AB
ve IMF’ye verilen “ulusal
programlar”,
küresel egemenliğin, azgelişmiş ülkelere vermek istediği biçimi
sağlayacak “iş
programları”
niteliğindedir. Kimi çevreler buna açık bir biçimde “ev
ödevi” de diyor.
Yönetim yetkisini elinde bulunduran politikacılar, Brüksel ve
Washington’da üretilen programları “ev
ödevi” sayıp
gereklerini yerine getirmede büyük istek gösteriyor. Her program
yeni bir programı gerekli kılıyor ve uygulamalar yayıldıkça
Türkiye, boyut ve kapsamı geniş bir yönetim bozulmasıyla
karşılaşıyor; toplumsal düzenin temel dayanakları sarsılıyor.
Açıklamalar
25
Mart 2001 günü, Washington’un ünlü Ritz
Carlton
Oteli’nde
Amerikan–Türk Konseyi toplantısı yapıldı. Bu toplantıya bir
kutlama iletisi (mesaj) gönderen Cumhurbaşkanı Ahmet
Necdet Sezer
şu değerlendirmeyi yaptı: “Son
yirmi yıl, dünyada önemli değişiklikler getirdi. Soğuk savaşın
sona ermesi jeopolitik ilişkilerin değerini arttırdı. Ancak bu
dönemde Türk Amerikan ortaklığı, önüne çıkan zorluklara
dayandığı, gibi kapsamlı bir stratejik ortaklığa ilerledi.”1
İletide
dikkat çeken yaklaşım, yalnızca Türkiye’nin ABD ile stratejik
ortak olduğunun iddia edilmesi değildi. Cumhurbaşkanı bu yönde
daha önce de açıklamalar yapmıştı. Yeni ve önemli olan
yaklaşım, “Türk–Amerikan
ortaklığının son yirmi yıl içinde önüne çıkan zorluklara
dayanmış olduğunu”
ileri sürmesiydi. “Türk
Amerikan stratejik ortaklığının”
önüne hangi zorluklar çıkmıştı? “Türk
Amerikan ortaklığı”,
“Son
yirmi yılda ortaya çıkan zorluklara”
nasıl “dayanmıştı”?
“Yaşanan
zorluklar”
nelerdi? Ahmet
Necdet Sezer’in,
“Kapsamlı
bir stratejik ortaklığa ilerleyen Türk Amerikan ortaklığının”
dayandığını
söylediği zorluk, Amerikalıların rahatsızlıklarını sıkça
dile getirdikleri 28 Şubat’la başlayan süreç olabilir miydi? O
değilse neydi?
Başbakan
Bülent
Ecevit’in
aynı toplantıya gönderdiği ileti ise, çok daha ‘ileri’ bir
savı içeriyordu. Ecevit,
Başbakan olarak şunları söylüyordu: “Türk
Amerikan ortaklığının tarihinde pek çok kilometretaşı
bulunuyor. Gururla, elli yıl önce Kore’de, son elli yıldır
NATO’da, bugün Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu ve Orta Asya’daki
işbirliğimizi gösterebiliriz. Türk–Amerikan ortaklığı son
birkaç on yılda önemli ölçüde gelişmiştir. Savunma ortaklığı
biçimindeki müttefik ilişkilerimiz, bugün,
her alanda paylaşılan değerler ve hedefleri
desteklemeye yönelik bir ortaklık haline dönüşmüştür.”2
Aynı
Sözler
Benzer
açıklamalar, neredeyse aynı sözcüklerle 58. ve 59.AKP hükümetleri
döneminde de sürdürüldü. Batıyı “batıl”
(haksız, çürük, temelsiz) gören ve İslam’a göre
yaşadıklarını söyleyen insanlar iktidara gelmiş; ancak,
Batıyla ilgili söylem değişmemişti. Yeni ‘yönetici’lere
göre de; Türkiye’nin ABD ve AB’yle birlikte olmaktan başka
seçeneği yoktu; AB’ye üyelik tek amaç, ABD’yle birlikte olmak
tek yoldu; ABD ve AB Türkiye’nin stratejik ortağıydı, dünyaya
açılmak için bu ortaklığın derinleştirilmesi şarttı... Türk
halkı, kendilerine ‘liberal demokrat’,
‘ulusal sol’
ya da ‘milliyetçi’
diyen partilerden sonra ‘İslamcı’
görünen bir partiyi de iktidara getirmiş, ancak aynı söz ve
davranışlarla karşılaşmıştı.
Recep
Tayyip Erdoğan,
8 Haziran 2005’te Amerika’ya gitti ve davetlisi olduğu Foreign
Policy Association
adlı kuruluşta, “Türk
Dış Politikası ve ABD’yle İlişkiler”
konulu bir konuşma yaptı. Konuşmada, ABD’nin “bugün
olduğu gibi gelecekte de en etkili küresel güç olma konumunu”
sürdüreceğini ve “dünyanın
merkezi bir bölgesinde”
bulunan Türkiye’nin, “evrensel
değerler ve ortak çıkarlar etrafında ABD’yle kurduğu ortaklık”
yönünde hareket edeceğini açıkladı.
Erdoğan,
“tek
süper güç olmak beraberinde güçlükler ve sorumluluklar
getirmektedir. Türkiye ve ABD birbirini zannedilenden daha iyi
tanıyor”
dedi ve konuşmasını şu sözlerle bitirdi: “ABD’nin küresel gücü, uluslararası ilişkilerin belirleyicisi
haline gelmiştir. Gelinen noktada bizim size söyleyeceğimiz şudur:
Bu durum dünya için bir fırsattır. ABD dünyayla ilgilenmeye
devam etmelidir.”3
Stratejik
Ortak mı; Stratejik İlişki mi
Recep
Tayyip Erdoğan’ın
Washington’da yaptığı görüşmelerin tümünde dikkat çekici
bir ikilem yaşanmıştı. Başkan George
W.Bush,
dahil Amerikalı yetkililer, Türk-Amerikan ilişkileri için
“stratejik
ilişki”
tanımını kullanırken, Tayyip
Erdoğan
ısrarla “stratejik
ortaklık”
diyordu. Amerikalılara göre, “stratejik
ortaklık”;
çok daha büyük işbirliği, çıkarların örtüşmesi ve bu
işbirliğine “hükümet,
ordu ve ilgili kurumların tümü”
nün sahip çıkması demekti.4
Amerikalılar
haklıydı. Dünya egemenliği peşindeki ABD ile ulusal varlığını
korumaya çalışan Türkiye’nin “stratejik
Ortak”
olduğunu söylemek, yaşamdan ve gerçeklerden kopuk, maddi temeli
olmayan soyut bir savı ileri sürmek demekti; böyle bir sav, siyasi
varlığını sürdürmeyi dış destekte arayan işbirlikçi
anlayışın dışavurumuydu. Türkiye’de hükümetler değişiyor
ancak bu anlayış değişmiyordu.
Tayyip
Erdoğan’ın
başbakan olduğu 59.Hükümet döneminde de aynı tutum
sürdürülüyordu, ABD’yle AB’ye karşı uygulanmakta olan
boyuneğici (teslimiyetçi) politika, daha kapsamlı ve tehlikeli
hale getirilerek derinleştiriliyordu. Başbakan, bakanlar ve
milletvekilleri, o güne dek siyasilerin söylemeye cesaret
edemiyeceği açıklamalar yapıyordu.
AKP’nin
Gelişi
3
Kasım 2002 seçimlerinde Türk halkı, hükümetteki üç partiye oy
vermeyerek onları Meclis’ten tasfiye etti ve AKP’yi tek başına
iktidara getirdi. Halk, altı ay önce kurulan bu partiye, üstelik
yoğun olarak, oy verirken, seçim bildirilerinde verilen sözlerin
tutulacağını ve dar gelirlilere yönelik yeni uygulamalar
yapılacağını sanıyordu.
Recep
Tayyip Erdoğan;
seçim meydanlarında; IMF’yi eleştiriyor, milletvekili
dokunulmazlığının kaldırılacağını, yolsuzlukların üzerine
gidileceğini, hortumculuğa son verileceğini ve işsizliğin
ortadan kaldırılarak gelir düzeyinin arttırılacağını
söylüyordu. 57.Hükümet’i oluşturan partileri, “IMF’den
emir alıyorlar”
diye suçluyor, AKP’nin iktidara geldiğinde bu kuruluşla olan
ilişkileri, “dikkatlice
gözden geçirileceğini”
açıklıyordu.
Seçim
kazanılıp hükümet kurulunca, çok farklı şeyler söylenmeye
başlandı. Hükümet adına yapılan ilk açıklamada, “önceki
programlar aynısıyla uygulanacaktır”
denildi. Aldığı hapis cezası nedeniyle başbakan olamadığı
günlerde Recep
Tayyip Erdoğan
Parti Başkanı olarak “Acil
Eylem Planı”
adını verdiği bir program açıkladı.
Kemal
Derviş’in
hazırladığı programın yeni sözcüklerle yinelenmesi olan
açıklamada; “IMF’yle
yürütülen stand-by anlaşmasının sürdürüleceği”,
söyleniyor, “mevcut
ekonomik programın temel çatısını bozmadan, IMF ’yle
müzakerelere başlanacaktır”
deniyordu.5
“Acil
Eylem Planı”
nda ayrıca; vergi yükünün tabana yayılacağı, özelleştirmenin
hızlandırılacağı, tarım desteklerinin kaldırılacağı,
doğrudan yabancı yatırımların özendirileceği, sağlık ve
sosyal güvenlik reformunun yapılacağı, enerji ve mazot
fiyatlarının düşürüleceği söyleniyor, Güçlü Ekonomi
Bakanlığı’nın kurulacağı açıklanıyordu.6
Söylenenlerin tümü Kemal
Derviş’in
açıkladığı “Güçlü
Ekonomiye Geçiş Programı”
nın içinde yer alan hedeflerdi.
Yeni
uygulayıcılar, eskilerden daha ‘cesur’
ve gözükaraydı. AB ve ABD isteklerini yerine getirmede “çok
kararlı”
görünüyor, yapacakları değişikliklerin Avrupalıları bile
şaşırtacağını söyleyerek rejim değişikliği anlamına gelen
açıklamalar yapılıyordu. Recep
Tayyip Erdoğan,
“iç
ve dış politikada yapı yeniden şekillendirilecektir, statükoyu
(yürürlükteki yasalara göre olması gerekenler y.n.)
değiştireceğiz”
derken7;
Abdullah
Gül,
“bizim
amacımız ne olursa olsun AB değildir. Bizim esas amacımız
Türkiye’yi değiştirmektir, Türkiye’yi transformasyona
uğratmaktır. AB bunun için bir vesiledir”
diyordu.8
“Statükonun
değiştirilmesi”,
“Türkiye’nin
transformasyonu”
gibi sözlerle dile getirilen anlayış, Cumhuriyetle kurulan düzenin
ortadan kaldırılmasını hedefliyordu ve bu hedef Batının sürekli
kıldığı bir politikaydı. Batı Atatürk’ün
kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni kabullenmemiş, çökertilmesi
için elinden geleni yapmıştı. Yönetime gelenlerle Batı
politikası buyük bir örtüşme içindeydi.
Ev
Ödevi
AB
ve IMF’ye verilen “ulusal
programlar”,
küresel egemenliğin, azgelişmiş ülkelere vermek istediği biçimi
sağlayacak “iş
programları”
niteliğindedir. Kimi çevreler buna açık bir biçimde “ev
ödevi”
de diyor. Yönetim yetkisini elinde bulunduran politikacılar,
Brüksel ve Washington’da üretilen programları “ev
ödevi”
sayıp gereklerini yerine getirmede büyük istek gösteriyor. Her
program yeni bir programı gerekli kılıyor ve uygulamalar
yayıldıkça Türkiye, boyut ve kapsamı geniş bir yönetim
bozulmasıyla karşılaşıyor; toplumsal düzenin temel dayanakları
sarsılıyor.
Üstlendiği
yönetim sorumluluğunu, “ev
ödevlerini”
yapmakla sınırlayan politikacılar için, ulusal haklar ya da
ulusal bağımsızlık gibi kavramlar gündemden düşmüştür;
onlar bu kavramları bilinçlerinden çıkarmışlar, bunların
küreselleşen dünyada artık geçerliliği olmayan tutucu
yaklaşımlar olduğuna kendilerini inandırmışlardır. Bunlar,
ulusal haklardan hızla uzaklaşıyorlar ve bu nedenle ulusal haklar
için mücadele eden insanlara karşı sert bir tavır içine
giriyorlar. Bu davranış, yapmaya çalıştıkları “ev
ödevinin”
zorunlu sonucudur ve anti–ulusçuluk “ev
ödevlerinin”
değişmez öğesidir.
