Günümüzde açığa çıkarılması
gereken ana sorun, kürselleşme adıyla yaşanmakta olan sürecin,
toplumsal gelişimin nesnelliğine uyan ve insanlığı ileri götüren
bir olgu olup olmadığıdır. Küreselleşme, toplumsal gelişime ve
yaşama uygun ileri bir gelişme mi, yoksa gelişimini tamamlayarak
asalaklaşan bir düzenin ilerlemeye ayak diremesi mi? Küreselleşme,
söylendiği gibi “insanlığın
altın çağa girişi”
mi, yoksa; insanları kimliksizleştiren, doğayı yok eden, savaş
ve açlığın yaygınlaştığı bir karmaşa düzeni mi? Sorulara
verilecek doğru yanıt geleceğimizi belirleyecek adımları
atmamızı sağlayacaktır.
Dünya Küçülüyor Ama Bütünleşemiyor
İnsanlar
ve toplumlar arasında, bugüne dek hiçbir dönemde görülmeyen bir
ilişki yoğunlaşması yaşanıyor. Dünyanın herhangi bir yerinde
ortaya çıkan bir olay, uydu ve bilgisayar teknolojisi, telefon ve
bilgi–işlem merkezleriyle aynı anda dünyanın her yerine
ulaşıyor. İletişim yoğunlaşması aynı zamanda baskı ve
bozulmayı da yayıyor. Üretimin yerini para ticareti, kültürün
yerini yozlaşma, dayanışmanın yerini bireycilik alıyor.
Tanıtımcılık (reklâmcılık), yüzdelikçilik (komisyonculuk),
danışmanlık, borsa aracılığı (simsarlığı) ve lobicilik
günümüzün kolay ve çok para kazanılan işleri haline geliyor.
Büyük
devletlerce yönlendirilen ekonomik, politik ve kültürel
etkinlikler; önem ve boyutuna göre yalnızca ortaya çıktığı
ülkeyi değil, değişik oranlarda birçok ülkeyi etkisi altına
alıyor. Ülke sınırları artık savaşla değil, akçalı ve
siyasi güçle değiştiriliyor. Soğuk savaş döneminin barış
dengeleri bozuluyor ve askeri bloklarla oluşturulan güvenlik
kuşakları ortadan kalkıyor. Ekonomik çatışmanın yarattığı
gerilimler politik alana yayılıyor ve ekonomik birliktelikler kendi
askeri gücünü oluşturuyor. Dünya küçülüyor ama
bütünleşemiyor.
Ülke
ekonomileri küresel işleyişe bağlandıkça uluslar, bölgeler ve
kentler birbirine yakınlaşmıyor, tersine her yönden uzaklaşıyor.
Küresel ekonomi, toplumsal çözülmeyi hızlandırıyor. İnsanlar
kimliklerini yitiriyor ve kendi yaşam çevrelerine yabancılaşıyor.
İnsanlar ayrımında (farkında) olsunlar ya da olmasınlar,
anlasınlar ya da anlamasınlar; karar ve uygulama süreçlerine
katılmadıkları, kendilerinden çok uzaklarda oluşturulan
politikaların etkisine giriyorlar. Dünya, şimdiye dek hiç
olmadığı ölçüde, karışık ve karmaşık bir döneme giriyor.
Amerikalı ekonomistler Richard
Barnet ve Cohn
Cavanagh, küreselleşmenin
yarattığı ortam için şu saptamayı yapıyor: “Şirketler
yerel, ulusal ve uluslarüstü düzeyde politik kurumların
sınırlarını aştıklarından, ulusal önderler ekonomik konular
üzerindeki denetimlerini giderek yitirmektedirler. Sonuçta dünya,
uygar çağda eşi benzeri görülmemiş bir yetki bunalımıyla
karşı karşıya gelmektedir.”1
Dünyanın
küçülmesinden çok söz ediliyor ancak ülkelerarası eşitsizliği
ele alan olmuyor. Küresel ekonomiye yön veren güçlüler,
kendilerini üstün seçkinler olarak görüyor. Dünyanın tek bir
pazar haline gelerek bütünleşme sürecine girdiği söyleniyor
ancak bu süreç bütünleşmeyi değil, politik ve toplumsal
dağılmayı hızlandırıyor. Toplumsal ilişkiler, aile bağları
ve ulusal kimlikler, küresel ‘kültür’
piyasasının düzeysiz ürünleri tarafından yozlaştırılıyor.
Uluslararası güç merkezlerine karşı kendilerini koruyamayan
ülkeler, bölünme ve parçalanma ile karşı karşıya kalıyor.
Küreselleşme:
Uygarlık mı, Yozlaşma mı
Olayların
birbirini etkilemesi ve gücün egemenliği, tarihin her döneminde
vardı, bugün de var. Doğal ya da toplumsal yaşamda her süreç,
kendinden önceki süreçten etkilendi, sonrakini etkiledi ve sönüme
giden her dönem bir başka dönemin başlangıcı oldu.
Kendiliğinden gelen ve kendi kurallarını kendisi yaratan insan
istencinden (iradesinden) bağımsız bu nesnel devinim, doğal
yaşamın özünü oluşturdu. Bu öz, toplumsal yaşam için de
geçerliydi; ne zamanı gelmeyen yeni bir düzen yaratılabildi, ne
de doğal yaşamı tükenmemiş toplumsal ilişkiler ortadan
kaldırılabildi.
Bugün
açığa çıkarılması, daha doğru bir deyişle, insanların
bilgisine sunulması gereken ana sorun; küreselleşme adıyla
yaşanmakta olan sürecin, toplumsal gelişimin nesnelliğine uyan ve
insanlığı ileri götüren bir olgu olup olmadığıdır.
Küreselleşme, doğaya ve yaşama uygun ileri bir gelişme mi, yoksa
gelişimini tamamlayarak asalaklaşan bir düzenin, değişime ayak
diremesi midir? Bu soruya açık bir yanıt verilmesi gerekir.
Toplumsal
ilişkilerin, buna bağlı olarak politikanın düzey ve niteliğini,
ekonomik işleyişin aldığı biçim belirler. Bu biçim, aynı
zamanda siyasi demokrasinin gelişkinlik düzeyinin de
belirleyicisidir.
Toplumsal
yaşamın uyumlu ve sürekli bir gelişme içinde olması için,
ekonomik yapıyla siyasi düzen arasında birbirini bütünleyen bir
dengenin sağlanmış olması gerekir. Bu denge, üretimin ve üretici
güçlerin özgürce gelişebileceği koşulların yaratılmasıyla
korunabilir. Geçerli siyasi düzen, yaşam süresi dolan eski
ilişkileri korumaya çalışıyorsa, gelişim önünde aşılması
gereken engel durumuna gelmişse, baskı ve şiddete dayanıyorsa, bu
düzen yaşam süresini doldurmuş demektir ve değişmesi
kaçınılmazdır. Değişim er ya da geç gerçekleşecek ve
insanlığın genel gelişimine olanak veren yeni bir düzen
kurulacaktır. Tarihte hep böyle olmuştur.
Küreselleşme
Yayılıyor: İnsanlar Yoksullaşıyor, Baskı Artıyor
Toplumsal
dönüşüm ve siyasi düzen değişikliği insan isteğine bağlı
olmayan nesnel zorunluluklardır. İnsanlar başlangıçta bu
zorunluluğun bilincinde olmasalar da, toplumsal koşullar insanlarda
bu bilinci yaratır ve onları, nesnel gerçeğe uygun davranarak
değişimi gerçekleştiren bir eylem içine sokar. Yaşamın sürekli
gelişimine denk düşen bu eylem, karşısına çıkan tutucu
engelleri ortadan kaldırır ve insanlığı ileri götüren devrimci
bir eyleme dönüşür.
Küreselleşme
ideolojisinin kuramsal çerçevesi; değişim,
yenileşme ya da ilerleme
gibi tanım ve savlar üzerine oturtulmuştur. Tarihin
Sonu,
Sanayi Ötesi Toplumların
Kurulması ya da
Post–Modern Çağa Geçiş
gibi yaklaşımlarla küreselleşmenin kuramını oluşturmaya
çalışan “ideologlar”,
ileri sürdükleri görüşlerde sürekli bu tanımları
kullanmışlardır. “Küreselleşme
çağın zorunlu bir gereğidir”,
“Küreselleşmeye karşı
çıkmak tutuculuktur”,
“Küreselleşmeye hiçbir
güç karşı koyamaz”...
Söylenenler bunlardır ve bu söylemlerin olağanüstü yoğunlukta
propagandası yapılmaktadır.
İşsizlik
ve yoksulluğun yaygınlığı, gelir dağılımındaki aşırı
dengesizlik, sosyal güvensizlik, silahlanma yarışı ve savaşlar;
ileri sürülen tezleri yadsıyor, gerçeklerin çok ayrımlı
olduğunu gösteriyor; küreselleşme ideologlarının gösterişli
“kuramını”,
kaba bir yaymaca durumuna düşürüyor.
İleri
sürülen görüşler, kuşkusuz yaymaca düzeyinde bırakılmıyor.
Akçalı ve siyasi karışmalar ve dayatılan programlarla, özellikle
azgelişmiş ülkelerde, toplumsal ilerleme yönündeki tüm birikim
ve eğilimler ortadan kaldırılıyor. Yoğun bir baskı, tüm
dünyaya yayılıyor. Güce dayalı saldırgan tutum, küresel
politikanın belirleyicisi oluyor. Kalkınma ve gelişmenin
vazgeçilmezi olan ulus–devlet yapısı bozulmaya uğratılıyor;
yozlaşmanın adı değişim,
bozulmanın adı yenileşme
oluyor. Baskı ve şiddetle sağlanan ve ayakta tutulmaya çalışılan
küresel düzen, dünya uluslarının gelişimi önünde, ortadan
kaldırılması gereken engel durumuna geliyor. Gelişimin doğal
evrimi, engellenmeye, insanların ve ulusların yaşanmamış
gelecekleri ellerinden alınmaya çalışılıyor. Ve bunların tümü;
değişim, yenileşme
ya da ilerleme gibi
tanımlar kullanılarak, demokrasi
ve özgürlük
adına yapılıyor. Küresel politikaları tekelci şirketlerin
belirlediği, üretimden çok getirimci (rantiye) kazançlarının
ekonomiye yön verdiği ve üretici güçler üzerinde ağır bir
baskının oluşturulduğu bir dünyada; sürekli yinelenen ve
sonuçları ortada olan, demokrasi
ve özgürlüğün neyin
ve kimin özgürlüğü olduğunu herkesin ama öncelikle yoksulların
görmesi gerekir.
Güç
ve Şiddet
Gelişimin
doğal evrimiyle siyasi çatışmanın olduğu yerde güç
ve şiddet
de vardır ve gücün
tarih içinde her zaman önemli bir işlevi olmuştur. Bu anlamıyla
güç
ve şiddet,
hem gelişimin hem de tutuculuğun kullandığı bir araç olmuştur.
Eskiden gelen ayrıcalıklarını yitirmek istemeyenler gibi,
eşitsizliklere ve haksızlıklara karşı direnenler de, sonunda
güce
başvurur. Bu çatışma her zaman, gelişimin önünde engel
oluşturan tutucu ve baskıcı geleneklerin ortadan kaldırılmasıyla
sonuçlanır ve insanlık sürekli olarak gelişir. Toplumsal
gelişmeyi kaçınılmaz kılan niteliksel öz budur.
Günümüzde
güç
ve şiddetin
kapsamı genişlemiş ve teknolojik gelişimin sağladığı
olanaklarla toplumsal yaşamın hemen her alanına yayılmıştır.
Bugünün güç
kavramı artık, yalnızca politik teröre bağlı silahlı şiddetle
sınırlı değildir. Silah, düzenin ayakta tutulması için ana
unsurdur ve gerektiğinde kullanılmaktan çekinilmez. Ancak
yeğlenen, silahlı şiddetin gizlenmesi ve küresel işleyişin
“barışçıl”
yöntemlerle sürdürülmesidir. Bu amaçla; ekonomik, mali ve
kültürel alanlara geniş kapsamlı “barışçı
saldırılar”
yöneltilmiş ve yaratılan karmaşa ortamında bilgiden koparılmış
insanlar, kendi çıkarlarıyla çelişen uygulamalar içine
sokulmuşlardır.
Çok
yönlü yaymacayla (propagandayla) toplumun tümüne yöneltilen
kültürel saldırı, düşünsel yıkım düzeyine vararak kitleler
üzerinde silahlı saldırıdan daha etkili olmaktadır. Burada artık
söz konusu olan yalnızca “hapishane”
ya da “toplama
kamplarının” varlığı
değil, ülkenin tümünün açık şiddetin gizlenmeye çalışıldığı
bir “toplama kampı”
haline getirilmesidir. Fransız Siyaset Bilimcisi Jean-Marie
Domenach, politik
propagandanın kitleler üzerinde kurduğu baskıyı: “Çağdaş
totalitarizm” olarak
tanımlarken şunları söylemektedir: “Çağdaş
totalitarizmin güçlerinin sıralanışında ilk sıra, tartışma
götürmez bir biçimde politik propagandadır. Propaganda polisten
önce gelir... Politik propaganda da devlet ya da para güçlerinin
elinde, kitlelerin gizilgüç (potansiyel) etkisini durdurmak,
uyutmak ve kendi yararına kullanmak için en güçlü araçtır.”2
Politik propagandanın
gücü konusunda Bertrand
Russel’ın
görüşleri ayrımlı değildir: “Propaganda
eğer, toplumun hemen tümünde ortak bir görüş yaratabilirse,
karşı konulamaz bir yönetim erki doğurabilir.”3
DİPNOTLAR
1 “Küresel
Düşler” R.J.Barnet-J.Cavanagh,
Sabah K., 1995, sf.331
2 “Politika
ve Propaganda” Jean-Marie Domenach Varlık
Y., İst.1969, sf. 4; ak.
Prof.Dr.Ç.Yetkin
“İktidar” Süreç
Yay. 1987, sf.54
3 “İktidar”
Bernard Russel, sf.
2; ak. a.g.e. sf. 54
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder