata yaparsam
mazur görünüz lütfen. Buna göre; a)-Anti-emperyalist bir uluslararası
dayanışmanın temeli, emperyalizmi kendi ülkenizde yenmektir.(s.410)
b)-Anti-emperyalist bir sistem sanayileşmeci olmalıdır. c)-Tekelci eğilimi olmayan, ulusal nitelikte
özel girişimcilik desteklenmeli; fakat sınaileşme asıl olarak devlet
tarafından yürütülmelidir.(s.411-412) d)-Yüksek bir anti-emperyalist bilince
sahip olunmalıdır.
Bu tanımın eksik ya da yanlış olduğu öne sürülebilir.
Fakat tanımın doğruluğunu veri alsak dahi Kemalizm anti-emperyalist değildir.
“A” şıkkı hakkında ekleyecek bir şeyim yok onun için “b”
ve ”c”den başlayacağım. Öncelikle, yukarıda etraflıca ele aldığım üzere, 1930
sonrası Türkiye’nin “sanayileşmeciliği” de “devletçiliği” de ideolojik bir
tercihe değil koşulların zorlamasına dayanır. Koşullar ortadan kalktığında “devletçilik” de “sanayileşmecilik” de bir
kenara bırakılmıştır. Kaldı ki, sizin
de belirttiğiniz üzere, sınaileşmeye önem vermek, antiemperyalist bir
yaklaşımın varlığına, tek başına kanıt kabul edilemez. Sınaileşmecilik, “tek başına”, bir sistemi “ulusal” yapabilir ama
“anti-emperyalist” yapamaz. Aksi takdirde bütün “emperyalist”
devletlerin aslında emperyalist olmadığına hükmetmemiz gerekirdi.
Anti-emperyalizmin varlığından bahsedebilmek için,
sınaileşmeceliğin, “anti-tekelcilik” ile birleştirilmesi gerekir.
Fakat Kemalizmin anti-tekelciliği 414. sayfada aktardığınız sözlerle
sınırlıdır. Tekelcilik, “ulusal bağlamda”, “ulusal çıkarlar” gözönüne alınarak
eleştirilmekte ve “ulusal çıkarlar” söz konusu olduğunda, devletçiliğin tercih
edileceğinden bahsedilmektedir. Ne var
ki, ne bu sözlerde ne de başka bir yerde, tekelciliği uluslararası bir bakış
açısıyla ele alıp, finans-kapital ile emperyalizm arasında doğrudan bağlantı
kuran ve tekelciliği bu açıdan mahkum eden tek bir söz yoktur.
“Stanley Fisher dahil” bütün
liberal iktisatçılar, tekelleri, toplumsal faydanın maksimize edilememesi
açısından eleştirir. Anti-emperyalizmin kıstası ulusal fayda değil,
uluslararası fayda olsa gerektir. Kaldı ki tekelciliği ulusal bakış açısıyla
ele alan Atatürk’ün sözleri, her
zamanki gibi havada kalmaktadır. Atatürk’ün “parası” ve “nüfuzu” ile güçlendikçe güçlenen İş Bankası, bugün 15
milyar dolar civarındaki bilançosu ile Türkiye’nin en büyük holdinglerinden
biridir. Vehbi Koç ise 1917 yılında bakkallıkla başladığı serüvenini, Atatürk
döneminde inşaat malzemesi işi ve yabancı firmaların temsilciliği ile sürdürmüş
ve o dönemde hatırı sayılır servetler elde etmiştir. Yurt içinde olduğu kadar
yurt dışında da karlı yatırımlar peşinde koşan bu iki holding ne kadar
antiemperyalist ise Atatürk de o kadar anti-emperyalisttir!
Korkarım siz, İş Bankası ve Koç Holding tecrübelerinden Atatürk’ü sorumlu tutmayacaksınız. Her
zamanki gibi, idealist kategoriler
kullandığınızdan “tekelci eğilimleri
olmayan girişimcilerden”, ya da “ulusal
girişimcilerden” rahatlıkla bahsedebiliyorsunuz. Bu sayede, Atatürk’ün İş Bankası ve Koç’un tekelci eğilimlerini
farkedememiş olduğunu söyleyebilmek ve Atatürk’ü aklamak olanağı doğuyor. Eğer “girişimci” sözcüğünün muğlâklığından kurtulur ve kapitalist sözcüğünü tercih edersek ve
Marx’ın Kapital’de “kapitalist” sözcüğünü, “kişileşmiş sermaye” olarak
tanımladığını hatırlarsak, bu tür kategoriler kullanmanın absürtlüğü daha iyi anlaşılacaktır. Sermayenin taşıdığı tek eğilim, üretim ve
dolaşım aşamalarında kendi kendisini mümkün olduğunca büyütmektir.
Büyüyebilmek için korumacı politikalara ihtiyaç duyduğunda “ulusal”, yeterince gelişip
dışpazarlara açılmak istediğinde “küreselleşmeci”
politikaları savunur. O ya da bu
politikayı savunması, onun özünde bulunan bir nitelikle değil, gücüyle
belirlenen stratejik hedefleriyle ilintilidir. Özetle, “tekelci eğilim taşımayan” sermayeden hiçbir koşulda
bahsedilemeyeceği gibi, ulusal bir sermayeden ancak belirli koşullar altında
bahsedilebilir. Örneğin 60’lı yılların “ulusal” sermayesi Koç Holding, bugün
“küreselleşmeci” bir gruptur.
“d” şıkkı, yani
Kemalizmin anti-emperyalist bilinci konusunda, sizi Atatürk’ün yüksek bir bilince sahip olduğuna inandıran çeşitli sözler
alıntılıyorsunuz. Bunlar arasında, Lenin’e
yazdığı mektupta vurguladığı üzere “batılı
emperyalist ve kapitalist devletlere karşı olmak”, “ulusların kendi kaderini
tayin hakkına saygı duymak”(s.98) ya da başka bir yerde söylediği “sömürülen ulusların uyanışını şimdiden
görmek” en önemlileridir sanıyorum. Bu sözlerin, “hangi konjonktürde ve neden söylendiğine” dair tartışmaları bir
kenara bırakıp, Avcıoğlu’nun Falih Rıfkı’dan alıntıladığı bir olayı
aktarmak istiyorum. Avcıoğlu
(s.372); “Atatürk, önce Osmanlı Bankası
ile ortaklık kurarak bu bankayı az çok kontrol altına almak istemiştir. Osmanlı
Bankası’nın olumsuz tutumu üzerinedir ki, bir milli banka kurmanın
zorunluluğuna kanaat getirmiştir”, dedikten sonra Falih Rıfkı’dan alıntılıyor; “- Acaba sizdeki yüzbin liramızla bankanıza
ortak olamaz mıyız?’ sualine, Türklerin, bu işlerle uğraşması yersiz olduğu
gibi bir cevap verince, Mustafa Kemal, yüzbin lirayı hemen bankadan çeker,
çuval içinde Kasaboğlu çarsısında bir dükkana koyar ve önüne bir de nöbetçi
diker. Şimdi sermayeleri yüz milyonları aşan resmi ve hususi bankaların temeli
budur.”
Sanırım, emperyalizmin, “yüz bin liralık truva atıyla içerden
fethedilebileceği” yanılgısına düşme şerefine nail olmuş, dünyanın ilk
ve tek “anti-emperyalist”, “3.dünyacı” devrimcisi Atatürk’tür. Üstüne üstlük, emperyalist şirketler bu numarayı
yutmayıp, bir de kendisini azarlayınca, büyük bir hayal kırıklığına uğramış,
öfkesinden, elinde çuvallarca para yollara düşmüştür. Kusura bakmazsanız, Atatürk antiemperyalist bilince sahip
bir 3.dünya devrimcisi değil, olsa olsa “naif”
bir milliyetçidir –bütün şaşaalı sözlerine rağmen...
Kürt Sorunu
Bu hassas
konuyla ilgili çok uzun yazmayacağım. “Hassas” dedim, çünkü bütün Türkiye hep beraber
ağır bir “cinnet krizi” geçiriyoruz. Sanırım, siz de bu “cinnet krizinden” fazlasıyla etkilenmişsiniz. O yüzden mümkün
olduğunca kısa tutmaya çalışacağım.
TEZ:Kürtler önce İngiliz emperyalizminin uşağı olmuştu, şimdi
de Amerikalı’lara uşaklık ediyorlar. Üstelik zırt-pırt ayaklanıp kendilerine
bahşedilecek demokratik hakların da sürüncemede kalmasına neden oluyorlar.
Özerklik düşünülemez, üniter devlet bölünemez; bunlar emperyalizmin
böl-parçala-yönet politikalarıdır.
ANTİTEZ:Cumhuriyetin
kuruluşundan bu yana Kürtlerin varlığı inkar edilmiştir, düzenli bir
asimilasyon programı uygulanmaktadır, ayrılık ve bağımsızlık istiyoruz. Savaşacağız.
Özet:
Bir Yumurta-Tavuk Hikayesi.
BİLANÇO: “Şehitler Ölmez!” nidalarına
rağmen, her iki taraftan on binlerce ölü ve yaralı, üstelik de psikolojisi
bozuk bir nesil! (Aman Deniz Som beni duymasın, yoksa Emin Çölaşan’la birlik
olup, “ne emperyalizm ajanlığımı” bırakır ne de “kürtçülüğümü”! Nadire Mater’e
yapılanları hatırlayınca biraz ürküyor da insan...)
NOT: Dikkat
edilirse;“Türkler kart-kurt etti, Kürt ondan çıktı. Bunların dilinde bile
meymenet yok, 16 ayrı lehçeleri var. Newroz yoktur, Orta Asya’dan beri
kutlanmakta olan Nevruz vardır!” deyip, meclis bahçesinde lastik yakarak,
lastiklerin üzerinden atlayanları muhatap bile almadım. Onlara Tanrı’dan “akıl ve fikir”, bu adamlarla aynı yurdu paylaşmak
zorunda olan herkese “sabır” diliyorum!
YORUM: “Antitezcilere” söylenecek tek bir
şey var; Savaş, tecrübelerle sabit olduğu üzere, hiçbir olumlu sonuç
doğurmadığı gibi, halkların düşmanlığını körüklemektedir. Uluslararası dengeler üzerinde ip-canbazlığı
yaparak ve uyuşturucu kaçırarak, bağımsız bir devlet değil, olsa olsa
Türkiye’den beter bir “muz cumhuriyeti” yaratılabilir.
“Tezcilere” hatırlatılır; “...Türkiye’nin halkı söz konusu olurken
onları (Kürtler-y.n.) da beraber ifade etmek gerekir. İfade olunmadıkları zaman bundan kendilerine sorun yaratmaları daima
mümkündür.”(Atatürk’ten alıntı, kitabınızda s.427-vba) Yani Mustafa Kemal’in de farkında olduğu
üzere, Kürtlerin sorun çıkarmalarının tek kaynağı “emperyalizm” değildir. Yoksayıldıkları anda sorun çıkarmaları
muhtemeldir ve çıkarmışlardır da. Atatürk
1923 yılından sonra “Türkiye’nin halkı”
tabirini asla kullanmamış –sizin, hakim
unsurun ulusa adını vermesini son derece doğal bularak, meşrulaştırmaya
çalıştığınız üzere- “Türk halkı”
terimini kullanmıştır. Atatürk’ün
Nutku’nda Şeyh Sait isyanını anlatan
kısa bölümde bir tek sefer bile “Kürt”
sözcüğü geçmez.9 Atatürk’ün
bu “nesnel” yaklaşımı üzerine,
hiçbir tarihçinin çıkıp da “nesnellik dışı” yorumlar yapması
beklenemezdi elbette.
Kısaca, Atatürk
ve Kemalistler “Kürtlerin bundan sorun
çıkaracağını” bile bile adamları yok saymış, sonra da bütün suçu
emperyalist ülkelerin üzerine atmıştır. Dahası, bir asimilasyon programının
daha o tarihlerde var olduğunu, ispat etmek için derinlemesine analizler
yapmaya pek gerek yok sanıyorum. Uğur Mumcu’nun, “Kürt Dosyası”nda anlatılan ve “Dersim sorununu çözmek” üzere ortaya atılan fikirleri bir
incelemek yeter. Açıkça “asimilasyon”
sözcüklerini kullanan, Diyarbakır
1.Umumi MüfettişiAbidin Özmen’in
görüşleri, Atatürk tarafından “nesnel” bulunmuş olsa gerek ki, Özmen gibi bir adam, 1935 yılında
bölgenin en üst yöneticiliğine atanabilsin!10 Sizin –kusuruma
bakmazsanız, tam bir “misyoner
jargonuyla” anlattığınız, “ilkel”
Dersim’e “medeniyet” götürülmesi
sürecinin bir de bu yüzü var galiba. Bu arada, “ilkel” Dersim’in “çağdaşlaştırılması” için, isminin Tunceli olarak değiştirilmesine neden ihtiyaç duyulmuştur, bir
türlü anlayamadım!
*
Son olarak, şu “özerklik” meselesi ile ilgili bir iki
söz söyleyip konuyu ve yazıyı noktalayacağım. (s.428) belirttiğiniz üzere,
Kemalizm “ulusal birliğe” büyük
önem verir ve “vatandaşlar”
arasında hiçbir etnik ayrıcalığa
izin vermez. (Şu “vatandaş”
sözcüğü bile, bakış açılarımız arasındaki farklılığı fazlasıyla yansıtıyor, ben
“yurttaş” sözcüğünü tercih
ederdim.) Sizin yerinize devam edeyim; dahası Kemalizm, yukarıda anlatılan
asimilasyon politikası çerçevesinde, yurttaşların, mümkün olduğunca “tek tip” ve “damarlarında asil kan taşıyan Türk”lerden oluşmasını tercih eder. Hal
böyle olunca özerkliğin düşünülmesi bile mümkün değildir. Tam da bu yüzden, Ahmet Emin Yalman’a söylenmiş olan, “Türkler ile Kürtlerin “çok kaynaşmış”
olmasından dolayı özerklik verilemeyeceğini” anlatan sözler, tam bir “laf-ı güzaftır”.
SONNOT:Bir
yanlış anlaşılmanın önüne geçmek için, eklemeliyim ki, yukarıda özetlemeye
çalıştığım resmi politikanın yürütücüleri ve savunucuları kadar, ayrılık safsatası ile on binlerce masum
insanın ölümüne neden olan, üstelik de yakalanınca süt dökmüş kediye dönen adam
ve şürekasına da “antipatim” var. Bence, kan dökülmeden yürütülecek bir
toplumsal muhalefet hareketi, böylesine bir düşmanlık ortamı yaratmaz, Türk
tarafından da geniş destek bulabilirdi. Bir tartışma ortamı yaratılıp,
karşılıklı diyaloga dayanan bir çözüm üretilebilirdi. Bu çözümün ne olacağını
ben bilemem. “Özerklik” dahil, herhangi
bir yaklaşıma “mutlak” destek vermiyorum, çünkü böylesine önemli bir konuda
atıp tutacak kadar yetkin görmüyorum kendimi. Fakat size söyleyecek son
bir sözüm var; APO’nun ABD tarafından Türkiye’ye teslim edildiği gerçeğine dahi
gözlerinizi kapatarak, olayı basit bir “Amerikan oyununa” indirgemeye devam
edip, üstelik de yukarıda anlattığım gerçekleri inkar etmekte ısrar ederseniz –ilerde tekrar alevlenebilecek bir savaştan
siz de sorumlu olursunuz. En azından benim gözümde; sizin için bunun hiçbir
önemi olmasa bile.
SONSÖZ: Katı olan her şey buharlaşıyor.
Değerli
vaktinizi ayırdığınız için teşekkür ediyor, sevgiler saygılar sunuyorum. Umarım
tarzımı mazur göreceksiniz.
DİPNOTLAR
1 Aydemir,
Ş. S. (1976), İkinci Adam, Remzi Kitabevi, Cilt 1, (sf.52-55, 190, 200),
aktaran, Haldun Gülalp (1987), Gelişme Stratejileri ve Gelişme
İdeolojileri, Yurt Yayınları, (sf.90-92)
2 Şişmanov,
D. (1990), Türkiye İşçi ve Sosyalist Hareketi, Belge Yayınları, (sf.136)
3 Gülalp,
H. (1994), “Capitalism and the Modern State”, Journal of Historical
Sociology, vol. 7, no. 2, (sf.155-176)
4 Avcıoğlu,
D. (1982), Türkiye’nin Düzeni, Tekin Yayınevi, Cilt 1
5 Zürcher,
E. J. (1995), Milli Mücadelede İttihatçılık, Bağlam Yay., (sf.133-137,
164-165)
6 Özakman,
T. (1997), Vahidettin, M. Kemal ve Milli Mücadele, Bilgi Yayınevi, (sf.
254)
7 Gülalp,
O. (1987), Gelişme Stratejileri ve Gelişme İdeolojileri, Yurt Yayınları,
(sf.27)
8 Kurmuş,
O. (1976) , “Cunhuriyetin İlk Yıllarında Sanayiin Korunması Sorunu ve Ticaret
Sermayesinin Tavrı”, Makine Mühendisleri Odası Sanayi Kongresi Tebliği, (sf.
14-15)
9 Atatürk,
M.K. (1994), Söylev, Çağdaş Yayınları, (sf.406)
10 Mumcu,
U. (1993), Kürt Dosyası, Tekin Yayınevi, (sf.145-149)
arkadaş markist entel ve dantel yoldan gerici bir Atatürk düşmanlığı yapmış.sabırla sonuna kadar okudum, metin ağabey yazdıklarının hiçbirisini dikkate almamanız dileğiyle saygılarımla .
YanıtlaSilUkalaca ve saygı derecesini aşan bir eleştiri yazısı olmuş. Çok yazılıp çizilmiş ve bir çok örneği olsa da, kurtuluş savaşının koşullarını tarafsız bir gözle bakarak eleştirdiğini söylemek pek mümkün görünmüyor. Atatürk karşıtlığı, kürtçü ve marxist bir gözle bakınca böyle bir şey çıkması gayette normal görülebilir.Kuşkusuz hem kurtuluş savaşının hemde Atatürk'ün eleştirilecek yönleri vardır. Yeniden yapılanmada hatalarda yapılmış olabilir.
YanıtlaSilFakat dünyanın kabul etmiş olduğu gerçeği görememek de bir zayıflık olsa gerek. kürtler konusunda hükümetlerin ve devletin yapmış olduğu stratejik hatalar kuşkusuz vardır. Ama bu bile yaşadığın yere silah çekmeyi gerektirmez. Bu eleştiriye çok söylenecek, yazılacak şeyler var ama benim bu arkadaş kadar maalesef zamanım yok.