Sağlığı, 1935’ten sonra bozulmaya başladı. Bu
kez görülen, eski hastalıklarından birinin depreşerek onu yeniden rahatsız etmesi
değil, dış görünüşüne yansıyan genel bir çöküntüydü. Kendini güçsüz hissediyor,
çabuk yoruluyor ve eski verimiyle çalışamıyordu. Ten rengi hızla solmuş, yüz hatlarında
derin kırışıklıklar oluşmuştu. Onda pek görülmeyen bir yorgunluk ve bu yorgunluğa
bağlı bir bezginlik görülüyordu. Ancak, belirtilere karşın, rahatsızlığının nedeni
karaciğer hastalığı bir türlü saptanamıyordu. Tanı gecikmesini ve yanlış tedaviyi
anlamıştı. İsviçre’de okuyan Afet İnan’a
gönderdiği mektupta, “bence doktorların
yanlış görüş ve hükümleri nedeniyle hastalık durmamış, ilerlemiştir” diyor;
İsmet İnönü’ye “İsmet, hastalığım çok
daha önce bana bütün ağırlığıyla anlatılsaydı, o zaman işin başında, tam başında
önlemini alırdım. Bu noktaya getirmezdim. Bana yeterince anlatılmadı, gerçekler
gizlendi” diye serzenişte bulunuyordu. Fransa’dan getirilen, Prof. Dr. Frank Fiessinger, kendisini hayrete uğratan
bir gerçekle karşılaşıyor, “Atatürk’e o güne
dek hiçbir kan tahlili yapılmadığını” görüyordu.(x)
Sayrılık (Hastalık) ve Hekimler
1935 Şubat’ında, Çankaya’da bir akşam, herhangi bir öneri
olmadan, Dr.AsımArar’dan kendisini muayene etmesini istedi. Hekim
denetiminden pek hoşlanmadığı ve zorunlu kalmadıkça hekime başvurmadığı
bilindiği için, bu istek, yakın çevresini şaşırtır.1 1935 Temmuz
başında, aynı isteği yineler ve Florya’da nezaket ziyaretine gelen Dr.Neşet
Ömer İrdelp’den, kendisini muayene etmesini ister.2
Dört ay arayla gelen muayene istekleri,
kendisini iyi hissetmediğini ve doktora başvurmasını gerektirecek kadar bir
sıkıntısının olduğunu gösteriyordu.3 Sabahları, dinlenmemiş olarak
kalktığından, soğuğa karşı direncinin azaldığından ve renginin giderek
solduğundan4 yakınmaktadır. Hekimler, birbirine benzer yargılarda
bulunur. Dr. İrdelp; kalbinde, karaciğerinde ve böbreklerinde olağanın
dışında bir şey olmadığını söyler, halsizliği için ağrı kesici tabletler verir.5
Yakınmalar Sürüyor
Yakınmaları, 1936 ve 1937’de artarak sürdü. İştahı
azalmakta ve kilo yitirmektedir. Yürüyüşü sevmesine karşın, çabuk yorulduğu
için yürümeyi bırakır. Ayaklarda kaşıntı, burun ve diş etlerinde kanamalar
başlar. Ankara Numune Hastanesi Deri Hastalıkları Şefi Prof.Alfred Marchionini’nin,
kaşıntı için verdiği ‘merhem ve
solüsyonlar’ yararlı olmaz.6
Kaşıntılardan ve kaşınmak zorunda kalmaktan
çok rahatsızdır. Soruna, ‘Çankaya’yı
basan karıncaların’ neden olduğu düşünülür. Milli Savunma Bakanlığı Zehirli
Gaz Şubesi Müşaviri Dr.Nuri Refet Korur’a danışılır. Yurt gezisine
çıktığı bir dönemde, Köşk, ‘gemilerde
fare öldürmek için kullanılan Cyclon B adı verilen bir siyandrik asit gazıyla’
ilaçlanır. İlaçlamayı, Yavuz Zırhlısından uzman bir ekip yapar.7
Saptanamayan Hastalık
1937 Nisan sonu ve Mayıs başındaki yalnızca üç hafta
içinde, altı kez, Ankara Numune hastanesine gitti. Ancak, rahatsızlıkların
nedeni belirlenemediği için, ne burun kanamalarına ne de kaşıntıya çare bulundu.
Belirtilere karşın, rahatsızlıkların ana
nedeni karaciğer hastalığı bir türlü saptanamıyordu. Burun kanaması nedeniyle
kimi toplantılara geç gidiyor ya da gidemiyordu. Bu durum, zamana ve sözüne
sadık bir kişi olarak onu sıkıyordu. Balkan Devletleri diplomatlarına,
Çankaya’da verdiği davete, üst katta olmasına karşın, kanama durdurulamadığı
için oldukça geç gelebilmiş ve büyük üzüntü duymuştu. Hatay sorununu çözmek
için gittiği Mersin’de, yemekte ard arda üç kez burun kanaması geçirmişti.
Tanı Konuyor; Siroz
Termal koşulların yararlı olacağını düşünerek, 21 Ocak
1938’de Yalova’ya gitti ve yeni açılan otelin ilk konuğu oldu. Kaplıca Doktoru Nihat
Reşat Belger’i çağırarak, kaşıntılarına bir çare bulmasını istedi. Kapsamlı
bir muayeneden sonra Dr.Belger karaciğerdeki sorunu saptadı ve sayrılığa
gerçek tanıyı koyan ilk hekim oldu; “Karaciğer büyümüş ve sertleşmiştir.
Kaşıntının ve kanamaların nedeni, süreğen (kronik) karaciğer hastalığına bağlı
sirozdur” dedi.8
Tanı, o güne dek böyle bir durumun olasılığından
bile söz edilmediği için, beklenmeyen bir durumdu. Her zamanki gerçekçiliğiyle,
“şimdi ne yapacağız” der.9 Özel hekimi Dr.Neşet Ömer
İrdelp Yalova’ya çağrılır. Tanıya o da katılır. Oysa, her iki hekim de daha
önce yaptıkları muayenelerde, böyle bir tanı koymamıştı. Dr.Belger, “sekiz
ay önce yaptığım muayenede, siroza ait hiçbir belirti görmemiştim” diyecektir.10
Geç Gelen Tanı
Siroz’ un
niteliği ve somut belirtiler göz önüne alındığında, tanı koymada geç kalındığı
açıktı. Atatürk’ün hekimleri arasında yer alan Dr.Asım Arar,
1953’de Dünya Gazetesi’nde yayımlanan yazısında, “Atatürk’ün ölümcül
hastalığını, 1936 sonlarına dek götürmek yanlış olmaz” der ve şu açıklamayı
yapar: “27 Şubat 1938’de (Reşat Belger’in tanısından bir ay sonra y.n.) işin
kötüye gittiğini, büyük bir ihtimalle karaciğer sirozu başlangıcı, hatta daha
ileri bir aşamasıyla karşı karşıya olduğumuza hükmettim. O günden altı ay önce,
kaşıntıların karınca istilalarına bağlandığı, kanamaların sıklaştığı dönemlerde
de bu kuşkuya kapıldım, düşüncelerimi gerekenlere açtım. Ancak, Atatürk’ün
yakınında bulunan yetkili kişiler, böyle bir olasılığın bulunmadığını
söylediklerinden, daha ileri gidememek durumunda kalmıştım... Atatürk’ü tedavi
eden doktorların hiçbiri, onu tıbbın gerektirdiği gibi inceden inceye muayene
etme cesaretini gösterememişti. En büyük hocalarımız bile, sıradan bir hasta
için yaptıkları özenli muayeneden çekiniyorlar ve Atatürk’ün karşısında ezile
büzülüp, hiçbir şey söylemiyorlardı”.11
Falih Rıfkı Atay, geç tanı
konusunda yıllar sonra; “yirminci yüzyılın en büyük milli kahramanı,
milletin elinden, bir büyük deha, insanlığın elinden gidiyordu... Her zaman
yanında bulunan hekimlerin, bunca belirti ve genel çöküntüye dikkat
etmediklerini ve hepsini pek basit birer nedene bağlayarak geçiştirdiklerini,
doğrusu hala anlayamıyorum” der.12
Aynı kanıda olan Ruşen Eşref Ünaydın ise,
bu konuda; “sağlık durumunun bozulma nedeninin belirlenmesinde bu kadar geç
kalınmış olması, Atatürk’ün bu önemli hastalığında karşılaştığı ilk büyük
talihsizlik olmuştur” diyecektir.13
Bedensel Sağlık
Sağlık sorununun büyüklüğüne karşın, 8 Kasım 1938’deki
son komaya dek çalışmayı sürdürdü. Savaş ve gerilimli mücadelelerle dolu, çok
güç bir yaşamın içinden geliyordu. Beden sağlığı, hiçbir zaman iyi olmamıştı.
Yıpratıcı etkisini uzun yıllar taşıdığı Sıtma’ya, henüz 16 yaşındayken Askeri Lise’de yakalanmıştı.14
Trablusgarp’ta gözlerinden, Dünya Savaşı’nda böbreklerinden rahatsızlanmıştı.
1918’de Karlsbad’da (Avusturya) hastaneye yatmış, 1920’de Binbaşı Dr.Refik (Saydam),
dalak büyümesi tanısı koymuştu. 1923 ve 1927’de iki kez kalp krizi geçirmişti.15
Siroz’u inceledi, niteliğini ve ölümcül
etkilerini çabuk öğrendi. Ölüm onun için yabancısı olmadığı, yaşamı boyunca
yanında taşıdığı ve her an gerçekleşebilecek güçlü bir olasılıktı. Ölümden
hiçbir zaman korkmamıştı. “Ölümü istemek cesaret değildir, ama ölümden
korkmak ahmaklıktır”16 diyor; ölümü, üzerindeki bir borç gibi
gördüğü vatan mücadelesi için, kolayca göze aldığı sıradan bir olay gibi
görüyordu.
Çalışmayı Bırakmıyor
Öleceğini anlamış olmasına karşın, azalmış gücünün
sınırlarını zorlayarak çalışmalarını sürdürdü. ‘Görevinin üzerine titriyordu’.17 1938 yazında
Savarona’da; Hatay sorunu ve yaklaşan savaş gibi, ülkenin ivedi sorunlarının
görüşüldüğü, her biri dört beş saat süren Bakanlar Kurulu toplantılarına
başkanlık etti.18
Sürekli bir güç yetmezliği içinde olmasına
karşın, gerçekleştirmek için sağlıklı bir insanın bile zorlanacağı işler yaptı.
Sirozun belirlendiği 23 Ocak 1938’den, son ve kesin komaya girdiği 8 Kasım’a
dek geçen dokuz ayda; yurt ve kent içi 16 gezi ve ziyaret, yerli yabancı 55
kabul, 6 toplantı yaptı. Yine, yerli yabancı 21 kişi ve kuruluşa değişik konularda
yazılı ileti gönderdi.19
“Güzel Gece”
Tanı koyulduktan iki hafta sonra, önem verdiği iki
fabrika açılışı için; Gemlik ve Bursa’ya gitti. Gemlik’te, (1 Şubat 1938)
Gemlik Yapay İpek Fabrikası’nı; Bursa’da, “milli sevinci arttıracak çok değerli
bir eser” dediği, Bursa Merinos Fabrikası’nı açtı (2 Şubat 1938).20
Bursa Merinos’u açtığı gün kendini biraz iyi
hissediyordu. Akşam, Fabrika’da düzenlenen baloya katıldı ve burada zeybek
oynadı. Eski devingenliği yoktu ama neşeliydi. Bu, katıldığı son açılış ve balo
olacaktı.
Fabrika’nın teknolojik niteliği ve iyi
düzenlenmiş çevresinden mutluluk duymuştu. Bahçede yürümek istedi, ancak gücü
yeterli değildi. “Arabayı getirin üşür gibi oluyorum” diyerek arabaya
bindi ve yaveri pencereyi kaparken, yavaşça “ne güzel geceydi” dedi.21
Akciğer Yangısı
Dolmabahçe’ye döndüğünde bitkindi. Yeni bir hastalık
ortaya çıktı. Karaciğerdeki bozulmayı hızlandıran ve bir akciğer yangısı
(iltihabı) olan zatürre olmuştu. Zatürre atlatılarak akciğer kurtarılır ancak
karaciğerin yetmezliğe gidişi önlenemez.
25 Şubat’ta Ankara’ya döndü, aynı gün Balkan
Paktı toplantısı için Türkiye’ye gelen yabancı ülke yetkilileriyle görüştü.
Yunanistan Başbakanı Metaksas, Yugoslavya Başbakanı Stoyadinoviç ve
Romanya Dışişleri Müsteşarı Comnen’i ayrı ayrı Çankaya’da kabul etti. 27
Şubat’ta Pakt üyesi diplomatlara bir ‘çay
daveti’ verdi; bir gün sonra yabancı gazetecilere açıklamalar yaptı.22
Yabancı Hekimler
Genel durumu hızla bozuluyor, sıkıntıları sürekli
artıyordu. 15 Mart’ta, yurtdışından hekim getirilmesi konu edildiğinde; “ne
yaparsanız yapın ama çabuk yapın, ben hastayım” dedi.23 Oysa,
aynı öneriyi üç hafta önce “ortada Hatay sorunu var, hastalığım dışarda
duyulursa iyi olmaz” diyerek reddetmişti.24
Hükümet, Paris Tıp Fakültesi’nden Prof.Dr.Frank
Fiessinger’in çağrılmasına karar verdi. 28 Mart’ta Türkiye’ye gelen Fiessinger’in
tanısı aynıydı. Fransız hekim, kendisini hayrete uğratan bir gerçekle
karşılaşmıştı. ‘Atatürk’e o güne dek
hiçbir kan tahlili yapılmamıştır’.25 Elde, yalnızca birkaç idrar
raporu vardır. Nedenini sorduğunda, “Atatürk’ten kan almaya çekindik” yanıtını
alır.26
Vasiyetini Yazdırıyor
15 Eylül’de vasiyetini yazdırdı. Tek yasal mirasçısı,
aslında kız kardeşi Makbule Atadan’dı. Ancak, 19 Mayıs 1932’de kendi
isteği üzerine, 2307 sayılı özel bir yasa çıkarılmıştı. Bu girişimle, Medeni
Kanun’da yer alan, mirasçıların haklarını isteğe bağlı olmaksızın koruyan ‘mahfuz hisse’, Atatürk için
kaldırılmış, böylece aile üyeleri ve akrabaları, kişisel mirasından
yararlanamaz duruma getirilmişti.
2307 sayılı Yasa’ya göre, mirasını dilediği gibi
dağıtacaktı. 11 Haziran 1937’de hazırlattığı ilk vasiyette, Türk tarımına örnek
olsun diye işlettiği çiftliklerini ve diğer taşınmazlarını millete bırakmış; bu
davranışı nedeniyle, ‘Millet ve Meclis
adına’ kendisine teşekkür telgrafı gönderen Başbakan İsmet İnönü’yü;
“söz konusu armağan, yüksek Türk milletine benim asıl vermeyi düşündüğüm
armağan karşısında hiçbir değere sahip değildir. Ben gerektiği zaman, en büyük
armağanım olmak üzere Türk milletine canımı vereceğim” sözleriyle
yanıtlamıştı.27
Duygulu Anlar
On beş yıl boyunca her yıl, özenle hazırlandığı 30
Ağustos Zafer Bayramı’nın on altıncısı, o, bu durumdayken kutlanacaktı.
Törenlere katılamayacağı belliydi, bu nedenle üzüntülüydü. Yardım alarak ve
güçlükle yapabilmesine karşın, “giyinmiş,
traş olmuş, bakımlı ve saygılı” bir durumda odasından dışarı bakmaktadır.
Elinde, Türk Ordusu’nun değişik törenlerde
çekilmiş fotoğrafları vardır. Bunlara uzun uzun bakar ve “silahlarımızı
kendimiz yapmamız gerek. Uçaklarımızı, tanklarımızı, hepsini. Aksi halde bir
savaş sırasında, topsuz tüfeksiz dövüşmek zorunda kalırız. Ulusal savaş sanayii
kurmalı ve bu alanda da bağımsız olmalıyız” der.
Daha sonra derin bir nefes alarak burukluk
içeren bir ses tonuyla şunları söyler: “Bu kez bensiz kutlayacaklar. Oysa,
törenlere katılmayı o kadar isterdim ki. Çocuklarımızı görmeyi, modern araç
gereçle donanan ordumuzun geçişini görmeyi isterdim. Bayrağımızı da özledim.
Onun şöyle anlı şanlı dalgalanıp göklerle bütünleşmesini çok özledim...”28
Ağaca ve Yeşile Özlem
O günlerde, yaşamı boyunca canlı tuttuğu ağaç ve yeşillik
özlemi öne çıkmıştı. Sıkça, doğal yaşamın güzelliklerinden söz ediyor, “bir
dağda, bir orman içinde, sıradan küçük bir evde sakin bir hayat” istediğini
söylüyordu.
Odasında, kendisine daha önce armağan edilen,
orman ve akarsuları gösteren bir tablo vardır. Gözleri sık sık bu tabloya
takılıyor, ‘güçlükle, ama içten gelen bir
hasretle’ ormana duyduğu özlemi anlatıyordu.29
Askeri Öğrenciler
Kuleli Askeri Lisesi öğrencileri, Cumhuriyet Bayramı
törenlerden dönerken, boğaz vapurunu Dolmabahçe önüne getirmişler, İstiklâl
Marşı ve Gençlik Marşı’nı söyleyerek, onu selamlamaktadırlar. Dışarda, coşkulu
ve içten büyük bir sevgi gösterisi vardır. Ses tonuna yansıyan bir hüzünle,
yanındakilere şöyle der: “Bugünü halkımla, halkımın içinde kutlamak
isterdim. Beni Cumhuriyet Bayramı’nda halkımdan uzak tutan bu hastalığa lânet
ediyorum. Bana gelecek bayramlardan söz etmeyin. Hatta gelecek aydan da söz
etmeyin. Ekim ayını çıkarabilirsem bile, Kasım’ı çıkarabileceğimi hiç
sanmıyorum”.30
Yüzü her zamankinden daha solgun, elleri
balmumu rengini almıştır. Gözlerinin çevresi “mor halkalarla çevrili birer
kuyu” gibidir.31 Gençlerin coşkusu giderek artmış,
gösterileriyle “yer ve göğü inleterek” onu görmek istemektedirler. Dr.Neşet
Ömer ve Zeki Bozok’a, “duyuyor musunuz? Bunlar bizim gençlerimiz.
Cumhuriyet’i emanet ettiğimiz gençlerimiz. Ne gür sesleri var. Öyle bir nesil
yetişiyor ki, bu neslin heyecanı, yurt ve bayrak aşkı köreltilmeyecek olursa,
dünyanın en mutlu ülkesi, biliniz ki, Türkiye olacaktır” der ve gençleri
görmek, onlara el sallamak için hazırlanmasını ister.32
Ölümsüzlük
10 Kasım’da son nefesini verdiğinde; arkasında 57 yıllık
bir yaşam, bu yaşama sığdırılan görkemli bir devrimci eylem ve tarihin gördüğü
en büyük yenileşme hareketini bıraktı. Mustafa Kemal Atatürk’ün, Türk
ulusu için anlamı; özgürlükle tutsaklığın, varlığını korumayla yok olmanın ya
da gönençle yoksulluğun, en yalın ve en belirgin ayrımıydı. Yaşam direncini
yitirmiş kabul edilerek, yok edilmek istenen büyük bir ulusu, ayağa kaldırmış,
onu eskiden gelen ve değişime açık yeni değerlerle adeta yeniden yaratmıştı.
Elli yedi yıllık yaşamın 26 yılını asker ocağında, bunun
da 11 yılını cephelerde savaşarak geçirmişti. Türk Ordusu’na bağlılığı ve ona
duyduğu güven her şeyin üzerindeydi. Türk ulusunun orduya duyduğu saygı ve
güveni biliyor, kuruluşunun her aşamasına emek verdiği ulusal ordunun savaş
gücüne ve yenilikçi niteliğine büyük önem veriyordu.
Bu nedenle olacak, yaşamındaki son bildirimi
Ordu’ya yaptı; ondan, “Türk vatanı ve Türk topluluğunu, iç ve dış
tehlikelere karşı korumasını” istedi; 29 Ekim 1938’de doğrudan Ordu’ya
seslenen iletisinde şunları söyledi: “Zaferleri ve mazisi insanlık tarihiyle
başlayan, her zaman zaferle beraber medeniyet nurlarını taşıyan kahraman Türk
Ordusu! Ülkesini, en bunalımlı ve zor anlarında, zulümden, felaket ve
sıkıntılardan ve düşman istilasından nasıl korumuş ve kurtarmışsan,
Cumhuriyet’in bugünkü feyizli devrinde de askerlik tekniğinin bütün modern
silah ve araçlarıyla donanmış olduğun halde, görevini aynı bağlılıkla
yapacağından hiç kuşkum yoktur... Türk vatanının ve Türklük topluluğunun şan ve
şerefini, dahili ve harici her türlü tehlikeye karşı korumaktan ibaret olan
görevini, her an yerine getirmeye hazır ve amade olduğuna, benim ve büyük
ulusumuzun tam bir inanç ve güvenimiz vardır... Bu kanıyla; kara, deniz, hava
ordularımızın kahraman ve deneyimli komutanlarıyla subay ve erlerini selamlar,
takdirlerimi bütün ulus önünde açıklarım. Cumhuriyet Bayramı’nın, on beşinci
yıl dönümünüz kutlu olsun”.33
DİPNOTLAR
(X) “AtatürkHakkındaHatıralarveBelgeler”A.İnan,3.Bas.,1981,sf.21.“İşin
Aslı Astarı ”Mustafa Ekmekçi, Cumhuriyet, 21 Mayıs 1992; ak.Dr. Eren Akdemir, a.g.e. sf.242 ve “Ord. Prof. Dr. E.Frank’ın Türkiye’ye
Gelişi, Atatürk’ü Muayenesi ve İsmet Paşa’nın Yardımı Hakkında Kendi Beyanına
Dayanann Anekdotlar” Şişli Çocuk Has. Tıp Bülteni, 24.04.1989, sf.609; ak.
Dr. Eren Akçiçek, a.g.e. sf.188
1 “Son
Günlerinde Atatürk” Asım Arar, İst.-1958, sf.21-22; ak. Dr.ErenAkçiçek,
“Atatürk’ün Sağlığı, Hastalıkları ve Ölümü” sf. 177
2 “Son
Günleri” Kılıç Ali, İst.-1955, sf.10; ak. a.g.e. sf.178
3 a.g.e.
sf.10
4 “Atatürk’ün
Sağlığı Hastalıkları ve Ölümü”, Dr.ErenAkçiçek, Güven Kit.,
İzmir-2005, sf.178
5 a.g.e.
sf.178
6 “Atatürk’ten
Hatıralar-2” Hasan Rıza Soyak, İst.-1973, sf.720
7 “Son
Günlerinde Atatürk” Asım Arar, İst.-1958, sf.21-28
8 “Atatürk’ün
Hastalığı, Profesör Dr. Nihat ReşadBelger’le Mülakat” R. Eşref Ünaydın,
Ank.-1959, sf. 10-11; ak. Dr.ErenAkçiçek; a.g.e. sf.182
9 Cumhuriyet,
26 Kasım 1938; ak. a.g.e. sf.183
10 a.g.e.
sf.183
11 “Hastalığı
ve Ölümü” Asım Arar, Dünya Gazetesi, 10 Kasım 1953; ak. Dr.ErenAkçiçek,
a.g.e. sf.239
12 “Tek
Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1983, sf.543
13 “Atatürk’ün
Hastalığı, Profesör Dr. Nihat ReşadBelger’le Mülakat” R.E.Ünaydın,
Ank.-1959, sf. 11-12; ak. Dr.ErenAkçiçek; a.g.e. sf.183
14 “Makbule
Atadan Anlatıyor, Ağabeyim Mustafa Kemal” Şemsi Belli, Ank.-1959, sf. 62;
ak. Dr.ErenAkçiçek, a.g.e. sf.143
15 “Atatürk’ün
Sağlığı Hastalıkları ve Ölümü” Dr.ErenAkçiçek, Güven Kit.,
İzm.-2005, sf.155 ve 159
16 “Çankaya”
Falih Rıfkı Atay, Bateş A.Ş., sf.490
17 a.g.e.
sf.490
18 a.g.e.
sf.491 ve “Kaynakçalı Atatürk Günlüğü” Prof.UtkanKocatürk, İş
Bank. Yay., sf.387 ve 388
19 “Kaynakçalı
Atatürk Günlüğü” Prof. U.Kocatürk, İş B.Yay., sf.381-398
20 “Kaynakçalı
Atatürk Günlüğü” Prof. U.Kocatürk, İş B.Yay., sf.381
21 “Tek
Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1983, sf.547
22 “Kaynakçalı
Atatürk Günlüğü” Prof.U.Kocatürk, İş B.Yay., sf.381-393
23 a.g.e.
sf.384
24 “Atatürk’ün
Sağlığı Hastalıkları ve Ölümü” Dr.ErenAkçiçek, Güven Kit.,
İzm.-2005, sf.189
25 “Ord.Prof.Dr.E.Frank’ın
Türkiye’ye Gelişi, Atatürk’ü Muayenesi ve İsmet Paşa’nın Yardımı Hakkında Kendi
Beyanına Dayanan Anekdotlar” Şişli Çocuk Has.Tıp Bülteni, 24.04.1989,
sf.609; ak. Dr.ErenAkçiçek, a.g.e. sf.188
26 a.g.e.
sf.188
27 “Kaynakçalı
Atatürk Günlüğü”Prof.UtkanKocatürk, İş B.Kül.Yay,. sf.373
28 “Atatürk’le
Bir Ömür” Sabiha Gökçen, Altın Kitap, İst.-1994, sf.292
29 “Tek
Adam” Ş.S.Aydemir, III.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1983, sf.553
30 “Atatürk’le
Bir Ömür” Sabiha Gökçen, Altın Kit., İst.-1994, sf.302-303
31 a.g.e.
sf.302
32 a.g.e.
sf.304
33 “Atatürk’ün
Söylev ve Demeçleri I-III”, III.Cilt, Atatürk Araş.Merk. 5.Baskı,
Ank.-1997, sf.331
Çok güzel bir yazı olmuş okurken çok duygulandım. Ancak Atatürk"ün, doktorların "kan almaya çekinecekleri" kadar sert biri olduğunu düşünmüyorum. Ülkenizde böyle bir adam bırak hastalanmayı kılına zarar gelse tüm tetkikler, kontroller yapılmalı. Tabi o zamanın şartları daha farklıydı ancak gene de doğru teşhis ile Atamız bu lanet hastalığın kurbanı olmayabilirdi saygılarımla
YanıtlaSilKatkın için teşekkürler Sevgili Ahmet.
YanıtlaSilBir Dr. bilime inanır. Bilime inanan bir dr. gerçekleri görür, görmeye çalışır, araştırır. Bilime inanan bir Dr, bir konudaki tahminlerini kesin yargı olarak bildirip, tedaviye geçemez.
YanıtlaSilbir hekim birşeyden şüphelenirse başka bir hekimden fikir alır ve kan tahlili yapılamamaş çekinilmiş bu nasıl bir yaklaşım atam bana yardım edin hastayım diyor, bana hiç ikna edici bir mazeret gibi gelmedi
YanıtlaSilHer zamanki gibi sade, anlaşılır ifade; değişik kaynakların karışımı ve mükemmel sonuç.
YanıtlaSilBurda kalleş bir oyun var üç yılda hiçbirşikayetine çare olmayan tanı bile koymayan irdelp ve belger suçludur üzeeine isviçreden yahudi fiessinger getirilmiş boşuna aylarca acı çekerek sonunda vefat ettirilmiş bunu anlamamak için ahmakolmalı daha 57 yaşındaydı özellkle beni Türk hekimlerine emanetedin dediği insanlar ne yazık onu katlettiler!!!!
YanıtlaSilÖyle anlaşılıyor ki Atatürk umuz bile bile ölüme terkedilmiş.Herkes suçlu!!!
YanıtlaSilSn. Metin Aydoğan yazılarınızı her gün takip ediyorum ve birçok konuda bize yol gösterdiğiniz için teşekkür ediyorum. Bu yazınızı da okurken gerçekten duygulandım. Ne yazık ki bugün Atatürk için vatan haini, dinsiz v.b. diyenlerin onu kötüleyenlerin sayısı arttıkça daha da kahroluyorum. Sizin de dediğiniz gibi 57 yıllık yaşamın 26 yılını asker ocağında, bunun da 11 yılını cephelerde savaşarak geçirmiş birine şimdilerde klavye başından kalkmayan ve 3 kuruş için yapmayacağı kalmayan insanların dil uzatması artık sonun başlangıcının geldiğini gösteriyor. Sanırım Osmanlı devletinin son dönemlerinde ki devlet ocak içindir anlayışı geri geliyor.
YanıtlaSilTarihte bir eşi daha bulunmayan liderdi Atatürk ve böyle bir kahramanı bile bile ölüme göndermişler, böylesine önemli bir şahsiyetin kan tahlilinin bile yapılmamasının başka bir açıklaması olabilir mi.. Merak ettiğim bir konu daha var; okuduğum bir yazıda, hasta olduğu son dönemlerde İnönü'yü yanına çağırmış ama o gitmemiş, daha sonra neden gitmediği sorulduğunda ''korktum'' demiş.. İnönü neden korkmuş, en yakını diye bilinen İnönü, bırakın çağırıp da gitmemesini, O'nun bütün tedavileriyle yakından ilgilenmeli ve O'nu gözünden bile sakınmalıydı, fransız yahudisi doktora teslim ettiklerinde, kendi doktorunu bir daha yanına yaklaştırmamışlar, tabii bunlar o yazıda okuduklarım, gerçek olduğunu düşünüyorum ama kesin emin değilim.. Fakat şimdi sizin yazınız da bana, O koca çınarı nasıl kahpece devirdiklerini çok açık anlatıyor.. Çok teşekkürler Metin bey, şu bilgi açlığımızda bizim için öyle değerli ve önemlisiniz ki, kurumaya yüz tutmuş çiçeğe dökülen su gibi bizleri diriltiyorsunuz.. Bu sözlerimin gerçekliğini hepimiz biliyoruz.. Saygılar.. Seher Nigar
YanıtlaSil