1980 yılı Türkiye için, ekonomi ve siyaset başta olmak
üzere, toplumsal yaşamın her alanında büyük bir çöküşün yaşandığı bir kırılma
yılıdır. 1980’den söz edilince herkesin aklına doğal ve haklı olarak, silahlı
bir hareket yani darbe gelir. Bu, olayın gerçek boyutunu ortaya koymayan eksik
bir yaklaşımdır. 12 Eylül sabahı uygulamaya sokulan eylem, sanıldığı ya
da uygulayıcılarının söylediği gibi; yalnızca ‘terör olaylarının’
zorunlu kıldığı bir sonuç değildir.
Ülkeyi küresel isteklere sınırsızca açarak, ulus-devlet
varlığını ortadan kaldırmaya yönelen dış kaynaklı bir tasarımdır.
12 Eylül’le gerçek
darbe; Türkiye’nin ekonomisine, siyasetine, aydınlarına ve anlamını
Atatürkçülükte bulan ulusal bağımsızlık geleneklerine yapılmıştır. Darbe’nin başlangıcını, 12
Eylül’den değil, 24 Ocak
1980’den başlatmak yanlış olmaz.
12 Eylül, darbenin askeri ayağıdır.
‘Parçalanma’
Kenan Evren, 12 Eylül için,
1983’de kaleme aldığı anılarında şu saptamayı yapıyor: “12 Eylül harekatının
başarılı olmaması demek, bir iç savaş sonucu Türkiye’nin parçalanması ve bin
seneye yakın bir zamandır bizim olan bu toprakların değişik ellere geçmesi,
başka bir deyişle Türklüğün ve Türklerin, Asya’daki diğer Türkler’in durumuna
düşmesi demekti”.1
Bunları
söyleyen Kenan Evren, darbeyi yerleştirip anayasal düzene bağlayınca ilk işi, Türkiye’yi
parçalanmaya götürecek bir çalışma başlatmak oldu. Genelkurmay
Askeri Tarih ve Stratejik Etütler Başkanlığı’na bir yazanak (rapor) hazırlattı. Başkan olarak Tümgeneral Mahmut
Boğuşlu’nun imzaladığı yazanakta şunlar söyleniyordu: “Türkiyemiz
bugün tek merkezden idare edilebilme imkanlarını yitirme sınırına gelmiştir...
Her il merkezi; yasama, yürütme ve yargı yetkileriyle donatarak, 67 il
merkezimizde millet meclisleri kurulmalıdır... Yunanlılar eski Osmanlı
vatandaşlarıdır, Yunanistan ile de bir federasyon kurulmalıdır”.2
Tekçi (üniter) devlet yapısını
federasyonculuğa dönüştürmek isteyen darbeciler, yönetime el koyarken, ülkenin ‘kan gölüne’ döndüğünü söylemişlerdir. 1980’de,
siyasi çatışmanın Türkiye’yi kan gölüne döndürdüğü doğrudur. Darbe’nin
amacının, “kardeş kanının akmasını ve terörü önlemek” olarak açıklandığı
da doğrudur. Doğru olmayan, 12 Eylül’ü Türkiye’ye yönelik küresel politikadan
bağımsız, yerel bir sorunmuş gibi ele alınmasıdır.
24 Ocak Kararlarının Önemi
1979
yılında Başbakan olan Süleyman Demirel, Başbakanlık
Müsteşarlığına getirdiği Turgut Özal’a, yeni bir ekonomik istikrar
programı hazırlama görevi verdi. Program hazırlandı ancak hazırlayan Özal değil, IMF’ydi. Kısa süre içinde
devreye sokuldu ve 24 Ocak 1980’de kamuoyuna açıklandı.
Açıklandığı
günlerde uygulanamayan program; daha sonra darbeciler tarafından eksiksiz
uygulandı. Bu program; Türkiye’yi tek taraflı olarak yabancı
sermayeye açıyor, tarım, ticaret ve sanayide ulusal hedeflerden vazgeçiyor ve
günlük kur uygulamasına geçilerek Türk lirasındaki değer yitimi sürekli hale
getiriyordu. Milli kambiyo rejimi bırakılıyor, dışalım serbest
kılınıyor, kotalar kaldırılıyor ve kamu yatırımları kısılıyordu. KİT’lerin
özelleştirileceği, temel ürünlerde destek fiyatlarının kaldırılacağı, ücret
artışlarının düşük tutulacağı, tarım ürünlerindeki taban fiyatlarının
sınırlanacağı açıklanıyordu.3
24 Ocak Kararları ancak 12 Eylül gibi,
bir diktatörlükle uygulanabilirdi.
Emek örgütleri başta olmak üzere mesleki kuruluşlar, dernekler ve partiler
kapatılmalı, yasama ve yürütme gücü, sınırsız yetkiyle donatılmış bir yönetime
verilmeliydi.
ABD başta olmak üzere Avrupa Birliği’nin ‘demokratik!’
desteği altında; beş kişilik Milli Güvenlik Konseyi’nin
her kararı yasa sayıldı. Tüm siyasi partiler, dernekler, meslek örgütleri
kapatıldı, yüzbinlerce insan gözaltına alındı, binlercesi tutuklandı, 50 kişi
idam edildi.
12 Eylül’ün hedefi, bu iki uygulamada somutlaşan girişimde saklıydı. Cumhuriyet’le kurulan devlet yapısı, bu yapıya biçim veren yönetim anlayışı ve tümünü içine alan siyasi işleyiş, sönüme götürülecek, ulus devlet yapılanması dağıtılacaktı. ‘Terörü önleme’, adıyla ileri sürülen yapay gerekçe, halkı kandırmaya yönelikti. Terör, terörü önleme savıyla yönetime el koyanları oraya getiren küresel güç tarafından yaratılmıştı. Bağımsız iç ve dış politika, sosyal devlet ve ulusal hakları koruma istenci yok edilecekti. Darbenin amacı buydu.
ABD ve Darbe
Amerikan Silahlı Kuvvetleri, yayın organı U.S. Armed Forces, Evren’in yazdığı bu nottan bir hafta sonra çıkan Haziran 1980
sayısında şunları yazıyordu: “Türkiye’deki
gelişmeler, öyle bir noktaya gelmiştir ki, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin
müdahalesinden başka bir çıkış yolu görülmemektedir”.4
Ulusal değerlerin yaşatılmasında öncülük edecek aydınlar ayırımsız bir biçimde ve
benzeri az görülen bir şiddetle ezildiler. Ülkeyi ve ulusu sevmek, onun için
bir şeyler yapmaya çalışmak, bağımsızlıktan yana olmak, örgütlenip halka
öncülük etmek, en ağır suç
olarak görüldü. Sonuçta ortada, ulusal hakları savunan, ülke sorunlarına
duyarlı insan kalmadı. Çıkarcılar, işbirlikçiler ve vatan satıcılar, köşe
başlarına yerleştiler. Türkiye, Cumhuriyet tarihinin en karanlık ve en sahipsiz
dönemine girdi.
ABD Türkiye sorumlusu Paul Henze, 11 Eylül gecesi, yani darbeden bir gün önce, dünyadaki önemli gelişmelerin anında bildirildiği The White House Station adlı birim tarafından arandı ve kendisine Türkiye’de beklenen darbenin o gece yapılacağı bildirildi.5 Bir gün sonra ABD Dışişleri Bakanı Muskie, Başkan Carter’a, “herhangi bir kaygıya gerek olmadığını, Türkiye’de müdahale yapması gerekenlerin müdahale ettiğini” haber verdi.6
12 Eylül ve Aydın Kırımı
Pek çok aydın, 12 Eylül döneminde
yaşamını yitirdi, pek çoğu bedensel ya da tinsel olarak sakat kaldı. Türkiye,
yalnızca aydınlarını değil, geleceğini de yitirdi. Bağımsızlıktan yana olan
bilim adamları, yazarlar, gazeteciler sürekli olarak tehdit altındaydılar.
Aydınlar azalıyor, toplumsal değerler yıpranıyor ve herşeyden önemlisi, ülkenin
temel dayanağı orduyla aydınlar arasında köklü bir yabancılaşma yaşanıyordu.
1960’da “ordu-millet elele” diyerek
eyleme geçen genç aydınlar, artık çok ayrı şeyler söylüyor, ülke eğitimsiz ve
duyarsız insanların yaşadığı bir yer oluyordu.
12
Eylül uygulamalarıyla 650 bin kişi gözaltına alındı ve
bunların hemen hepsine
işkence yapıldı. İşkenceler, yalnızca konuşturmak, bilgi sağlamak amacıyla
değil, kişilikleri ezmek, direnme gücünü yok etmek için yapılıyordu. 1 milyon
683 bin kişi fişlendi, fişlenenler kamusal alanlar başta olmak üzere birçok
haktan yoksun kılındı. Açılan 21 bin davada 230 bin kişi yargılandı, 7 bin
kişinin idamı istendi, 517 kişiye idam cezası verildi, 259 idam dosyası
Meclis’e gönderildi. Devrimci ve ülkücüleri içeren 50 kişi idam edildi.7
Halkevleri, mühendis ve tabip odaları, sendikalar başta
olmak üzere çalışanlara ait tüm kitle örgütleri kapatıldı; yöneticileri
tutuklandı. 98 bin 404 kişi “örgüt üyesi olmak”,
71 bin kişi örgüt yönetmek suçlarından yargılandı. 23 bin 677 dernek kapatıldı.
388 bin kişiye pasaport verilmedi, 30 bin kişi “sakıncalı” olduğu için işten atıldı. 14 bin kişi yurttaşlıktan
çıkarıldı, 30 bin kişi mülteci olarak yurtdışına kaçtı. 300 kişi kuşkulu
biçimde öldü, 171 kişinin sorgu sırasında “işkenceden
öldüğü” belgelendi. 43 kişi “intihar” etti.8
Öğretmen örgütlenmesinde görev alan, önder konumdaki 5
bin 854 öğretmenin işine birkaç ay içinde son verildi. Üniversitelerde 120
profesör ve doçent, Adalet Bakanlığı’ndan 47 hakim atıldı. 400 gazeteci için
toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi ve bunlara 315 yıl 6 ay hapis cezası
verildi. 300 gazeteci saldırıya uğradı, üçü silahla öldürüldü. Zararlı görülen
gazeteler, toplam 300 gün yayın yapamadı. 39 ton kitap ve dergi imha edildi.
937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı.9
Cumhuriyet’in biçim verdiği okullar ve üniversiteler, geleneksel yurtsever çizgisinden uzaklaştırılırken, eğitim açık ve yoğun biçimde dinselleştirildi. Kenan Evren, “imam-hatip okullarında iyi eğitim veriliyor. O çocuklardan zarar gelmez. Türkiye laikliği dinsizlik olarak anlamış, yanlış tatbikatlar yapmıştır. 1930’lardaki laiklik anlayışını yanlış olarak görüyorum” diyordu.10
Darbe’ye Avrupa Birliği Desteği
12 Eylül Darbesi’yle yalnızca
Amerikalılar ilgilenmediler. Başta Almanya olmak üzere Avrupa Topluluğu
(Avrupa Birliği’nin o zamanki adı) ve Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD)
içindeki gelişmiş ülkelerin tümü, Türkiye’deki gelişmelerle yakından
ilgileniyordu. Birleştikleri nokta, yönetim yapısının değiştirilmesi ve
Türkiye’nin küresel güçlerin kullanımına açılmasıydı. Batı başkentlerinde, “Türkiye’nin
çok tehlikeli bir yere doğru, hızlı adımlarla” gittiği konuşuluyor, “gidişi
durduracak kesin çözümlerin gerektiğinden” söz ediliyordu. Avrupa’nın kararlı ‘demokratları’, konu Türkiye olduğunda
darbe destekleyen ‘demokratlar’
haline gelmişti.11
Türkiye’nin
Bonn Büyükelçisi olan Vahit Halefoğlu, o günlerdeki siyasi
yaklaşımlar konusunda şöyle söyler: “Türkiye’deki olaylar o kadar çığrından
çıkmıştı ki, Almanya’daki insanlar dahi bunun bir müdahale ile halledilmesinin
doğru olacağına inanıyordu... Türkiye’yi düştüğü badireden kurtarmanın,
Batılıların yararına bir hareket olacağına karar verdiler. OECD içinde bir
konsorsiyum kurarak, Türkiye’ye her yıl 1 milyar dolardan fazla bir yardım
yapma kararı aldılar. Yardım işini yürütmek için de Almanya’yı
görevlendirdiler...”12
Dönemin Almanya Başbakanı Helmut Schmidt, darbenin
üzerinden henüz 48 saat bile geçmeden bir açıklama yapıyor, “Türkiye artık
dipsiz kuyu değil”13
diyerek duyduğu mutluluğu dile getiriyordu.
Schmidt’in açıklamasından bir
gün sonra, 15 Eylül’de Avrupa Topluluğu, Türkiye ile “normal
ilişkilerin sürdürüleceği”ni açıklıyor, aynı gün Frankfurter Allgemeine
Zeitung, Bonn’un Türkiye’ye açık destek vereceğini birinci sayfadan
duyuruyordu. Gazetede yer alan haber-yorumda; “Almanya’nın tutumunun her
durumda Türkiye’nin iç işlerine etki yapacağı” söyleniyor, “yapılacak
mali yardım ödemeleri, generalleri güçlendirecektir” deniyordu.14 Almanya’nın
en etkili gazetelerinden Die Zeit’in
başyazarlığını yapan Theo Sommer, “Boğaziçi’nde reform şansına yatırım
yapıyoruz” diyor, açıksözlü bu yaklaşımıyla, 12 Eylül’ün ekonomiye dayanan ana hedefinin ne olduğunu, belki de
en iyi anlatan Batılı oluyordu.15
Almanya, 12 Eylül’ün sıkı biçimde uygulamaya soktuğu 24 Ocak Kararları’nı, büyük bir dikkatle izledi, uygulamaları yönlendirdi. Turgut Özal sık sık Almanya’ya gidiyor, Alman hükümetiyle “garantisiz ticari borçlar, kredi ertelemesi ve yeni ödeme kuralları” ve AB üyeliği gibi konularda görüşmeler yapıyordu. Turgut Özal, 1988 yılında verdiği AB başvuru dilekçesine eklediği kitapcıkta şunları söylüyordu: “Bizi Türk sanarak dışlıyorsanız, bilin ki Türk denecek bir yanımız yoktur. Uygarlık adına neyimiz varsa hepsini Yunanlılardan aldık. Bizim kültürümüz Yunan kültürüdür... Biz, başımızda Türk olmayan yöneticiler bulunmasını yadırgayan bir toplum değiliz. Örneğin, ben Kürt kökenliyim”.16
Son Ve Kesin Vuruş
12 Eylül’le başlayan ekonomik uygulamalar, ulusal pazarı
küresel sermayenin kullanımına tümüyle açan süreci başlattı. Silahla kazanılan
ve tarihin her döneminde her ülkede gerektiğinde silahla korunan ulusal haklar,
küreselleşme ya da serbest ticaret adına ve hemen hiçbir sınır konmadan
yabancılara devredildi. Türkiye, Osmanlı’nın son döneminde olduğu gibi bir açık
pazar, bir yarı-sömürge durumuna getirildi. Temelinde Kurtuluş Savaşı bulunan
ulusal bağımsızlık, savaşsız ve çatışmasız bir biçimde yitirildi. Türkiye,
silah gücüyle değil, ekonomi ve siyaset yoluyla egemenlik altına alınarak,
silahlı işgalin yapacağı hemen tüm işler, işbirlikçiler aracılığıyla ‘barış içinde’ gerçekleştirildi. Türkiye
gizli işgal olgusuyla karşı karşıya kaldı.
DİPNOTLAR
1 “Kenan Evren’in Anıları” Kenan Evren,
Milliyet Yay., 1.Cilt, 4.Bas., 1990, sf.19
2 Belgelerle
Türk Tarih Dergisi, Şubat 1997, ak.Mehmet
Birol Şahin, blog.milliyet.com.tr
3 Büyük Larousse, Gelişim Yayınları, 19.Cilt, sf.11 827
4 “12 Eylül Saat 04:00” Mehmet Ali Birand,
Karacan Yay. 1984, sf.33
5 “Ülkücü Hareket – I” Hakkı Öznur,
Akik, Ankara–1996, sf.267
6 “12 Eylül Saat 04:00” Mehmet Ali Birand,
Karacan Yay., 1984, sf.34
7 Darbenin Bilançosu, Cumhuriyet 12.09.2000
8 a.g.g. 12.09.2000
9 a.g.g. 12.09.2000
10 “Haftaya Bakış” Ahmet Taner Kışlalı,
Cumhuriyet 03.03.1986
11 “Almanya Bize Yardımcı Oldu” Osman Çutsay,
Cumhuriyet 17.09.2000
12 “Almanya Bize Yardımcı Oldu” Osman Çutsay,
Cumhuriyet 17.09.2000
13 “Darbeye Sosyal Demokrat Destek” Osman Çutsay,
Cumhuriyet 20.09.2000
14 a.g.g. 20.09.2000
15 “Darbeye Sosyal Demokrat Destek” Osman Çutsay,
Cumhuriyet 20.09.2000
16 a.g.d. 1 Mart 2007
Önce ülkemizde Kemalizm'in en zayıf olduğu bir dönemde Metin Aydoğan'ın eserlerini tartışmaya sunan böyle bir sayfadan dolayı sizleri kutlarım. İnanıyorum ki ülkemizin Cumhuriyet tarihini gün ışığına çıkaran Aydoğan'ın tarihsel saptama ve bulguları, günümüzün karmaşık durumunun aydınlanmasında büyük payı olacaktır.
YanıtlaSil12 Eylül darbesinin çözülümüne gelince, bu darbenin amacı, emperyalizmin ülkemizi siyasi olarak tam denetim altına alarak ülkemiz ekonomisini emperyalist/kapitalist sistemin “Neo liberal” programına ayarlamaktır.
1970 yılların sonlarına doğru, soğuk savaşın en yoğun olduğu, SSCB ve Doğu Avrupa’da sosyalist sistemin krize girdiği bir dönemde emperyalist/kapitalist sistemin merkezi olan İngilizce konuşulan, Anglosakson ülkelerinde Birleşik Krallıkta Margaret Thatcher, daha sonra ABD’de Ronald Reagan öncülüğünde kamu işletmelerinin özelleştirilerek ekonominin tamamen özel şirketlere teslim edildiği "Neo Liberal" ekonomi politika uygulamasına geçilmiştir.
Yine bu dönemde emperyalizm, çoğu zaman askeri darbeler üzerinden Türkiye gibi kendisine bağımlı çevre ülkeleri de “Küreselleşmenin bir hazırlığı” olarak “Neo Liberal" sisteme katmak için girişimlerde bulunmuştur. 12 Eylül 1980 askeri darbesi, CIA güdümlü “Derin Devlet”(Gladyo, Süper NATO) provokasyon ve sağ-sol biçimindeki iç çatışma eşliğinde Neo Liberal bir IMF programı olan 24 Ocak karalarını Türkiye’de uygulatmak üzere gerçekleştirilmiştir. Bu darbe ile ülkemizde işçi, kadın, gençlik vs. gibi emekçi halk örgütleri ezilmiş; Türk demokrasisi emperyalizmin “Uzaktan Denetimini” kolaylaştıracak bir biçimde yozlaştırılmıştır.
Soğuk savaş döneminin ruhuna ve Türkiye gibi emperyalizmin düşmanı komünizme karşı aktif bir ileri karakol olacak kadar emperyalizme olan bağımlılığa aykırı olan demokratik 1960 Anayasası, emperyalizmin hedefindeydi. 12 Mart 1971 muhtırası; 1960 Anayasası’nın demokratik ruhunu, bağımsız Türk yargısını kısmen hükümete bağımlı kılarak, hükümete "Kanun Hükmünde Kararname" çıkarma yetkisiyle meclisin yasama yetkisini kısmen sınırlayarak, Üniversite ve TRT’nin yönetim özerkliklerini yok ederek, az çok zedelemişti! Ancak 12 Mart muhtırası ile yara alan Türk demokrasisi, 12 Eylül 1980 darbesiyle de tamamen yozlaşmıştır. Çünkü 12 Eylül darbesi, siyasi partiler yasası ile partilerde genel başkanların üyeler karşısında yetki ve haklarını olağanüstü genişleterek "liderler Sultasını" başlatmış; % 10 seçim barajı ile katılımcılığı tırpanlamış; milletvekillerine ve önemli bürokratlara dokunulmazlık zırhı giydirerek, siyasetin yolsuzluk ve hırsızlıklarını adeta koruma altına almıştır.
Nihayet bu derece merkezileşerek yozlaşan Türk demokrasisi 16 Nisan 2017 referandumuyla kabul edilen anayasa değişliği ile siyasi TEKELLEŞME zirve yapmıştır. Ülkemiz ekonomisine artık Neo liberal vahşi kapitalizm; siyasetine ise Müslüman Kardeşler ideolojisi doğrultusunda, "Tek Adam" yönetiminde hilafete ve şeriata dayalı otokrat bir din rejimine yürüyen bir yönetim egemen olmuştur!