İşbirlikçilerin
anlamadıkları ve görmedikleri yeni bir gelişme var. Bugüne dek
birlikte hareket ettikleri küresel güçler, şimdi, “temsili
demokrasi ve ölçek ekonomisi çağdışı kaldı, tüketici odaklı
serbest piyasa ekonomisine geçiyoruz, artık başka insanlar
hakkında karar alacak temsilcilere
ihtiyacımız
yok”
diyerek9
yönetim yetkisini bu tür “yönetici”lerin
elinden alarak onları buyruğunda tuttuğu ücretli elemanlar
konumuna sokuyorlar. İşbirlikçilerin önemi giderek azalıyor,
“doğrudan
demokrasi”
denilen gizli işgal yönetim yetkisini onların da elinden alıyor;
büyük devlet egemenliği saltıklaşıyor (mutlaklaşıyor).
Gerçekler Gizlenemez
Türkiye’nin
ABD ve AB ilişkilerini somut verilere dayanarak inceleyen ve bu
konudaki gerçekleri Türk halkına ileten aydınlara uzun yıllar,
şiddetli ve sürekli bir baskı uygulandı. Düşünsel kaynağını
Kemalizm’den
alan bilimsel niteliğe sahip bu aydınlar, edindikleri
anti–emperyalist kimlikleriyle itilip kakıldılar,
kovuşturuldular; sokak ortalarında öldürüldüler. Ulusçu ve
Atatürkçü kadrolar altmış yıllık bir süreç içinde, üst
düzey devlet görevlerinden uzaklaştırıldı. Ancak, yaşam sürdü
ve dün politik terörle susturulan, işlerinden atılan aydınların
söyleyip yazdıkları, bugün halka acı veren gerçekler olarak
Türk ulusunun karşısına dikildi.
Uluslararası
Demokratlar
Türkiye’nin
ABD ve AB ilişkileri, 1980’den sonra, karşı çıkmak bir yana
tartışılmadı bile. ABD kaynaklı Özal
politikaları Türk halkına büyük devrimci atılımlar olarak
sunuldu, Özal’a
ikinci
Atatürk
dendi. AB ile yapılan GB protokolü Türkiye’de bayram havasıyla
kutlandı, toplumun hemen her kesimini Avrupalı olma heyecanı
sardı.
“Milli
birlik ve beraberliği”
dillerinden düşürmeyen üst düzey yöneticiler, “beynelmilel
komünizme”
karşı göğsünü siper eden milliyetçiler, “dini
bütün”
mukaddesatçılar ve anti–kapitalist “sosyalistler”
bir anda “uluslararası
demokratlar”
haline geldiler. Halkın üzerinde yoğun bir medya terörü
estirildi, ulusal hakları savunan aydınlar, “nesli
tükenmiş yaratık”
gibi gösterildi ve yasası olmayan bir soyutlama politikası
uygulandı. Küreselleşmeyi, AB’ni, özelleştirmeyi savunmak,
devlet görevlerinde yükselmenin ya da yerini korumanın ön şartı
haline geldi.
İnönü’den
Demirel’e Değişmez Tutum
Batıya
bağlanmanın yarattığı siyasi yozlaşma, eğitimsizlik ve bilinç
yoksunluğuyla birleşince, ortaya halkın kolayca kandırılabileceği
karışık ve karmaşık bir ortam çıkıyor; Ülke yönetiminde söz
sahibi olan politikacılar, sıradan insanların bile yapmayacağı
açıklamalar yapıyor, sömürgecilik üzerine oturan Batı
değerlerini yücelterek ABD ve AB’ye bağımlılığı
derinleştiren bir politika izliyor. Bu tutum, Atatürk’ten
sonra değişmez devlet politikası haline geldi.
Atatürk’ten
sonra Cumhurbaşkanı olan İsmet
İnönü,
1946’da “ben
Türk siyasetinin Amerikan siyasetiyle el ele gitmesi taraftarıyım”10;
1960’ta “Batı
demokrasisiyle aynı cephede bulunuyoruz; bu anlayış milletçe
kabul edilmiştir. Hangi parti iktidara geçerse geçsin bu devam
edecektir”
diyordu.11
Dışişleri
Bakanı Şükrü
Saraçoğlu
1939’da “Türkiye’nin
bütün nüfuzunu
(erkini) Batı
devletlerinin hizmetine veriyoruz”
derken12,
Başbakan Adnan
Menderes,
1959’da “Milli
ya da bağımsız dış siyaset gütmek, Batının demokrasi
anlayışından uzaklaşmak demektir”
diyor13;
bir başka Cumhurbaşkanı Süleyman
Demirel
1999’da, “dinamik
bir olgu olan küreselleşme hayatın her alanını dönüştürecek,
ekonomik manada sınırlar haritada bir çizgiden başka anlam
taşımayacaktır; ulus devlete bakış değişecek, egemenlik
kavramı yeni anlamlar kazanacaktır”
diyordu.14
İnönü,
Menderes
ya da Demirel’den
sonraki politikacılar, aynı anlayışı, benzer söylemlerle
sürdürdüler. Batıya yönelme ve Batı kurumlarıyla ilişkiler,
Türk dış siyasetinde seçeneği olmayan tek tutum durumuna geldi.
Siyaset ABD ve AB’ye, ekonomi IMF ve Dünya Bankası’na teslim
edildi. Bunu yapan yöneticiler, olması gerekeni yerine getirmenin
hoşnutluğunu taşıyor, Türkiye’yi Batıya bağlamayı “uygar
dünyayla bütünleşme”
diye tanımlayarak yaptıklarıyla övünüyorlardı.
Baykal’ın
Sözleri
Türk
ekonomisine büyük zarar veren Gümrük Birliği Protokolü
13.12.1995’te imzalandı ve Türkiye’de bayram gibi kutlandı.
CHP Genel Başkanı Deniz
Baykal,
aynı gün yaptığı açıklamada olayın bir zafer olduğunu ileri
sürüyor ve şunları söylüyordu: “Türkiye’nin
işçisi, çiftçisi, esnafı, sanatkarı ve sanayicisi bundan böyle
yalnızca altmış milyonluk Türkiye için değil, dörtyüz
milyonluk Avrupa için üretim yapacaktır… Bu zaferin sahipleri
önce Gazi Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü, Adnan Menderes ve
Turgut Özal’dır.”15
Ecevit
ve Erdoğan
Bunalımlarla
dolu bir sürece giren Türkiye’de, dışa bağımlılık ve
borçlanma artıp ekonomik çözülme yaşanırken, 1999’da kurulan
57.Hükümet’in Başbakanı Bülent
Ecevit,
IMF niyet mektuplarının, AB katılım ortaklığı belgelerinin
gereklerini yerine getiriyor ve “ekonomide
yüzyılın mucizesini yaratıyoruz”
diyordu.16
2003’te
kurulan 59.Hükümet’in Başbakanı Recep
Tayyip Erdoğan
farklı davranmıyor, Washington ve Brüksel’in isteklerini yerine
getiren Batı yanlısı geleneksel politikayı sürdürüyordu. O da
Ecevit’den
farklı konuşmuyor ve işsizlik yaygınlaşırken, çalışanlar
sıkıntı içindeyken, çiftçi ve esnaf yok olurken, “Türkiye’de sessiz bir devrim yaşanıyor; son üç yılda gösterilen
büyük başarılarla Türkiye dünyanın yıldız ülkesi haline
geldi”
diyordu.17
Recep
Tayyip Erdoğan’ın
düşüncesini açıklama biçimi, Ecevit’in
söyleminden biçem (üslup) olarak çoğu kez daha kabaydı ama
yürüttüğü politika öz olarak aynıydı ve Batı isteklerini
yerine getirmeye dayanıyordu. Türkiye’nin kamusal değerlerini
yabancılara satmaya özel ilgi ve istek gösteriyor, yoğun çaba
harcıyordu. Bu konuda çok atak ve gözü karaydı.
Yabancılara
mülk satışını, yerine getirmesi zorunlu bir başbakanlık görevi
sayıyor, bunun için kural dışı özel görüşmeler yapıyordu.
Davranışına karşı çıkanları “düşman”
olarak değerlendiriyor ve şunları söylüyordu: “Kusura
bakmasınlar belki rahatsız edeceğim ama yine köşeli konuşacağım.
Bize dışardan düşman gerekmez. Biz bize düşman olarak
yetiyoruz... Fakat bunlar bizi yolumuzdan alıkoyamayacak. Biz aynı
yolda yürüyoruz. Ülkede yatırım yapılmasını teminen dünyanın
bütün girişimcileri ile her yerde görüşürüz. Çünkü ben
ülkemi adeta pazarlamakla mükellefim.”18
(Mükellef: Bir şeyi yapmak zorunda olan, yükümlü- Türk Dil
Kurumu Sözlüğü)
Bülent
Ecevit
Türkiye-AB ilişkilerinde Türkiye’nin AB’ye karşı
yükümlülüklerinin arttırıldığı, Helsinki Doruğu’nda
Kıbrıs ve Ege konusunda yeni ödünler verildiği bir yıl olan
1999’da, “Türkiye,
artık hem bir dünya devleti hem de bir Avrupa devletidir. AB
üyelerinin değerli devlet adamlarına ve AB ’nin tüm
yetkililerine, adaylığımıza katkıları nedeniyle teşekkür
ederim”
demişti.19
Recep
Tayyip Erdoğan
teşekkürünü başka türlü dile getiriyordu. Ulusal bağımsızlığın
ortadan kalktığı ve AB’yle ilişkilerin Türkiye için neredeyse
tutsaklık düzeyine geldiği 2004’te, Avrupa Birliği’ne
bağımlılığın
kötü bir şey olmadığını, tersine “yararlı”
olduğunu ileri sürdü ve şunları söyledi: “Avrupa
Birliği’ne olan bağımlılığımız anormal bir durum değil,
hatta yararlı. AB’nin Türkiye üzerindeki denetimini arttırması,
bazı yasaları çıkarırken işimize yarıyor.”20
Bir
Avuç Aydın
Başbakanlar,
bakanlar bunları söylerken, düşünme yeteneğini yitirmemiş az
sayıdaki bilim adamı ve gözleri körelmemiş bir avuç aydın;
gümrük birliği uygulamalarını, bağlı olarak AB ilişkilerini
ve küreselleşmenin olumsuz etkilerini inceleyip araştırdılar ve
vardıkları sonuçları halka ulaştırmaya çalıştılar.
Başlangıçta yeterli desteği bulamadılar ama bilimsel yetenekleri
ve çıkarsız yaklaşımlarıyla yaptıkları tüm saptamalar, yaşam
tarafından doğrulandı ve önceden uyardıkları olumsuzluklar,
halkı yoksulluğa götüren sarsıcı toplumsal sorunlar olarak
teker teker ortaya çıktı; Türkiye sıkıntılarla yüklü
karmaşık bir ortama sürüklendi.
DİPNOTLAR
- “ABD ile İlişkimiz Gelişecek” Hürriyet, 25.03.2001
- “İlişkilerde Savunma Boyutunu Aştık” Hürriyet, 25.03.2001
- “Bu ne Sevgi Ah...” Yeniçağ, 11.06.2005
- “Stratejik Ortaklık mı?” Evren Mesci, Sabah 10.06.2005
- “Temel Çatıyı Bozmadan IMF’yle Konuşacağız” Recep Tayyip Er-doğan, Hürriyet 17.10.2002
- “Acil Plan Erdoğan’dan” Hürriyet, 17.10.2002 ve “Kaynaksız Projeler Dönemi” Cumhuriyet 17.10.2002
- “Statüko’yu Değiştireceğiz”, Akşam 23.10.2002
- “AB Araç, Değişim Amaç”, Cumhuriyet 18.11.2005
- “Global Paradoks” John Naisbitt, Sabah Kit., İst.-1994, sf.24 ve “Özelleştirme Karşıtı Görevde Kalamaz” Cumhuriyet, 17.11.1999
- “Çok Partili Hayata Geçiş” Prof.Taner Timur, İletişim Yay.
- “İkinci Adam”, Ş.S.Aydemir, Remzi Kit., 4.Baskı, İst.-1983, 3.Cilt, sf.417
- “Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu, 3.Cilt, İst.-1974, sf.1696
- “Hangi Atatürk” Attila İlhan sf.188; ak. Yalçın Kaya “Bozkırdan Doğan Uygarlık-Köy Enstitüleri” 2.Cilt, Tiglat Mat., İst.-2001, sf.515
- “Demirel’in Üçüncü Cumhuriyet Çağrısı” Aydınlık, 10.10.1999
- Sabah 14.12.1995
- Hürriyet, 17.12.1999
- “Erdoğan Ulusa Seslendi” Cumhuriyet 31.08.2005
- “Ülkemi Pazarlamakla Mükellefim” Cumhuriyet, 16.10.2005
- “TBMM Tutanak Dergisi” 14.12.1999, sf.214; ak. Hülya Yakınsoy-Adil Aşırım, “Türkiye’deki Siyasi Partilerin Avrupa Birliği’ne Bakışı” Sude Ajans Tan.Org.Ltd.Şti., sf.344-351
- “Denetim Faydalı” Sabah 08.10.2004
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder