Altıok,
yaymaca (propaganda) amacı taşıyan sıradan bir tanımlama değil;
mücadele içinde oluşan, yaşama bağlı ve geleceğe yön veren
ilkeler bütünüdür. Geri kalmışlıktan kurtularak gelişmek
isteyen bir ulusun, kalkınıp güçlenmek için izleyeceği yolu
gösterir. Bu işin nasıl yapılacağını açıklar. İnsanı esas
alır, bilime ve gerçeklere dayanır. Herşeyden önce, “çok
yönlü, ileri ve çağın gereklerine uygun”
belirlemeler; “halka
verilen söz ve yükümlenmelerdir.”
Toplumsal gelişimi temel amaç sayan, kendine güvenli ve devrimci
bir yönetimin yapabileceği bir girişimdir. Türk ulusunun
buluşudur ancak evrensel bir boyutu vardır.
Laiklik
Laik tanımı Türkçeye,
Latincedeki laicos ve Fransızcadaki laique sözcüğünden girdi ve
Türkiye’de geçerli olan laiklik anlayışıyla, Batıdaki uygulamalar arasındaki
tek benzerlik, yalnızca bu sözcük benzerliği oldu. İki anlayış arasında,
tarihsel oluşum, gelenekler ve inanç biçimleri olarak çok ayrımlı özellikler
vardır. Türkiye’de uygulanan laiklik, tümüyle Türk toplumuna özgüdür ve
onun gelişim isteğine yanıt veren tarihsel dayanaklara sahiptir. Laiklik,
“çok az toplumda, Türkiye’de olduğu kadar önem kazanmıştır.”1
*
Orta Çağ Avrupası’nda Kilise, özellikle Katolik
Kilisesi, siyasi ve ekonomik gücü yüksek, toprak egemeni durumuna gelmişti.
Hıristiyanlığı maddi çıkar için kullanıyor; ticaret yapıyor, insan
çalıştırıyor, vergi topluyor, hatta parayla cennetten tapu satıyordu. Askeri
birlikleri, mahkemeleri (engizisyon), hapishaneleri vardı. Feodal düzenin
temel egemen kurumu, Katolik Kilisesi’ydi.
15.yüzyılla
birlikte gelişmeye başlayan, kapitalist üretim ilişkileri ve oluşan yeni
kurumlar, kilisenin despotik ayrıcalıklarıyla çelişmeye başladı. Kilise,
ekonomik çıkar için din ve mezhep çatışmalarını kışkırtıyor; dogmalara dayalı,
insanları “düşünmeyi bilmeyen cahiller” durumuna getiren eğitimiyle,
kapitalizmin gelişimi önünde güçlü bir engel oluşturuyordu.
Kapitalizmin
gelişimini sağlamak için, ulusal pazarın oluşturulması, bunun için de feodal
kurumların etkisizleştirilmesi gerekiyordu. Kilise, bu kurumların başında
geliyordu. Protestanlık bu gereksinimi karşılamak üzere ortaya çıktı.
Devrimle (Fransa) ya da evrimle (İngiltere-Almanya), Katolik Kilisesi’nin
topraklarına el konularak ekonomik ve siyasal gücü kırıldı, eğitimden uzaklaştırıldı.
Uygulamalar, bütünlüklü bir dizge (sistem) durumuna getirilerek, teokratik
egemenliğe karşı, laiklik ilkesi geliştirildi. Avrupa’da laikliği böyle oluştu.
*
Türkiye’de durum başkaydı.
Türkler, İslamiyetten önce ve sonra böyle bir dönem yaşamamıştı. Eski Türk
geleneklerinde din, çıkar amaçlı kullanılmamış, siyaset dışında tutularak,
inanç özgürlüğü kişisel bir sorun olarak bırakılmıştı. Hiçbir eski Türk
devletinde; din, mezhep ya da ırk, devlet siyasetine yön vermemişti. “Halka
ait” anlamına gelen Laicos tanımını, belki de en çok eski Türkler
hak ediyordu.
İslam
inancında Peygamber; öğüt verici, devlet kurucu ve yasa koyucuydu; dünyayı
düzenlemeye ve eşitliği gerçekleştirmeye memurdu. Din ve devlet işlerini
birbirinden ayırmamıştı ancak devlet görevlerini yerine getirirken sadık kaldığı
ana ilke, insanlar arasında eşitliği amaçlayarak adalet’i
gerçekleştirmekti.
Eşitlik ve adalet kavramı,
yalnızca kişisel bir sorun değil, onu aşan ve devlet işleyişine yön veren bir
düzen sorunuydu. Ekonomik kültürel yapıları ve tarihsel özellikleri değişik
Müslüman milletlerin, eşitlik ve adalet sağlama yöntemleri de kuşkusuz
değişik olacaktı.
İslamiyette
adalet sağlama din adamlarına değil, hukuk bilginlerine (müçtehidlere)
bırakılmıştı. Adalet’i sağlamanın, inanç ve yorum değişikliğine bağlı
olmayan ve varsıl yoksul herkesi kapsayan sağlam kuralları vardı. Bu nedenle,
halka adalet götüren ve hukuka kaynak oluşturan İslami gelenekler, Prof.Cahit
Tanyol’a göre, “laiklik kavramıyla büyük bir yakınlık içindeydi.”2
İslam
hukukçuları, halka adalet götüren hukuksal uygulamalara ve bunların
oluşturduğu geleneklere büyük önem verdi. Adalet’in evrenselliğini
tanımlarken; sınıf, zümre, hanedan, mezhep ve ırk çıkarlarını dikkate
almadılar; bunları adalet kavramından uzak tuttular. İnsanı ve halkı
esas alan anlayışlarıyla, Hz.Muhammet’in, “bir günlük adalet kırk
yıllık ibadete denktir.”3 Sözüne sadık kaldılar ve “adalet
duygusuna, Tanrı emrine eşit bir yücelik verdiler.”4
*
Halk
meclisi
anlamına gelen danışma (meşveret) geleneği İslamiyette, ümmeti,
yani Müslüman halkın tümünü kapsayan geçerli yönetim işleyişi olmuş; İslam
dünyasında adı konmadan, eşitliğe dayalı bir tür laik anlayış uygulanmıştı. Bu
anlayış, Batının din ve sınıf çatışmalarından çok ayrımlı, katılımcı bir düzen
yaratmıştı.
Türkiye’deki
laiklik uygulamasının, Batıdan ayrımlı bir başka özelliği, toplumsal karşıtlıkların
sınıfsal nitelikli iç çatışmaya değil, işgale dayanan dış saldırıya karşı
verilmiş olmasıdır. Ayrıca dini çıkarları için kullanan ve emperyalistlerle
işbirliği yapan gericiler, gerek Kurtuluş Savaş’ına ve gerekse yenileşme
girişimlerine karşı çıkmış, karşı çıkışında sürekli dini kullanmıştır. Bu iki
özellik, Türk Devrim’inde laikliğin özel önem kazanmasına neden olmuştur. Batıda,
Kilise ve soylulular, sonrasında burjuvalar, dini siyasi ve ekonomik çıkar için
kullanmıştır; bu kullanım bir iç sorundu. Türk Devrim’inde ise din siyasi amaç
için kullanılmadığı gibi devrim kullananlarla savaşım içinden geçerek
başarılmıştır.
*
Laiklik İlkesi, Kurtuluş Savaşı’yla
başlayan, devrimlerle süren, birbiriyle ilişkili devrimci uygulamalar sürecinde
oluşturuldu. Bağnazlığa ortam hazırlayan ve işbirlikçi nitelikleri nedeniyle
halkla ve dinle ilişkileri kalmayan; Saltanat, Hilafet, medrese ve tarikatlara
karşı savaşım içinde olgunlaştı. Saltanata karşı Cumhuriyet, Hilafete
karşı Diyanet, medreseye karşı çağdaş
okullar, tarikatlara karşı halk örgütlenmeleri konuldu. Ulusal
bağımsızlığa, yenileşmeye ve özgür düşünceye karşı her direnç, kararlılıkla
ortadan kaldırıldı.
Mustafa
Kemal,
Türk halkını, yüzyıllara dayalı geri kalmışlıktan ve eğitimsizliğin yarattığı
yanılgılardan kurtarmak için çok uğraştı. Din kurallarının yeterince
bilinmemesi nedeniyle, kimi kesimlerde etkili olan tutucu yaymacaya
(propaganda) karşı mücadele etti.
Ülkenin
birçok yerinde laikliğin ne
olup ne olmadığını açıklayan konuşmalar, aydınlatıcı açıklamalar yaptı. “Din
ve mezhep, herkesin vicdanına kalmış bir iştir. Hiçbir kimse hiçbir kimseyi, ne
bir din ne de bir mezhebi kabul etmeye zorlayabilir. Din ve mezhep hiçbir zaman
politika aracı olarak kullanılamaz”5 diyor; dini çıkarı için
kullananlara duyduğu nefreti, “softa sınıfının din simsarlığına izin
verilmemelidir. Dinden maddi menfaat temin edenler, iğrenç kimselerdir. Bu
duruma karşıyız ve buna müsaade etmiyoruz” sözleriyle dile getiriyordu.6
Devletçilik
Devletçilik İlkesi, kimi kesimlerce, yalnızca
ekonomik kalkınma sorunu olarak ele alınır, bu çerçeve içinde değerlendirilir.
Bu yaklaşım doğru, ancak özellikle Türk toplumu için eksiktir.
Türklerde
devlet, ekonominin sınırlarını aşan ve topluma yön veren bambaşka bir etkiye,
tarihsel bir saygıya sahiptir. Batıda olduğu gibi, yönetimi ele geçiren egemen
sınıfların topluma karşı kullandığı baskı aracı değil, toplumun tümünü temsil
edip ulusun tümünü kucaklayan, koruyucu ve sosyal bir kamu gücüdür. Yalnızca
Türklere özgü olan ve toplum yaşamını düzenleyen bu özellik, doğaldır ki,
Cumhuriyet’in geliştirdiği Devletçilik İlkesi’ne de yön ve biçim
vermiştir.
Eski
Türklerde, devlet gücü, şiddet aracı olarak içe değil, millet varlığını
korumak için dışa karşı kullanıldı. İçte, halkın gereksinimlerini
ve toplumun genel çıkarını gözeterek, gönenç artırıcı bir işlevi yerine
getiriyordu. Batıda devlet, kişi ya da sınıf çıkarlarını öne çıkarırken,
Türklerde, sınıf ayrımı gözetmeksizin genel toplum çıkarlarını amaç ediniyordu.
Cumhuriyet Devleti, bu birikim ve anlayış
üzerine kuruldu. Mustafa Kemal, Devletçilik İlkesi’ne temel
oluşturan kuramsal araştırmaları içinde, önem verdiği bu özelliğe sıkça
değindi; devlet uygulamalarını bu özellikle uyumlu kıldı. “Cumhuriyet
Hükümetinin, yurttaşların yaşamı, geleceği ve refahıyla her bakımdan
ilgilenmesi doğaldır. Halkımız yaradılıştan (teb’an) devletçidir ki, her şeyi
devletten istemeyi kendisinde bir hak olarak görür. Bu nedenle, milletimizin
yapısıyla, devletçilik programı arasında, tam anlamıyla bir uyum vardır. Bu
yönde yürüyeceğiz ve başarılı olacağız. Bundan kuşkumuz yoktur.”7
*
Devletin, ekonomik gelişmeye
yön vermesi, kökleri eskiye giden yaygın bir uygulamadır. Batıda, kapitalizmin
gelişim döneminde etkili olan Merkantilizm, ekonomik ulusçuluğu
ve devletçiliği temsil ediyordu. Fransa’da Kolbertizm, Almanya’da
Kameralizm, İspanya’da Bulyonizm adını alan merkantilist
işleyiş; devletçilik, korumacılık, sanayicilik ve ulusçuluk
üzerine kurulmuştu.
Merkantelizme göre, bir ulusun gücü
zenginliğiyle ölçülür. Ulusu güçlendirmek için ekonominin devlet eliyle
düzenlenmesi, yatırımcıların desteklenmesi, sanayi ve ticaretin dışa karşı
korunması gerekir. Bunun için, ulusal pazar gümrük duvarıyla korunmalı; devlet,
iç ve dış ekonomik ilişkilerde, belirleyici ve kural koyucu olmalıdır.8
Sanayileşerek
kalkınan ülkelerin tümü, ulusçuluk ve devletçilik temelinde
gelişen ve Orta Çağ’dan Yeni Çağ’a geçişe denk düşen merkantilizm
dönemini yaşadılar. Bu dönemde devlet, siyasette olduğu kadar, ekonomide de
belirleyici güçtü. İçerde, özel girişimcilere destek olup bağışıklar (muafiyetler)
veriyor; dışarda, yeni pazarlar bulup ucuz hammadde sağlıyor ve güvenliği
korumak için, orduyu ve donanmayı devreye sokuyordu.
Batı
Avrupa ülkeleri, sanayileşip güçlenmeyi devletçilikle sağladılar. Bugün,
kalkınmasını istemedikleri azgelişmiş ülkelere, devletçiliği küçülme
söylemleriyle adeta yasaklamalarının temelinde bu gerçek vardır. Onlar bilirler
ki, ekonomik ulusçuluğu yaşama geçiren devletçiliği uygulamadan bir ülkenin kalkınıp
güçlenmesi olası değildir. Böyle bir örnek ne geçmişte ne de bugün görülmedi.
Daha güçlü olana karşı kendini korumayı başarmak, yalnızca kalkınmak için
değil, onunla birlikte, ulusal varlığı sürdürmek için de temel koşuldur. Bu
koşulu ancak devlet yerine getirebilir.
*
Mustafa Kemal, Türkiye için geçerli olan
devletçilik biçimi üzerine yoğun çalışma yaptı. Türk ve Batı
toplumlarının tarihsel evrimini, ekonomik yönleriyle ele aldı, ortak yönlerini
ya da ayrılıkları inceledi. Uzmanlık gerektiren bu güç işi, geçmişi güncele
bağlayıp uygulanabilir sonuçlar çıkararak, şaşırtıcı bir ustalıkla başardı.
Vardığı sonuçları, Türkiye’nin koşullarına ve gelişim isteğine uyumlu yöntemler
durumuna getirdi. Devletçilik İlkesi bu bilinç ve çabanın ürünü olarak
ortaya çıktı.
Devletçilikle
ilgili görüşlerini, 1922‘de açıklamaya başladı. Savaş, iç siyasi çatışmalar,
ayaklanmalar ve yoğun devrim atılımları, konuyla ilgili araştırmalarını aksattı
ancak ara verdirmedi. 1930’da, dünya ekonomik bunalımının etkisiyle,
çalışmalarını yoğunlaştırdı ve devletçilik ilkesini olgunlaştırarak, Anayasa’ya girecek kadar önemli olduğunu
gösterdi. Bu noktaya, sekiz yıllık bir çabayla gelinmişti. 4 Ocak 1922’de Lenin’e
gönderdiği mektupta, Türkiye’de uygulanacak devletçilik’ten söz etmiş ve
“ülkemizi düşman işgalinden kurtardıktan sonra, amacımız, kamu yararı
taşıyan büyük işletmeleri devlet eliyle yönetmek, böylece büyük sermaye
sınıfının gelecekte ülkeye hakim olmasını önlemektir” demiş ve dediğini
yapmıştı.9
Devlet
birey ilişkisine, doğruluğu daha sonra kanıtlanan, düzeyli yorumlar getirdi. Bu
yorumları kuram ve uygulamaya dönük ilkeler durumuna getirip devlet
politikasına dönüştürdü. Bireyin eylemini esas aldı. Bunu yaparken, bireylerin
yapamayacağı ve “anarşiye yol açmaması için, yapmaması gereken” işleri
belirleyip açıkladı.
*
Yabancı ülkelerle ilişki
kurmak, yurt savunmasında kendi başına davranmak, kişisel haklarını kendince
korumak, özel eğitim kurumu açmak gibi işlere, kişilerin karışamayacağını
belirtti.
Öte
yandan, her türlü kamusal işlerle, bayındırlık, kara ve demiryolları, enerji
yatırımları, iletişim, tarım ve ticaret, bankacılık gibi ekonomik işleri,
devletin yapması gerektiğini söyledi. “Kişilerin gelişmesinin engel
karşısında kalmaya başladığı nokta, devlet faaliyetinin sınırını oluşturur”
dedi ve devletçiliğin kapsayacağı işleri şöyle açıkladı: “Bir iş ki, büyük
ve düzenli bir yönetim gerektirir, özel teşebbüs elinde tekelleşme tehlikesi
gösterir ya da toplumun genel ihtiyacını karşılar, o işi devlet üzerine alır.
Madenlerin, ormanların, kanalların, demiryollarının, deniz taşımacılığı
şirketlerinin, devlet tarafından yönetilmesi ve para ihraç eden bankaların millileştirilmesi;
keza su, gaz, elektrik gibi işlerin yerel yönetimler tarafından yapılması,
devletin yapması gereken işlerdir. Bu mana ve anlayışla, ‘devletçilik,
sosyal, ahlaki ve ulusaldır.”10
Devletin
kamusal görevlerini açıklarken, “toplum yararına hizmet veren kuruluşların
çoğaltılmasını” istedi; bu davranışı, “tek amacı kâr etmek olan
faaliyetleri sınırladığı için” gerekli gördüğünü söyledi. Kamusal yararı, “yurttaşlar
arasındaki ahlaki dayanışmanın gelişmesine yardım eden en önemli unsur”
olarak değerlendiriyordu. Bu değerlendirmeyi yaparken, özel girişimciliği
yadsımıyor ve “devletle özel teşebbüs birbirine karşı değil, birbirlerinin
tamamlayıcısıdır” diyerek kurumlar arası sağlıklı bir dengeyi savunuyordu.11
Devrimcilik
Fransız yazar Paul
Gentizon, 1929 yılında kaleme aldığı Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu
adlı kitabında, Türk Devrimi’ni, Fransız İhtilali’nden ve Rus
Devrimi’nden daha ileride bulur ve şu saptamayı yapar: “Sürekli devrim
anlayışı, Türkiye’den başka hiçbir ülkede, bu denli radikal bir tutumla uygulanamamıştır.
Fransız ihtilali, siyasi kurumlar arasında sınırlı kalmış, Rus İhtilali sosyal
alanları sarsmıştır. Yalnızca Türk Devrimi, siyasi kurumları, sosyal
ilişkileri, dinsel alışkanlıkları, aile ilişkilerini, ekonomik yaşamı ve
toplumun moral değerlerini ele almış ve bunları devrimci yöntemlerle, köklü bir
biçimde yenilemiştir. Her değişim, yeni bir değişime neden olmuş; her yenilik,
bir başka yeniliğe kaynaklık etmiştir. Ve bunların tümü halkın yaşamında yer
tutmuştur.”12
Türk
Devrimi’ne
halka ve gerçeğe dayanan olağanüstü bir devrimci ruh, sıradışı bir atılganlık
egemendir. Kurtuluş Savaşı’nda olduğu kadar toplumsal dönüşüm dönemi
için de geçerli olan bu durum, benzersizdir ve doğal olarak tümüyle Türkiye’ye
özgüdür. Gentizon haklıdır; her değişim, bir başka değişimin
başlatıcısı, sonrasının belirleyicisi olmuştur. Hiçbir girişim tek başına ele
alınmamış, birbiriyle bağlantılı toplumsal dönüşümler kesintisiz devrimci bir
süreç olarak geliştirilmiştir.
Devrimci
tutumda gevşeme
ya da düzeni durağanlaştırma eğilimi, Kemalist Devrim’de
görülmez. Koşulları oluşan hiçbir atılım, hiçbir nedenle ertelenmez, kesintiye
uğratılmaz. Hiçbir güçlük; bağımsızlığı örselemeye, tutuculukla uzlaşmaya,
bilimi savsaklamaya ya da devrimden ödün vermeye gerekçe yapılmaz. Sınıf, zümre
ve küme ayrıcalığına izin verilmez. Devletin tüm gücü, ulusal egemenlik ve
kalkınıp güçlenme yönünde kullanılır. Anlayış olarak, yaşamdan kopuk sanal
amaçlara değil, bilime ve gerçeklere dayanılır. Halka hizmete yönelen somut
belirlemeler, tutarlı bir devrimci anlayışla, uygulanabilir izlencelere dönüştürülür.
Ulusal
eyleme devrimci ruhunu veren, devrim önderi olarak tek başına Mustafa Kemal’dir.
Kurtuluş Savaşı dönemi için, “ben Erzurum’dan İzmir’e sağ elimde
tabanca, sol elimde idam sehpası öyle geldim” derken13;
toplumsal dönüşümler dönemi için “devrimler yalnızca başlar, bitişi diye bir
şey yoktur” der.14
Devrimci
kararlılık ve istenç (irade) gücü, Devrim’in her aşamasında geçerli olan
temel yöntemdir. İç ve dış hiçbir karşıtlık, bu istençle başedememiştir. “Devrimin
kanunu, tüm kanunların üstündedir. Bizi öldürmedikçe, bizim düşüncelerimizi
boğmadıkça, başlattığımız devrim ve yenilikler, bir an bile durmayacaktır”
der.15
*
Türk Devrimi, etkisine ve
köktenliğine karşın, ülke içinde çok az şiddet uygulamıştır. Fransız ve Rus
Devrimlerinde, yüzbinlerce insan ölürken, Türk Devrimi’nde, çok az kan
dökülmüştür. Devrim, her aşamasında meşruiyetçiliği esas almış, Kurtuluş
Savaşı, katılımcı bir halk meclisiyle yürütülmüştür. Yasama, yürütme ve
yargı gücü, bu mecliste bütünleştirilerek, devrimcilik adına kişisel egemenliğe
izin verilmemiştir. Emperyalizme karşı savaşı, meclis kurarak yürüten bir başka
örnek yoktur.
*
Mustafa Kemal, devrimi, “mevcut
kurumları zorla değiştirmek” olarak tanımlar. Tanımına uygun olarak
gerçekleştirdiği büyük dönüşüme, “Türk Devrimi” adını verir ve bu
devrimi; “Türk ulusunu, son yüzyıllarda geri bıraktırmış olan kurumları
yıkarak; yerine, milletin en ileri uygarlık gereklerine göre ilerlemesini
sağlayacak, yeni kurumlar kurmak” olarak değerlendirir16; “uçurumun
kenarında yıkık bir ülke, türlü düşmanlarla kanlı boğuşmalar, yıllarca süren
savaş... Bunlardan sonra içerde ve dışarda saygı duyulan yeni bir vatan, yeni
bir toplum, yeni devlet ve bunları başarmak için sürekli devrimler... İşte Türk
Devrimi’nin kısa ifadesi” der.17
Devrimi
başarmanın tek yolunun, halkı kazanmaktan geçtiğini bildiği için, halkın duygu
ve düşüncelerine büyük önem verir. Devrimcileri, her ne pahasına olursa olsun
halkla bütünleşmeye, onu anlayıp bilinçlendirmeye çağırır. Her şeyin halkın
mutluluğunu ve gönencini sağlamak için yapıldığını belirtir ve halka şunları
söyler: “Gerçek devrimciler onlardır ki, gelişme ve yenileşme devrimine
katmak istedikleri insanların, ruh ve vicdanlarındaki gerçek eğilimi
kavramasını bilirler.. Devrimin gerçek sahibi halktır, yani sizsiniz. Milletin
yetenek ve olgunluğu olmasaydı, devrimi yaratmaya hiçbir güç yeterli olamazdı...
Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz devrimin amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını
tümüyle çağdaş, bütün anlam ve biçimiyle uygar bir toplum haline getirmektir.
Devrimimizin gerçek ilkesi budur.”18
DİPNOTLAR
1
“Atatürk ve Halkçılık”
Prof.Cahit Tanyol, Türk.İş.Bank., Kül.Yay., sf.153
2
a.g.e. sf.161
3
a.g.e. sf.162
4
a.g.e. sf.162
5
“Atatürk’ün Hususiyetleri” Kılıç Ali,
1955, sf.57 (111)
6
a.g.e. sf.116
7
“Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri”,
II.Cilt, sf.262; ak. Hüseyin Cevizoğlu, “Atatürkçülük” Ufuk Ajans Yay.,
sf.48
8 “Ekonomi Sözlüğü” O.Hançerlioğlu, Remzi Kit., 5.Bas. İst.-1993, sf. 285
8 “Ekonomi Sözlüğü” O.Hançerlioğlu, Remzi Kit., 5.Bas. İst.-1993, sf. 285
9 “Atatürk’ün Bütün Eserleri”
12.Cilt, Kaynak Yay., İst.-2003, sf.210
10 “Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal’in El
Yazmaları” Ayşe Afet İnan, TTK, Ank.-1969, sf.437-444
11 a.g.e. sf.447
12 “Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu” P.Gentizon,
Bilgi Yay., 2.B., sf.164
13 “Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu,
3.Cilt, İst.-1973, sf.1187
14 “Atatürk İlkeleri ve Türk Devrimi” Hacı
Angı, Angı Yay., 1983, sf.93
15 “Atatürkçülük” Hüseyin Cevizoğlu,
Ufuk Ajans Yay., sf.63
16 “M.Kemal Atatürk’ten Yazdıklarım”
Prof.A.A.İnan, Kültür Bak., Ank.-1981, sf. 119
17 “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri”,
I.C, 1945, Türk.İnk.Tar.Ens.Yay., sf.365
18 “Düşünceleriyle Atatürk” Arı İnan,
TTK, 2.Baskı, Ank.-1991, sf.87
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder