Libya
halkı, 1911'den 1931'e dek İtalyan işgaline karşı büyük bir
direniş göstermiştir. Libya direnişinin destansı bir yanı
vardır. İdeolojik, politik ve askeri yetersizlik içindeki bir
önderlikle, kararlı ve kalıcı direniş içine giren Libya halkı,
başta İtalyanlar olmak üzere tüm dünyayı şaşırtan bir direnç
göstermiştir. Savaşımın uzun sürmesinin nedeni, kitleleri
savaşım içine sokan önder kadronun, anti-sömürgeci ve
anti-emperyalist bilinçten yoksun olması, buna bağlı olarak da
savaşımı taşıyabilecek bir siyasi ve askeri örgütlenmenin
yaratılamamış olmasıdır. Benzer durum, Tunus içinde geçerlidir.
Libya
Bodrumlu
Türk denizcisi Turgut
Reis,
1551 yılında Trablusgarb’ı (Libya’nın eski adı) aldığında,
1912 yılına dek sürecek 351 yıllık Osmanlı egemenliğinin
temellerini atmış oluyordu. İki milyon kilometrekareye yakın
toprak üzerinde, yalnızca Akdeniz kıyı şeridinin tarıma ve
yerleşmeye elverişli olduğu bu çöl ülkesinin, uğrunda savaşım
vermeğe değip değmediğini düşünenler de olmuştur. Ancak, Orta
Akdenizdeki kıyıları, Korsika’dan Girit’e dek uzanan iki bin
kilometrekarelik bölümü karşılayan bu ülkenin, Akdeniz’e
egemen olmak isteyen devletler için her zaman stratejik bir önemi
olmuş, ancak bereketli kıyı ovaları sömürgeci güçlerin
ilgisini çekmişti.
Osmanlı
Yönetimi
Osmanlılar,
egemenliği altına aldığı başka ülkelerde uyguladığı yönetim
biçimini, Trablusgarp’da da uyguladı. Miktarını İstanbul’un
belirlediği vergiler toplandı, asker ve hizmetli devşirildi,
bunun dışında yerel halkın yaşam biçimine karışılmadı.
Osmanlı
yönetimiyle Libyalılar arasında uzun yıllar önemli bir çatışma
olmadı. Gerileme ve çöküş dönemine giren İmparatorluğun,
sarsılan yönetim biçimi bozuldu ve çeşitli çatışmalar ortaya
çıktı. Çatışmaları gideremeyen Padişah çareyi, Trablusgarp
yönetimini 1711 yılında Karamanlı ailesine vermekte buldu.
Karamanlı soyundan gelen beylerbeylerinin
1835’e değin süren yönetimi de, bu tarihten sonra sarsılmaya
başladı ve Osmanlılar Trablusgarb’ı, 1843’de Cezayir’den
gelen Senusiyye
tarikatıyla birlikte yönetmeye başladı. 20.yüzyıla böyle
gelindi.
İtalyan
İşgali
Yüzyıl
başından beri kendisine sömürge arayan İtalya için, Kuzey
Afrika’da Batılılarca paylaşılmayan tek yer olan ve hemen
karşısında bulunan Trablusgarp en uygun yerdi. Çökmekte olan
Osmanlı İmparatorluğu’nun burada herhangi bir gücü kalmamıştı.
Trablusgarp ele geçirilecek en kolay ülkeydi.
İtalya,
saldırı için; İngiltere, Fransa ve Osmanlı İmparatorluğu’nun
dostu görünen Almanya’nın onayını aldı ve Osmanlı Devletine
28 Eylül 1911 günü bir nota verdi. Notada, Trablusgarb’dan 24
saat içinde çıkılması, bu yapılmadığında asker gönderileceği
bildiriliyordu. İstanbul’un istemi kabul etmeyen ve görüşmelere
hazır olduğunu bildiren karşı notası dikkate alınmıyor ve 24
saat içinde işgale başlanıyordu. Askeri eylemcenin (harekâtın)
tüm hazırlıkları gizlice yapılmış ve nota tarihi neredeyse
eylemcenin başlama emri durumuna getirilmişti. İşgal için ileri
sürülen gerekçeler, benzerlerini günümüzde de sıkca
gördüğümüz, Batı savlarına dayandırılmıştı; “Osmanlı
subay ve memurları, Trablusgarp’da insan haklarını ihlal ediyor,
başta İtalyanlar olmak üzere tüm yabancılara ve yerel halka kötü
muamele ediyor. İtalya hükümeti bu duruma çözüm bulmak için
duruma müdahale edecek ve Trablusgarp’ı askeri işgal altına
alacaktır.”1
Sömürgeleşme
İtalya
denize egemen olduğu için Osmanlı hükümeti deniz yolundan yardım
gönderemedi. İngiltere’nin İtalya’yı desteklemek için
Mısır’ı yansız ülke ilan etmesiyle, karadan da kuvvet
gönderemedi. İçlerinde Mustafa
Kemal
ve Enver
Paşa’nın
bulunduğu kimi Türk subaylarının gizli yollarla gidip, yerel
halkla birlikte başarılı bir direniş örgütlemelerine karşın,
Trablusgarp İtalya’nın sömürgesi olmaktan kurtulamadı. Osmanlı
İmparatorluğu, Balkan savaşları nedeniyle çekildi ve Ouchy
Antlaşması’yla
bölgedeki bütün haklarından resmen vazgeçti.
Halk
Direnişi
Türkler’in
çekilmesinden sonra yerel halkın işgale karşı direnişi sürdü.
Kıyı şeridinde sıkışan İtalyan güçleri iç kısımlara
giremiyordu. Senusi’lerin
öncülük ettiği direniş 1912’den sonra tüm Libya’ya yayıldı.
Yetersiz ve ilkel silahlarla direnen Libyalılar, askeri güçlerine
göre son derece başarılı oldu ve Kasım 1918’de Trablus’da
(Tripoli) bir cumhuriyet kurulduğunu ilan etti.
İtalya,
halk direnişini kıracak zamanı kazanmak için uymayacağı bir
anlaşmayla bu cumhuriyeti tanıdı. Nitekim 1922’de anlaşmayı
geçersiz ilan ederek Libya’ya yeniden saldırdı. Libya halkının,
işgale karşı tepkisi, 1918 ayaklanmasından daha sert oldu.
İtalyanlar ellerindeki tüm gelişmiş silahlara ve düzenli
ordulara karşın ayaklanmayı bastıramadı.
İtalyan
Vahşeti
Türkleri
insan haklarını çiğnemekle suçlayan İtalya, Libya’da benzeri
sık görülmeyen bir vahşet sergiledi. İtalyan ordusu, içme
suyunun halk için her zaman yaşamsal önemde olduğu bu çöl
ülkesinde, su kuyularını dinamitledi ve kumla doldurdu. Köyleri
ateşe verdi, köylüleri topraklarından sürüp, üstü açık
toplama kamplarında açlığa tutsak etti.
Mısır-Libya
sınırına 200 km. aşılması güç dikenli tel döşeyerek
direnişçilerle ailelerini Libya’ya hapsetti. Ülkenin her yerinde
insan avına girişti. Yapılanlara karşın halk direnişi 10 yıl
daha sürdü. 11 Eylül 1931’de yakalanan direniş önderi Ömer
el-Muhtar’ın,
20 bin bedeviye seyrettirilerek asılması üzerine direniş sona
erdi.
Önderlik
Sorunu
Libya
halkının İtalyanlara karşı direnişinin destansı bir yanı
vardır. İdeolojik, politik ve askeri yetersizlik içindeki bir
önderlikle, bu denli kararlı ve kalıcı direniş içine giren
Libya halkı, başta İtalyanlar olmak üzere tüm dünyayı şaşırtan
bir direnç göstermiştir. Yenilginin gerçek nedeni, kitleleri
savaşım içine sokan önder kadronun, anti-sömürgeci ve
anti-emperyalist bilinçten yoksun olması, buna bağlı olarak da
savaşımı taşıyabilecek bir siyasi ve askeri örgütlenmenin
yaratılamamış olmasıdır.
Savaşa
1911-1922 arasında önderlik eden Senusiler, Ebu
Talib’in
soyundan geldiklerini söyleyen dini bir tarikattı. 1922-1931
direnişinin önderi Ömer
el-Muhtar
ise ulemanın alt tabakasından yaşlı bir din hocasıydı. Bunların
emperyalizme karşı verilen bağımsızlık savaşımını başarıya
ulaştırmaları kuşkusuz olanaklı değildi.
İngiliz-
Fransız Yönetimi
Libya,
İtalya’nın 2.Dünya savaşında yenilmesine karşın
bağımsızlığına kavuşamadı. 1939 yılında İtalya’ya
bağlanan Libya, 1945’de İtalyanlar’ın elinden alındı ve
İngiliz-Fransız ortak yönetimine verildi. Bu iki ülke, 1951
yılında Birleşmiş Milletler’den bir karar çıkartarak,
kendilerine bağlı bir krallık düzeni kurdurdu ve sözde Libya’nın
“bağımsızlığını”
tanıdı.
İngiltere
dilediği yerde askeri üs, havaalanı ve askeri birlik bulundurma
haklarını korudu. ABD Trablusgarp yakınlarında, Akdeniz ve
Ortadoğu stratejisinin en önemli unsurlarından biri olan Wheelus
Field
üssünü kurdu.
Petrol
ve Şirketler
1959
yılında Libya’da zengin petrol yatakları bulundu. O güne dek,
Akdeniz’e yönelik üs kurmaktan başka önemi olmayan bu ülke,
uluslararası petrol şirketleri için olağanüstü önem kazandı.
Ülkenin mali sistemine İtalyanlar, petrolüne de ABD ve İngiliz
şirketleri egemen oldu. Libya Hükümeti, 1960’ların başında
varili 1,5 dolardan satılan petrolden yalnızca 30 sent pay
alabiliyordu.2
Kral
İdris,
borç karşılığı her türlü ödünü veriyor ve halk üzerindeki
baskıyı giderek arttırıyordu. 1960’ların sonunda nüfusun
yaklaşık yüzde 70’i ekonomi dışıydı ve son derece yoksul bir
yaşam sürüyordu. Katılımcı yönetim geleneği olmayan Libya’da,
birkaç güçsüz siyasi parti de 1952’den beri yasaktı.
Demokrasi
havarisi ABD ve İngiltere, herhangi bir siyasal özgürlüğe izin
vermemesi için krala baskı yapıyor ve ülkeyi dolaylı biçimde
yönetiyordu. Toplumsal karşıtlık yalnızca Bingazi Üniversitesi
ve Harp Okulunda soluk alıyordu. Nasır’dan
etkilenen genç subaylar, Albay Kaddafi’nin
önderliğinde 1 Eylül 1969’da yönetime el koydu.
Kaddafi
Kaddafi,
1971 yılından sonra özellikle petrol ile ilgili yatırımlarda
yaygın devletleştirme uygulamalarına girişti. Devletin petrol
üretimindeki payı 1973 yılında yüzde 51, 1974’de yüzde 61
düzeyine çıktı. Ülkenin ulusal geliri hızla arttı ve dış
borç sorunu ortadan kalktı.3
Bir
bedevi kabile şefinin oğlu olan Kaddafi
1942 yılında Sirte
çölünde dünyaya gelmişti. Senusi
olan ailesi yıllarca, İtalyanlar’a karşı verilen savaşımın
içinde olmuştu. Kur’anı hatmetmekle başlayan eğitim yaşamı,
Harp Okulu’nu bitirerek noktalanmıştı. Okumayı, bilimsel
gerçeklere ulaşmaktan çok, garip düşüncelerine dayanak bulmak
için sürdürmüştür.
Tutarsız
kişiliği siyasi görüşlerine de yansımış; kimi zaman gözükara
bir ‘anti-emperyalist
(!)’
kimi zaman da, kadınların erkeklere tabi eksikli varlıklar
olduğunu söyleyen gerici olmuştur. 1975 yılında “İslami
bir atom bombası”
yapması için Pakistan’a büyük para kaptırdı. 1980’de Çad’ı
işgal etti, 1979’da da Uganda’nın vahşi diktatörü İdi
Amin’i
kurtarmaya çalıştı. 1981’de dünyanın en büyük teröristi
ilan ettiği ABD’ye meydan okudu. 1986’da ABD’nin Libya’yı
bombalamasından sonra ABD karşıtçılığı sona erdi.
Libya
bağımsızlık hareketi hiçbir döneminde, sağlıklı bir
önderliğe kavuşamadı. Libya halkının 1911’den beri sürdürdüğü
özverili savaşım, ülkeyi kurtuluşa götürecek bir yönetimi
gerçekleştiremedi. Ülke gelirleri petrol nedeniyle arttı ancak bu
varsıllık; ayrıcalıklı dinsel kümelere, üst düzey devlet
yetkilerine gitti ve Libya geri bir feodal ülke olarak kaldı.
Türk
Devrimi’nin Libya’ya Etkisi
Libyalılar,
özellikle 1922-1931 direnişi döneminde Türk
Devrimi’nden
etkilendiler. Anadolu’nun işgalden kurtarılması, İtalyanlar’a
karşı eşitsiz bir savaşa giren direnişciler için benzersiz bir
destek gücü oluşturdu. Direniş önderlerinden Şeyh
Senusi
1923’te Mustafa
Kemal’e
yazdığı mektupta şunları söylüyordu: “Afrika
Araplar’ı sizden kendilerine yardımda bulunmanızı rica
ediyorlar. Onlar mazlum Afrika halklarının esaret zincirinden
kurtulması ve Afrikalılar’a özgür bir yaşam sağlamak için,
Batılı emperyalist devletlere karşı yaptıkları mücadeleyi
genişletmek istiyorlar.”4
Tunus
Tunus
tarihi, Cezayir’in geçmişine çok benzer. Barbaros
Hayrettin
tarafından 1534’de alınması, 1574 yılında Osmanlı vilayeti
olması, 1883’de Fransız egemenliği ve 1956 ya dek süren
bağımsızlık savaşımları... Küçük yüzölçümüne karşın
(164 bin km2) sahip olduğu sulak ve bereketli toprakları,
Akdeniz’in tam ortasına uzanan ve Sicilya’ya 105 mil yaklaşan
konumuyla, tarihinin bütün dönemlerinde Avrupalılar’ın
ilgisini çekmiştir. Kartaca, İsa’dan
önce uzun yüzyıllar Akdeniz’in en gelişkin tarım, ticaret ve
el sanatları merkezi olmuş; Tunus Roma’nın tahıl, zeytinyağı
ve şarap deposu görevini yapmıştır.
İngiltere’nin
Mısır’ı elegeçirdiği günlerde, Fransa Tunus’u ele geçirdi.
19.Yüzyıl sonlarında Osmanlı İmparatorluğu öylesine güçsüz
bir durumdaydı ki; Fransa, Tunus’u elde etmek için asker bile
kullanmadı, bu işi masa başı kararlarıyla yaptı. 1878 Berlin
Kongresinde
Fransa’nın Tunus’taki özel çıkarları kabul edildi, 1881
Bardo
Anlaşması
ve 1883 El
Marsa Sözleşmesiy’le
Fransız protektorası
(korumacılığı)
kuruldu.
Baskı
ve Direnç
Osmanlı
yönetiminin sağladığı serbestliği ve özgür ticari
ayrıcalıkları yitiren Tunuslular, Fransız sömürgeci yönetimine
karşı savaşıma girişmekte gecikmedi. Aydınlar, hakları
kısıtlanmış tüccarlar ve toprak sahibi çiftçiler başta olmak
üzere Tunus halkı örgütlenerek tepkilerini göstermeye başladı.
Fransızlar
burada da, yalnızca ekonomik değere sahip doğal zenginliklere
değil, yerel halkın yaşam kaynaklarına el attı ve ele
geçirdikleri tüm tarihsel, kültürel değerleri ülkelerine
taşıdı.
1907’de
kentlerde örgütlenen, Genç
Tunus Partisi
kuruldu. Partiden çok, yerel bir derneğe benzeyen bu parti,
yetersizliklerine karşın, Tunus ulusçuluğunu yaymağa başladı.
1911 yılında, Fransız düşmanlığına dayalı, ayaklanmalar
ortaya çıktı. Genel Vali Paul
Cambon,
1921’e dek bu ayaklanmaları bastırmakla uğraştı.
Örgütlü
Savaşım
Genç
Tunus
Partisi,
1.Dünya Savaşı sonunda içinden yeni bir parti çıkardı. 1920’de
Destur
Partisi
kuruldu. Bir anayasanın hazırlanmasını ve protektora
(korumacı) yönetimine son verilmesini isteyen bu parti, hızlı bir
gelişme gösterdi. Parti, 1920 ve 1921’de ortaya çıkan geniş
kapsamlı çatışmalarda etkin biçimde yer aldı. 1921 sonlarında
sıkıyönetim ilan edildi ve Destur’un
kurucusu Şeyh
Tahalbi
sürgüne gönderildi.
Ağır
baskılar ve sürgünler nedeniyle Destur
güç yitirdi ve belirgin bir biçimde eylemsizlik içine girdi.
Zaten parti içinde, program, savaşım biçimi ve kurulacak yeni
düzenin niteliği ile ilgili ciddi görüş ayrılıkları vardı.
Eylemsiz dönemde bu çelişkiler artarak bölünmeye yol açtı.
Tunus’un ünlü önderi Habib
Burgiba
ve yandaşları, 1933 yılında Destur’dan
ayrılarak Yeni
Destur Partisini
kurdu.
Ayrılık
Türk
Devrimi’nden tam bağımsızlık dışında, önemli ölçüde
etkilenmiş olan Yeni
Destur,
demokratik, eşitlikçi ve Cumhuriyetçi uygar bir toplum düzeni
istiyordu. Ancak, tam bağımsızlığı erken buluyor, aşamalı
bir siyaset adına, Fransa ile en azından ekonomik ve kültürel bir
işbirliğini benimsiyordu. Destur
ise, Fransa ile tüm bağların koparılmasını; dinsel, kültürel
ve siyasal alanlarda şeriat yasalarına göre yönetilen, gelenekçi
bir toplumsal düzen istiyordu.
Gerçekler
Ulusal
savaşım içine giren Yeni
Destur,
anti-sömürgeci savaşımın katı gerçeklerini çok kısa sürede
gördü. Fransa’yla tüm bağların koparılmasını isteyen Destur
yandaşları, savaşımın şiddetlendiğinde uzlaşmacı bir eğilime
girerken; Yeni
Destur,
devrimci bir atılganlıkla, Fransa ile doğrudan çatışmaya girdi.
1934
yılında kapatılınca yasadışı biçimde çalışmalarını
sürdürdü ve daha etkili oldu. 1937’de 400 şubesi ve 70 bin
üyesi vardı.5
Aynı yıl başlayan işgal karşıtı kitle eylemleri, tüm ülkeye
yayıldı ancak kanlı bir biçimde bastırıldı, yüzlerce Tunuslu
öldürüldü.
Verilen
Sözler
2.Dünya
Savaşında, 1942-1943 yıllarında ülke, Almanlar tarafından işgal
edildi. Bağlaşıklarla Almanlar, Tunus toprakları üzerinde yoğun
biçimde savaştı.
Almanların
çekilmesi ve savaşın bitmesinden sonra, Tunus’un konumunda
herhangi bir değişiklik olmadı. Oysa, Fransa savaştan sonra yeni
haklar tanıyacağını, gerekirse Tunus’tan çekileceğine yönelik
sözler vermişti. Verilen sözlerin yerine getirilmesini bekleyen
Tunuslular, yeni demokratik haklar yerine, sistemleştirilmiş yeni
baskılarla karşılaştı.
1951
yılında Burgiba’nın
sürgünden dönmesiyle, Fransız baskısı daha da sertleşti.
Burgiba
tutuklandı, yeniden kapatılan Yeni
Destur,
Güney’de örgütlediği gerilla güçleriyle silahlı savaşım
başlattı. Vietnam’da yenilen, Cezayir’de başı dertte olan
Fransa, Tunus’daki silahlı savaşıma yeterli güç ayıramadı.
Bundan yararlanan ulusçular, çatışmaları Tunus’a yaydı ve
Fransa’yı Tunus’dan çekilmeye zorladı. Sıkışan Fransa; 31
Temmuz 1954’de yayınladığı ve adını Kartaca’dan alan
bildiriyle, Tunus’a kayıtsız koşulsuz özerklik verileceğini
ilan etti.
Bağımsızlık
Habib
Burgiba,
1 Haziran 1955’de Tunus’a döndüğünde 500 binden çok insanın
coşkulu gösterileriyle karşılandı. O’nu bekleyenler yalnızca
coşkulu kitleler değildi.
Destur,
Komünist
Parti
ve Yeni
Destur’un
köktenci kanadının oluşturduğu bir karşıtçılar bloğu ile de
karşılaştı. Bunlar, tam bağımsızlığı içermeyen özerklik
uzlaşmasına karşı çıkıyordu.
Burgiba’nın
karşıtçılara tepkisi sert oldu. 1955 Eylül’ünde toplanan Yeni
Destur
Kongresi’nde
parti içi karşıtçılığı ayıkladı (tasfiye etti), bir
bölümünü tutuklattı. Burgiba,
karşıtçıların özerklik eleştirilerinin yapay olduğunu,
onların ‘tam
bağımsızlık değil güçsüz yapılarına karşın iktidarı
istediğini’
söylüyor, ulusal bağımsızlığı Yeni
Destur’un
getireceğini savunuyordu. Savlarında haklı çıktı. Kısa bir
süre sonra; Cezayir savaşından iyice bunalan ve Fas’ın
bağımsızlığını tanımak zorunda kalan Fransa; ister istemez,
Tunus’un bağımsızlığını da tanıdı ve bunu 20 Mart 1956
günü ilan etti.
Fransız
Vahşeti
Bağımsızlığa
karşın, Tunus’un Fransa’ya olan ekonomik bağımlılığı
sürdü. Bu bağımlılıktan güç alan Fransa, Cezayir’i açıkça
destekleyen Tunus’u cezalandırmak için, 1958 de Sakied
Sidi
köyünü, haber vermeden bambaladı ve bine yakın sivili öldürdü.
Bu olaydan sonra Burgiba
Fransa’ya karşı daha sert bir tutum içine girdi. BM’den karar
çıkartarak, Fransa’nın Tunus’daki bütün askeri üslerini,
Bizerte
dışında boşalttırdı. Bu üssün boşaltılmaması nedeniyle,
halka bir çağrı yapan Burgiba,
barışcı bir eylem olarak, üssün çevresinin sarılmasını
istedi. Toplanan kitleyi havadan bombalayan Fransa, 30 bin Tunusluyu
öldürdü.
Bu
olaydan sonra Burgiba’nın
emperyalizme karşı tutumu daha kararlı ve eyleme dönük bir
niteliğe ulaştı. Önce Tunus’daki Fransız yatırımlarını
ulusallaştırdı daha sonra yabancılara ait tüm toprakları
kamulaştırdı. Bu topraklar özel kişilere değil, köylülerin
oluşturduğu kooperatiflere verildi. Yeni
Destur ’un
adı Sosyalist
Destur
olarak değiştirildi.
Türk
Devrimi’nin Tunus’a Etkisi
Tunus,
Türk devriminden etkilenen bir başka Arap ülkesidir. Bu etki,
yalnızca Kurtuluş
Savaşı
dönemi ile sınırlı kalmamış, Mısır ve Cezayir’de olduğu
gibi, Cumhuriyet dönemini de içermiştir. Uygarlık, çağdaşlık,
devletçilik, cumhuriyetçilik, laiklik ve ulusçuluk gibi Kemalist
kavram ve ilkeler; Tunus’ta aynı anlayışla uygulanmaya
çalışılmıştır.
1956
Yılında Tunus’ta Cumhuriyet ilan edildiğinde, aynı yıl
çıkarılan, Kişisel
Haklar Yasası
ile laiklik ilkesi yasal güvenceye kavuşturuldu. Özel mülkiyet
dışlanmadan toplumsal içerikli bir devletçilik anlayışı
uygulandı. Düşük düzeydeki sınıf çelişkileri ikincil sayıldı
ve ulusal birlik anlayışına önem verildi. Kooperatifleşme,
sanayileşme ve eğitim alanlarında, ulusçu atılımlara girişildi.
1983 yılında çok partili düzene geçildi.
Habib
Burgiba
Türk Devrimi’nden ne düzeyde etkilendiğini şöyle
açıklamaktadır: “Sakarya
Savaşı ve Sakarya Zaferi yirmi yaşımın en güçlü anısı
olmuştur. O zamanlar kendi kendime şöyle diyordum: Acaba ben de
ulusumu böylesine seferber edemez miyim, onun ruhuna bu kurtarıcı
hamleyi, bu dizgin tanımaz ihtirası aşılayamaz mıyım?”
Mustafa
Kemal
için söyledikleri ise şöyledir: “Mustafa
Kemal’in kişiliği halk kitlelerinin ayaklanması ve halk
mücadelelerinin ölçüsü olmuştur. Bu mücadeleler, O’nun
ölümünden sonra da genişleyip, Doğu ve Batı bloklarının
dışındaki, üçüncü dünyada yayılmış ve onları sömürge
egemenliğinden kurtarmıştır.”6
DİPNOTLAR
1 “İtalyanlar
Kuzey Afrika’da” Fahri Belen,
20.Yüzyıl Tarihi, Arkın Kit., sf.302
2 “Sosyalizm
ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi”
İletişim Yay., 4.Cilt, sf.1306
3 a.g.e.
sf.1307
4 “Bir
Sovyet Diplomatının Anıları” Aralof,
Birey Yay., sf.122
5 “Büyük
Larousse”
Gelişim Yay., sf.3092
6 “Atatürk
İçin Diyorlar ki” Selahattin Çiller,
Varlık Yay., sf.216-109
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder