Altıok, yaymaca (propaganda)
amacı taşıyan sıradan bir tanımlama değil; mücadele içinde oluşan, yaşama bağlı
ve geleceğe yön veren ilkeler bütünüdür. Geri kalmışlıktan kurtularak gelişmek
isteyen bir ulusun, kalkınıp güçlenmek için izleyeceği yolu gösterir. Bu işin
nasıl yapılacağını açıklar. İnsanı esas alır, bilime ve gerçeklere dayanır.
Herşeyden önce, “çok yönlü, ileri ve çağın gereklerine uygun”
belirlemeler; “halka verilen söz ve yükümlenmelerdir.” Toplumsal
gelişimi temel amaç sayan, kendine güvenli ve devrimci bir yönetimin
yapabileceği bir girişimdir. Türk ulusunun buluşudur ancak evrensel bir boyutu
vardır.
Yaşanan Gerçek
Nutuk’un okunduğu Cumhuriyet
Halk Fırkası İkinci Büyük Kongresi (1927), bir tüzük değişikliği yaparak; Cumhuriyetçilik,
Milliyetçilik ve Halkçılık olarak tanımlanan üç anlayışı,
partinin temel ilkeleri durumuna getirdi. 1931 Kongre’sinde bunlara; Laiklik,
Devletçilik ve Devrimcilik eklendi ve bu altı ilke, 1937’de
Anayasaya başlamı (maddesi) durumuna getirilerek, yalnızca partinin değil,
devletin de temel ilkeleri oldu.
Altıok, yaymaca (propaganda)
amacı taşıyan sıradan bir tanımlama değil; mücadele içinde oluşan, yaşama bağlı
ve geleceğe yön veren ilkeler bütünüdür. Geri kalmışlıktan kurtularak gelişmek
isteyen bir ulusun, kalkınıp güçlenmek için izleyeceği yolu gösterir. Bu işin
nasıl yapılacağını açıklar. İnsanı esas alır, bilime ve gerçeklere dayanır.
Herşeyden
önce, “çok yönlü, ileri ve çağın gereklerine uygun” belirlemeler; “halka
verilen söz ve yükümlenmelerdir.”1 Toplumsal gelişimi temel amaç
sayan, kendine güvenli ve devrimci bir yönetimin yapabileceği bir girişimdir.
Türk ulusunun buluşudur ancak evrensel bir boyutu vardır.
Özgün ve Evrensel
Altıok, Türk Devrimi’nin
yarattığı bir çağdaşlaşma izlencesi (programı) ve ezilen ulusların tümüne örnek
oluşturan bir kalkınma yönetimidir. Temelinde, altı ilkenin tümüne tek tek ya
da bütün olarak yön veren, tam bağımsızlık ve ulusal egemenlik
anlayışı vardır. Bu anlamıyla altıok, aynı zamanda bir dünya görüşüdür.
İlkeler,
birbirinden kopuk, biçimsel belirlemeler değil, birbirini tamamlayan ve
birlikte değerlendirildiğinde anlamı olan saptamalardır. Birbirinden
koparılarak ele alınırsa ya da bir kaçı yok sayılırsa, Türk Devrimi’ni
temsil edemez, somut bir başarı sağlayamaz.
1923-1938
arasında gerçekleştirilen devrim atılımlarının tümü, Altıok içinde
ifadesini bulur; hiçbir girişim dışarda kalmaz. Örneğin; Saltanat ve Hilafetin
kaldırılması Cumhuriyetçilik’le; dil-tarih yenileşmesi milliyetçilik’le;
eğitim birliği, tekke ve zaviyelerin kapatılması laiklik’le;
kamulaştırmalar ve ekonomik uygulamalar devletçilik’le; tarım ve sağlık
atılımları halkçılık’la; hukuk ve yenilikçi girişimler devrimcilik’le
ilişkilidir. Bu ilişkiler, altı ilkenin bütünlüğü içinde, ayrıca birbirlerine bağlanmışlardır.
Cumhuriyetçilik
Türk Devrimi'nin cumhuriyet anlayışı, kimi ülkelerde olduğu gibi kişi, zümre ya da soy egemenliğini örtmek için kullanılan, adıyla uyumsuz, biçimsel bir yönetim anlayışı değildir. Batıda ya da Doğuda görülen hiçbir cumhuriyet biçimine benzemez. Toplumu oluşturan tüm kesimleri kapsayan anlayışıyla, doğrudan ulusal egemenliği ve halkın gönencini amaç edinmiştir. Türk toplumuna özgü nitelikleriyle, eskiden gelen katılımcı anlayışın günün koşullarına göre uygulandığı, halka dayalı demokratik bir yönetim biçimidir. Toplumun ve devletin tüm gücü, yalnızca ulus ve halk için kullanılmıştır.
Yasama
organı olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi, azınlığı temsil eden, sınıf
egemenliğine dayalı Batı parlamentolarından çok ayrımlıdır. Emperyalist işgale
karşı, halkın temsilcileriyle ve bizzat halkın kendisi tarafından
oluşturulmuştur. Aynı durum, yürütme, yasama ya da ulusal ordunun oluşumu için
de geçerlidir. Bu kurumlarda görev yapan insanlar, en üstten en alta, tümüyle
halk kökenlidir.
TBMM
yönetim anlayışını, Fransız cumhuriyetçiliğinden ya da İngiliz
parlamentarizminden değil; Göktürk toy’larındaki katılımcılıktan,
Anadolu Ahi paylaşımcılığından ve İslamiyetin danışma (meşveret)
geleneklerinden almıştır.
Türklerde
halkın yönetime katılma geleneği, uzun bir bozulma döneminden sonra ilk kez, “Mustafa
Kemal’in kurduğu Türkiye Büyük Millet Meclis’iyle yeniden gerçekleştirildi.”2
Bu girişim, halka dayanan Türk yönetim geleneğinin, çağdaş yöntemlerle yeniden
yaşama geçirilmesiydi. Göktürk toy ’larında, “iki koyunu olanın da
iki bin koyunu olanın da” oyları eşitti. İslamiyette din adamları (ruhban)
sınıfı yoktu. Hz.Muhammet, kendisine “halifeyi değil, ümmeti vekil
bırakmıştı.” Halife ancak “vekilin vekili olabilirdi; bu da ancak
meşveret yoluyla ve seçilerek gerçekleşebilirdi.”3 Mustafa
Kemal, Meclis’te bu gerçeği vurguluyor ve “dünyada hükümetler için
tek meşru esas meşverettir. Hükümetler için temel koşul, birinci koşul, yalnız
ve yalnız meşverettir” diyordu.4
*
Türkiye Millet Meclisi, “dünya
siyasi tarihinde örneği olmayan”5 demokratik ve savaşımcı bir
yönetim organı, benzersiz bir temsil kurumuydu. Yetki ve yaptırım gücünü, kabul
ettiği anayasadan çok, millet istencini (iradesini) yansıtan, yazılı olmayan ve
kökleri Türk tarihine giden Kuvayı Milliye Ruhu’ndan alıyordu. Kuvayı
Milliye Ruhu ise, “yüksek bir siyasi olgunluk seviyesine ulaşmış bir
milletin, siyasi gücünü en görkemli ve en göz kamaştırıcı bir biçimde”
kullanmasından başka bir şey değildi.6
Kuvayı
Milliye Ruhu
olarak tanımlanan ve çekince (tehlike) karşısında kendiliğinden devreye giren
ulusal direnç, kuşaktan kuşağa geçen özgürlük tutkusunun doğal sonucuydu. “Binlerce
yıldan beri dünyanın bilinen her köşesinde bağımsız devlet kurmaktan gelen”
örgütçü gelenek; dayanışmayı, katılımcılığı ve özgürlük tutkusunu Türklerin
özyapısı (karakteri) durumuna getirmişti. Görkemli bir tarihten bugüne taşınan
birikim, Türk insanını millet bilinci konusunda, “en mükemmel
üniversitelerden çok daha iyi yetiştiriyordu.” Devlete sahip çıkan bağımsızlık
düşüncesi, “Türk milleti için babadan oğula geçen toplumsal bir mirastı.”7
Kurtuluş
Savaşı’nı
yürüten Meclis’te, toplumun hiçbir kesimi temsil dışı kalmamış; köylüler,
askerler, din adamları, tüccarlar, aşiret ve tarikat şeyhleri, esnaf
temsilcileri, doktorlar, avukat ve gazeteciler, aynı çatı altında tek bir amaç
çevresinde birleşmişti. İzmir Milletvekili Mahmut Esat (Bozkurt),
Meclis’i oluşturan milletvekilleri için, “belki elbisesiz, yakalıksız ya da
bastonsuzdular, ancak ayaklarındaki çizmeleriyle subayları, ellerinde mübarek
çekiçleriyle demircileri, çiftçileri, yani ülkenin tümünü, burada Meclis’in
içinde görüyoruz” diyordu.8
Cumhuriyetçilik anlayışı böyle bir meclis
içinde oluştu, geçmişten ve yaşamın içinden gelen özellikleriyle ilkeleşti.
Birinci Meclis, cumhuriyeti ilan etmedi ancak özgün yapısıyla cumhuriyet
düşüncesi, ilke ve işleyiş olarak onun içinde yaşıyordu. Halk adına; yasa
çıkarıyor, uyguluyor ve yargılıyordu.
*
Mustafa Kemal, yeni Türk devletinin
yönetim biçimi ve ona biçim veren Cumhuriyetçilik anlayışı için şu
değerlendirmeyi yapacaktır: “Türkiye; milliyetçi, halkçı, devletçi ve devrimci
bir Cumhuriyettir... Yurttaşların kişisel ve toplumsal özgürlüğünü, eşit ve
dokunulmaz kılmak, mülkiyet haklarını saklı tutmak, Cumhuriyetin temel özelliğidir.
Bu hakların sınırı, devlet varlığı ve otoritesi içindedir. Gerçek ve tüzel
kişilerin faaliyeti, genel yararlara aykırı olmayacak, yasalar bu temele göre
yapılacaktır”9; “başardığımız işlerin en büyüğü, Türk
kahramanlığı ve yüksek kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti’dir. Bu başarıyı Türk
ulusunun ve onun değerli ordusunun, bir ve beraber olarak, kararlı bir biçimde
yürütmesine borçluyuz”10; “Türk milletinin karakterine ve
geleneklerine en uygun yönetim; Cumhuriyet’tir.”11
Milliyetçilik
Milliyetçilik düşüncesi ilk kez, üretim ilişkilerine bağlı olarak, 18.yüzyılda Batı Avrupa'da, ortaya çıktı. Kapitalist uluslaşmanın doğal sonucu olan milliyetçilik akımlarının her biri, kendi pazarını korumaya yöneliyor, toplum bireylerini bu amaçla, çoğunluğu oluşturan etnik unsur çevresinde topluyordu. Sömürge gelirini sanayi üretimine dönüştürecek güçlenen ve devleti ele geçiren kentsoylu (burjuva) sınıfı, içte ulusal pazarını, dışra sömürgelerini korumak, bunun için milliyetçiliği geçerli düşüngü (ideoloji) durumuna getirmek zorundaydı. Avrupa milliyetçiliği, bu sorunluluğun sonucu olarak ortaya çıkmıştı.
Avrupa milliyetçiliği, sömürüye ve azgelişmiş ülkelerin servetlerine el koymaya dayandığı için; haksız, saldırgan ve ırkçıydı. Fransız Devrimi'nde anlamını eşitlik, kardeşlik, özgürlük tanımı, tüm insanlık ya da tüm Avrupa için değil, yalnızca Fransızlar, oda bir kısım Fransızlar için geçerliydi. Aynı Anlayış, başka Batı Avrupa ülkeleri için de geçerliydi. Hıristiyanlık ve ırkçılıkla donatılan Avrupa milliyetçiliği, sömürgecilik aracılığıyla dünyaya yayılan üstünlük ideolojisi durumuna getirilmişti.
*
Kurtuluş Savaşı’yla yükselen Türk
milliyetçiliği, devrimlerle uygulamaya sokuldu ve kuramsal çerçevesi belirlenerek
devlet siyasetine yerleştirildi. Kapsam ve nitelik olarak Batı
milliyetçiliğinden çok ayrımlıydı.
Türkler,
tarihin hiçbir döneminde; din, ırk, mezhep, sınıf ya da zümre egemenliğine
dayanan yönetim biçimleri kurmamıştı. Toplum yaşamının her alanında geçerli
kılınan katılımcı anlayış, yönetim yapılarına dolaysız yansıtılmış, doğaya ve
topluma yabancılaşmayan, eşitlikçi düzenler geliştirilmişti.
Ulusal
varlığı ve toplumun geleceğini korumak için milli kimlik özenle korunmuş, ancak
başka din ve ırktan insanlara karışılmamış, asla baskı uygulanmamıştı. İnsanı
esas alan anlayış ve erişilen uygarlık düzeyiyle, egemenlik kurduğu alanlarda,
zora dayanmayan, yaygın ve etkili bir Türkleşme sağlanmasının nedeni buydu.
Kurtuluş
Savaşı’yla
başarılan şey, yönetim geleneklerini yitirerek çöken Osmanlı İmparatorluğu’nun
yerine, Türk kimliğine geri dönerek, çağa uyan yeni bir devletin kurulmasıydı.
Eskide olduğu gibi, ezene karşı ezilen, haksıza karşı haklı
savunulacak ve ulusal varlık korunacaktı. Türk milliyetçiliği buydu.
Atatürk
milliyetçiliği
olarak da tanımlanan Türk milliyetçiliği, anti-emperyalist niteliği nedeniyle,
aynı zamanda ve zorunlu olarak evrenseldi.
Sömürgeci
devletler, dünyaya yayılıp ülkeleri kendilerine bağlarken, daha önce
birbirleriyle ilişkisi olmayan bu ülkeleri, ister istemez ortak düşmana, yani
kendisine karşı birleştirmiş olur. Onları sömürgeci dünya sisteminin parçaları
haline getirirken, aynı zamanda, sömürgeciliğe karşı direniş ruhuna, bağlı
olarak ezilen ülke milliyetçiliğine evrensel bir boyut kazandırır. Ezilen ülke milliyetçileri
bilirler ki; ortak düşmana, yani emperyalizme karşı oluşan tepki, direnme
duygularını geliştirerek onları birbirine yakınlaştırır; bu yakınlaşma doğal ve
içten bir dostluğa dönüşerek uluslararası bir direnme gücü haline gelir.
Emperyalizmi
ilk kez yenilgiye uğratan Türk milliyetçiliğinin, ezilen uluslarda büyük
heyecan yaratması ve yüksek bir saygınlığa ulaşarak evrensel bir hareket haline
gelmesinin nedeni budur.
Sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı mücadele, ezilen ülke milliyetçiliğini, ırkçılığın dar kalıplarından çıkarır, özgürlüğü demokratik bir hareket haline getirir. Emperyalizmi uygulayan büyük devlet milliyetçiliğiyle, ezilen ulus milliyetçiliği arasındaki fark; despotlukla demokrasi, saldırganlıkla savunma, tutsaklıkla özgürlük arasındaki farktır. emperyalizme karşı çıkmayan kişi ya da ülkeler, kendilerine ne ad verirlerse versinler, demokrat ya da uygar olamazlar. Ezilen ulus aydınları, herşeyden önce emperyalizme karşı çıkmak, bunun için de milliyetçi olmak zorundadır. Milliyetçilik, ezilen ulusların emperyalizme karşı kullanabileceği tek silahtır.
*
Türkiye Cumhuriyeti’nin milliyetçilik
anlayışı, Misak-ı Milli sınırları içinde yaşayan Türklerin, gönenç
ve mutluluğunu esas aldı. Ülke dışında kalan Türklerle ilgi ve ilişkisini
kesmedi, ama konuyu, Pantürkist (dünya Türklerinin birliği) görüşlerden
farklı biçimde ele aldı. Cumhuriyet Halk Fırkası’nın, 1931’de yapılan Üçüncü
Büyük Kongresi’nde kabul edilen programda, konuyla ilgili olarak; “CHP
milliyetçiliği, gerek bağımsız ve gerekse başka ülke uyruğu altında yaşayan bütün
Türkleri, kardeşlik duygusuyla sevmek ve onların refahını dilemekle beraber,
dışardaki Türkleri, iç siyasi uğraş alanı dışında tutar” deniliyordu.12
Mustafa
Kemal,
benzer yaklaşımı, Kurtuluş Savaşı’nın başlarında, 1 Aralık 1921’de
açıklamış ve şunları söylemişti. “Biz büyük hayaller peşinde koşan,
yapamayacağımız şeyleri yapar gibi görünen sahtekar insanlardan değiliz...
Türkiye’de aslında, Panislamizm (İslam birliği), Pantüranizm (Turancılık)
yapılmadı, yalnız yapıyoruz, yapacağız denildi... Haddimizi bilelim. Biz
yaşamını bağımsız olarak sürdürmek isteyen bir milletiz. Canımızı yalnız ve
ancak bunun için veririz”13
diyordu.
*
Mustafa Kemal, Türk milliyetçiliğinin
özgün ve evrensel niteliklerini anlatan pek çok açıklama yaptı ve iç içe geçen
bu ikili özelliğe önem verdiğini sıkça vurguladı. Evrensellik anlayışını, “dünyanın
neresinde bir rahatsızlık varsa, bizden ne kadar uzak olursa olsun, bu
rahatsızlıkla ilgilenmeliyiz. İnsanlığın tümünü bir vücut, her milleti bir uzuv
saymak gerekir... İnsan kendi milletinin varlığını ve mutluluğunu düşündüğü
kadar, bütün dünya milletlerinin huzur ve refahını da düşünmeli, kendi
milletinin mutluluğuna ne kadar değer veriyorsa, bütün dünya milletlerinin
mutluluğuna da o kadar önem vermelidir” biçiminde açıklıyordu.14
Emperyalizmin
boyunduruğu altındaki “mazlum milletleri”, özgürlüklerine kavuşmak için,
“milli amaçlarla” harekete geçen Türk Devrimi’ni örnek almaya çağırdı.
Türk Devrimi’nin insanlık için, özellikle de Doğu için, ne anlama geldiğini
açıklıyor, ilk örnek olmanın onur ve tehlikesine dikkat çekiyordu. “Batı
emperyalizminin Doğuya yayılmasını durdurduğumuz için, Batı saldırganlığının
bütün yükü bizim üzerimizdedir. Bu durum tehlikelidir ama Türkiye’yi öncü gören
bütün Doğu halklarının sevgisini kazanmış bulunuyoruz. Türk halkı, bu konumu
ile gurur duymakta ve Doğu’ya karşı bu görevi yerine getirmekten mutlu
olmaktadır”15 ya da “Türkiye’nin mücadelesi yalnız kendi
adına olsaydı, daha kısa, daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. Oysa,
Türkiye’nin savunduğu dava, bütün mazlum milletlerin, bütün doğunun davasıdır”16
sözleriyle Türk Devrimi’nin evrenselliğini ortaya koyan açıklamalar yapıyordu.
Halkçılık
Fransız Devrimi’nde yurttaş,
Rus Devrimi’nde yoldaş olan kavram, Türk Devrimi’nde halk sözcüğüyle
tanımlanmıştır. Tanım ayrımlılığıyla sınırlı kalmayan bu tanım, devrimler
arasındaki niteliksel başkalığın doğal sonucudur.
Fransız
Devrimi’nde kentsoylular (burjuva) sınıfı, işçi ve köylüleri arkasına alarak beysoylular
(aristokratlar) sınıfını; Rus Devrimi’nde ise, işçi sınıfı, köylüleri arkasına
alarak kentsoylular ve beysoylular sınıfını yönetimden uzaklaştırmıştır.
Ayrı
nitelikteki bu iki devrimin ortak özelliği, sınıf savaşımına dayanan iç
çatışmanın, toplumsal savaşım durumuna gelmesidir. Fransız Devrimi’nin
temel söylemi olan eşitlik, özgürlük, kardeşlik ve adalet gibi
kavramlar, Fransız ulusunun tümünü değil kentsoylu sınıfını; Rus Devrimi’nde
ise, toplumun tümünü değil, işçi sınıfını, belli oranda da köylülüğü
kapsamıştır.
Türk
Devrimi’ndeki
halk anlayışı, Fransız ve Rus Devrimlerindeki yurtdaş ve yoldaş
kavramından çok ayrımlıdır. Her şeyden önce, çatışma içe değil, dışa dönüktür.
Sınıfsal değil, ulusaldır, emperyalist saldırganlığa karşı savaşılmaktadır. Bu
özellik, halk tanımını sınıfsal ayırımlarla sınırlamaz, saldırganlarla
işbirliği yapmayan herkesi kapsayacak biçimde genişletir. Halk tanımı,
önemli oranda millet tanımıyla bütünleşir ya da en azından yakınlaşır.
*
Mustafa Kemal için halkçılığın
anlamı, giriştiği savaşımın temel amacını oluşturmasıdır. Kurtuluş Savaşına
girişirken, tam bağımsızlığa yönelen devrimleri gerçekleştirirken, yapılanların
tümü halk içindir. Onun için devrim araç, halk amaçtır. Savaşıma
atılırken; bürokratik yetkileri, siyasi bağlaşma (ittifak) ve uzlaşmaları
değil, halkla bütünleşmeyi esas aldı. Halkın gücüne dayanmak için, doğrudan
Anadolu’ya gitti. “Ordular yenilebilir, esas olan halktır. Halk, her zaman
yeni ordu yaratabilir; millet, ordu durumuna gelebilir” diyordu.17
Bu yaklaşımla halkçılık ilkesi, bir anlamda Cumhuriyet Halk Fırkası’nın
İkinci Büyük Kongresi’nde değil, 1919’da Samsun’a çıkışla başlatılmıştı.
Kurtuluş
Savaşı’yla birlikte yaşama geçirdiği halkçı anlayışını, aralıksız 1938’e
dek sürdürdü. Devlet siyasetine yön veren ana unsur, her aşama ve her
uygulamada, halkın siyasi, kültürel, ekonomik haklarının güvence altına
alınmasıydı. Yönetim işleyişi belirlenip yeni devlet kurulurken ya da ard arda
gelen devrimlerle köklü dönüşümler gerçekleştirilirken, tek amaç, halkın yaşam
düzeyinin yükseltilmesi, gönencinin arttırılmasıydı.
Anadolu
gezilerinde, halkla yaptığı söyleşilerinde, yeni devletin amacının, onların
sorunlarını çözerek, yaşamlarını kolaylaştırmak olduğunu söyledi. Söylemine her
zaman sadık kaldı. “Siz halksınız, devlet artık sizsiniz: Türkiye’de
bireyler arasında sınıf çatışması yoktur, çünkü yoksul düşmüş milletin tümü
halktır” diyor; sözlerini, “Türkiye’de işçi sınıfı yok, çünkü gelişmiş
bir sanayi yok. Milli burjuvazi henüz sınıf durumuna gelememiş. Ticaretimiz çok
cılız, çünkü sermayemiz yok. Yabancılar bizi eziyor” diye sürdürüyordu.18
*
Yeni Türk devletinin, yeni
anlayış ve kurumlarıyla, Batıdan ya da kendinden önceki Osmanlı devlet
işleyişinden çok ayrımlı olduğunu açıklıyor ve “bunu bir kelime ile anlatmak
gerekirse, diyebiliriz ki, yeni Türkiye Devleti bir halk devletidir, halkın
devletidir” diyordu.19
Düşüncelerini,
halka anlatırken açık ve dürüst davranıyordu. Yapamıyacağı bir şey söylemiyor,
söylediği şeyi yapıyordu. Yapmaya söz verdiği işleri düzenli izlenceler
durumuna getirerek gerçekleştirdi. Halkçılık anlayışını ortaya koyan pek çok
açıklama yaptı.
Güven
veren ve herkesin anlayabileceği açıklıkla dile getirdiği açıklamalarında
şunları söylüyordu: “Sosyoloji bakımından bizim hükümetimizi anlatmak
gerekirse, buna halk hükümeti deriz. Biz yaşamını, istiklalini kurtarmak
için çalışan emekçileriz, kurtulmak ve yaşamak için çalışmaya mecbur bir
halkız... Hakkımızı korumak, istiklâlimizi sağlamak için, bizi mahvetmek
isteyen emperyalizme karşı, bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı, milletçe
savaşmayı uygun gören bir mesleği takip eden insanlarız”20... “Bizim
halkçılık anlayışımız; kuvvetin, kudretin, egemenliğin ve yönetimin doğrudan
doğruya halka verilmesidir, halkın elinde bulundurulmasıdır”21...
“Devlet teşkilatı, baştanbaşa bir halk teşkilatı olacaktır, genel idareyi
halkın eline vereceğiz. Bu toplumda hak sahibi olmak, artık herkesin bir işte
çalışması esasına dayanacaktır, milletin tümü, hak sahibi olabilmek için,
çalışacaktır.”22
DİPNOTLAR
1
“Tek Adam” Ş.S.Aydemir,
3.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1984, sf.443
2
“Atatürk ve Halkçılık”
Prof.Cahit Tanyol, Türk.İş.Bank., Kül.Yay., sf.163
3
a.g.e. sf.163
4
a.g.e. sf.163
5
“Kuvayı Milliye Ruhu” S.Ağaoğlu,
Kültür Bak.Yay., Ank.-1981, sf.11
6
a.g.e. sf.11
7
a.g.e. sf.12
8
a.g.e. sf.88
9
Ulus Gazetesi, 7 Mayıs 1935 (37)
10
“Atatürk’te Konular Ansiklopedisi” S.Turan,
Y.K.Y., 2.B., 1995, sf. 129
11
“Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri”,
III.Cilt, Türk İnk.Tar.Ens.Yay., Ank.-1954, sf.74 (43)
12
“Tek Adam” Ş.S.Aydemir,
3.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1983, sf.444
13
“Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu,
3.Cilt, İst.-1974, sf.1416
14
“Tek Adam” Ş.S.Aydemir,
3.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1983, sf.417
15
Aydınlık 7 Kasım 1999, sf. 16
16
“Tek Adam” Ş.S.Aydemir,
3.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1983, sf.418
17
“Atatürk ve Halkçılık” Prof.Cahit
Tanyol, Türk.İş.Bank., Kül. Yay., sf.51
18
“Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Anıları”
Ş.İ.Aralof, Birey Toplum Yay., 2.Baskı, Ank.-1985, sf.253
19
“Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri”,
I.Cilt, Türk İnk.Tar.Ens.Yay., Ank.-1945, sf.309
20
“Atatürk
Diyor ki” Varlık Yay., İst.-1957, sf.27
21
a.g.e. sf.27
22
“Vakit” 10 Aralık 1922;
ak. “Atatürk Diyor ki” Varlık Yay., İst.-1957, sf.30
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder