Küreselleşme düşüncüleri
(ideologları), “siyasi partilerin artık işlevini
yitirdiğini”, “temsili demokrasi ve ölçek ekonomisinin
çağdışı kaldığını”, “küresel ekonomi büyüdükçe
uluslardan oluşan oyuncuların küçüldüğünü” ve
“doğrudan yönetim dönemine geçildiğini” söylüyor.
Söylenenler doğru mu? John Naisbitt’in; “evrenselleştikçe
küçülüyor ve kabileselleşiyoruz: etnik köken, dil, kültür ve
din gibi konularda kendi türüne bağlılık giderek artıyor”,
“siyasi partiler öldü”, “tüketici odaklı serbest
piyasa demokrasisine geçiyoruz” gibi sözleri ne anlama
geliyor? Bugün özellikle azgelişmiş ülkelerde bir parti
bunalımının yaşandığı doğrudur. Emperyalizme karşı savaşım
veren, köklü dönüşümler gerçekleştiren, devrim yapan partiler
yok denecek kadar az. Parti sayıları artıyor ancak etkileri
azalıyor; ülkesine ve halkına yabancılaşıyor. Bu durum geçici
bir dönemin kalıcı olmayan sonuçları mı, yoksa söylendiği
gibi partiler “artık işlevini bitirip” “öldü”
mü?
Küreselleşme
“Filozofları” Ne Diyor
Uluslararası
medyanın Dünyanın en önemli gelecek bilimcisi olarak
tanıttığı küreselleşme ideologlarından John Naisbitt,
Global Paradox adlı kitabında şunları yazıyor:
“Demokrasinin evriminde temsili demokrasi dediğimiz dönemin
sonuna geliyoruz. Artık bizim yerimize karar alacak insanlara
gereksinimimiz yok. Elektronik devrimiyle hem temsili demokrasi hem
de ölçek ekonomisi çağdışı kaldı. Artık dolaysız
demokrasiye, tüketici odaklı serbest piyasa demokrasisine
geçiyoruz.. Küresel ekonomi büyüdükçe uluslardan oluşan
oyuncuları küçülüyor. Eğer dünyayı tek pazarlı bir dünya
haline getireceksek parçaları küçük olmalı.. Bugün dünyamızda
tanık olduğumuz gelişmeler, birbirinden ayrı ve karmaşık bir
olaylar yumağı değil, bir süreç; hükümetsiz bir yönetim
yayılmasına doğru ilerleme süreci.. Evrenselleştikçe küçülüyor
ve kabileselleşiyoruz. Etnik köken, dil, kültür ve din gibi
konularda kendi türüne bağlılık giderek artıyor.. Yeni
liderler, devletler arasındaki değil bireyler ve şirketler
arasındaki stratejik ittifakları kolaylaştıracak ya da en azından
bu ittifakların karşısına çıkmayacaktır.. Siyasi partiler
öldü. Liderler bunun farkını görmüyor mu?”1
John
Naisbitt, her yıl
Amerika, Avrupa ve Asya’da iş dünyasının önde gelenleri ve
karar verme konumundaki yöneticilerle “görüşmeler”
yapan ve küreselleşme adı verilen büyük devlet politikalarının
oluşumuna önemli katkısı olan bir kişidir. Küresel güçlerin
dünyaya yayılarak yaratmak istedikleri yeni egemenlik düzeninin en
özlü anlatımı olan bu sözler; özellikle azgelişmiş ülkelerde,
şimdiden önemli ölçüde gerçekleştirilmiş ve olumsuz
sonuçlarıyla yaşanan bir olgu durumuna gelmiştir.
Bu tür görüşleri,
yalnızca John Naisbitt değil, büyük sermaye kümeleri
(grupları) ve kendisini küreselleşmeci olarak gören herkes
değişik biçimlerde dile getirmekte ve yaşanan sürecin, ekonomik
gelişmenin zorunlu sonucu olduğunu ileri sürmektedir. Küreselleşme
“filozofları”, “tele-komünikasyon devriminin”
insanların yaşamında ve düşüncesinde kalıcı dönüşümler
yaptığını, sınırların ve ülkelerin önemini yitirdiğini ve
ulusal kimlik konusundaki geleneklerin yıkıldığını ileri
sürüyor. Onlara göre, “Ekonomi büyüyor ve dünya küçülüyor,
merkezi denetimin yerini ‘yerelcilik’ alıyor, elektronik posta
(e-mail) yeni bir toplum biçimi yaratıyor; bilginin egemen olduğu,
sınıflar ve ülkelerüstü yeni bir döneme geçiliyor. ‘Bacasız
Sanayinin’, ileri teknolojinin ve serbestliğin egemen olduğu
baskısız ve bağlantısız yeni bir çağa giriliyor. İnsanlar,
endüstri sonrası çağın gelişiyle çalışmanın
acımasızlığından kurtuluyor; Koskoca küresel pazar içinde
aileleriyle birlikte diledikleri zaman diledikleri yerde yaşama ve
çalışma olanaklarına kavuşuyorlar. Sıcak ve sevgi dolu aile
ilişkileri yeniden canlanıyor; aileler iş bulma nedeniyle artık
parçalanmıyor. Şirketler, toplumların uluslararasılaşmasının
en güçlü aracıları durumuna gelerek, barış ve zenginliğin tek
gücü durumuna geliyor.”2
Yaşanan
Gerçek
Kulağa
hoş gelen bu sözler ne denli doğrudur? Söylendiği gibi insanlık
“bolluğun ve barışın” yaşandığı yeni bir çağa mı
gidiyor? Serbest ticaretin yarattığı “varsıllık”,
insanlara dilediği gibi davranabilecekleri özgür bir dünya
veriyor mu? İnsanlar yaşamsal gereksinimlerini, kimliklerini
yitirmeden sağlayabiliyor mu? Yoksulluk ve savaşlar bitti mi?
Yaşanan gerçekler,
küreselleşme “filozoflarının” söylediklerini doğrulamıyor.
Dünya, parası olanlar için gerçekten ‘küçülüyor’
ancak büyük bir çoğunluk için dünya değil, ülkeler ve kentler
bile hala çok ‘büyük’. Dünyada küresel bir göç
yaşanıyor ancak bu göç ne “sıcak ve sevgi dolu aile
ilişkilerini canlandırıyor” ne de ‘özgürlüğe’
dayanıyor. Küresel sermaye, yoksul ülkelere giderken, bu ülke
insanları yasadışı yollardan ve herşeyi göze alarak varsıl
ülkelere gidiyor; kendisini ve ailesini besleyemeyen milyonlarca
insan, doğduğu topraklardan, yerleşik alışkanlıklarından ve
kimliklerinden koparak, kıtalararası göç ediyor.
Sürekli olarak serbest
ticaretten söz ediliyor ancak dünya ticaretinin büyük bir bölümü
söylendiği gibi serbest değil. Dünya, serbest ticarete doğru
gitmek yerine bundan sürekli uzaklaşıyor. Azgelişmiş ülkelerde
gümrük vergileri kaldırılırken gelişmiş ülkelerde, dışalımın
(ithalatın) gittikçe artan bölümüne gümrük dışı
kısıtlamalar getiriliyor.3 Azgelişmiş
ülkeler kendi ulusal işletmelerini koruma yetkisini yitirirken,
gelişmiş ülkeler patent, know-how ve kopya
edilebilir entellektüel mallarına daha çok koruma istiyor.4
Uluslararası
şirketler, pek çok alanda politik güç edinmiş ve dünyayı
yönetir duruma gelmiştir. Toplumsal kazanımlar, çevre
düzenlemeleri, sanayileşme ya da yeni iş alanı açma
politikalarını artık hükümetler değil, küresel finans
piyasaları yönlendiriyor. Şirketler, kamusal alanları hızla
denetim altına alıyor. Ancak, denetim altına alınan bu alanlarda
şirketler herhangi bir sorumluluk yüklenmiyor ve herhangi bir yük
altına girmiyor. Şirket başkanları, seçimleri ve yasama
organlarını etkileme konusunda anayasayla güvence altına alınmış
hakları büyük bir serbesti içinde kullanıyor ancak yaptıklarının
ve yapacaklarının toplumsal sonuçları konusunda hiçbir kaygı
duymuyor. Şirketler yerel, ulusal ya da uluslararası düzeyde
politik kurumların işleyiş sınırlarını belirlerken, ulusal
hükümetlerin ekonomik ve siyasal konular üzerindeki denetimlerini
onların ellerinden alıyor. Dünya, günümüzün ‘uygarlık
çağında’, eşi ve benzeri görülmemiş bir yetki
bunalımıyla karşı karşıya kalıyor.5
Bolluk
Ve Barış mı, Yıkım mı
Yaşanan
gerçeklerle ileri sürülen görüşlerin birbirinden bu denli uzak
ve aykırı olması, küresel boyutta bir sorun yaşandığının
açık kanıtıdır. Artık, herkesin açıkça gördüğü gerçek
şudur; bugün insanlığın tümünü içine alan ve yaratıcıları
az sayıdaki şirket ve büyük devlet yöneticisinin olduğu, gerçek
bir uygarlık sorunu yaşanmaktadır. Ayrımlı konum ve istem içinde
bulunan milyonlarca insanın, sınırları ve kuralları önceden
belirlenen eşitsiz ve gücün belirleyici olduğu bir ortamda
yaşamaya “mahkum” edilmesi, çağa yakışmayan bir
durumdur. Bu duruma son verip toplumsal gelişimi sürekli kılmak,
elbette bir gelişkinlik ölçütüdür. Bu ölçütün en belirgin
göstergesi ise eşitsizliğe ve baskıya karşı direnmektir; bu da
örgütlü olmayı, özellikle de yönetime gelmeyi amaçlayan
siyasal partiye sahip olmayı gerekli kılar.
Bugün yeryüzünde
yaşayan 6 milyar insanın üçte ikisi, sosyal güvenceden yoksun,
işsiz ve koyu bir yoksulluk içindeyse6; dünya nüfusunun
yüzde 20’si, yaratılan varsıllığın yüzde 83’nü alıyorsa7;
Ford ya da Philip Morris’in yıllık satışı, Suudi
Arabistan ya da Yeni Zelanda’nın net olmayan ulusal gelirinden
(gayri safi milli hâsılasından) çoksa8; dünyanın en
varsıl üç kişisinin toplam serveti 48 yoksul ülkenin ulusal
gelirine eşitse9; gelişmiş-azgelişmiş ülke ayrımları
sürekli artıyorsa; varsıl daha varsıl, yoksul daha yoksul
oluyorsa; “serbest piyasa ekonomisinin” yaratacağı
bolluğun insanları birbirine yakınlaştıracağından, barış ve
özgürlükten söz edilebilir mi? Küresel havarilerin vaazlarında
dile getirdikleri sanal cennetten, nasıl bir umut çıkabilir?
Sayıları sürekli
artan gösterişli alışveriş merkezlerinde vitrin seyretmekten
başka bir olanağı olmayan insanlar, yalnızca bugüne değil
geleceğe yönelik umutlarını da yitiriyor. Varlığı tüketim
artışlarına bağlı olan ekonomik düzen, açtığı
süpermarketlerin araba parklarını sürekli doldurmak zorunda,
ancak bu iş, dünyanın üçte ikisini yoksullaştırarak ve çalışma
alanlarını daraltıp insanları işsizliğe tutsak ederek ne kadar
sürebilir? Küreselleşmenin ‘camküresi’ çabuk
kırılıyor ve ortaya saçılan gerçekler, insanların küresel
işleyişin kendilerine sunduğu geleceğin; açlık, yoksulluk ve
işsizlikten başka bir şey olmadığını görmelerini sağlıyor.
Küreselleşmeye karşı tepkiler artıyor ve örgütlenmenin
özellikle de siyasi örgütlenmenin önemi yeniden kavranıyor. John
Naisbitt’in söylediği gibi siyasi partiler “ölmüyor”,
öldürülmeye çalışılan bu örgütlerin azgelişmiş
uluslar ve çalışan kitleler için önemi her geçen gün daha çok
öne çıkıyor.
Karmaşa
ve Güçlünün Egemenliği
Küreselleşme
düşüncesini savunan ve uygulayan güç merkezleri, hemen her
konuda, bilinçli ve önceden tasarlanmış bir kavram kargaşası ve
tanım bozulması yaratmaktadır. Eskiden gelerek varlığını
sürdüren ve genel kabul gören kimi tanımlar, ya ayrı anlamlar
yüklenerek çarpıtılıyor ya da yenileriyle değiştiriliyor.
Emperyalizme “küreselleşme”, tekel egemenliğine “yeni
liberalizm”, ekonomik çatışmaya “serbest pazar
ekonomisi” denmesi ve bunların tek doğru olarak ileri
sürülmesi amaçsız yapılmıyor. Kapitalizmin vahşi döneminde
geçerli olan anlayış, iş ve siyaset çevrelerinde yeniden öne
çıkıyor.
“Ekonomik olarak
güçsüz olanların toplum dışına sürülmesi”’ne ve
“güçlü olanların ekonomideki görevinin güçsüzleri yok
etmek” olduğuna inanan 19.yüzyıl ekonomisti Herbert
Spencer (1820-1903), küreselleşmeciler arasında yeniden
saygınlık kazanıyor.10 Özellikle ABD’de
savunulan görüşler, Spencer’in etkisindedir ve ‘güçlünün
sağ kaldığı kapitalizme’ geri dönüşü önermektedir.
Üstelik bu görüşler, geçmiştekilerden daha acımasızdır.
Richard J.Herstein ve Charles Murray’ın birlikte
yazdıkları The Bell Curve (Çan Eğrisi) adlı kitapta
şunlar söylenmektedir: “Eğer bireyler açlıktan ölme
gerçeğiyle yüz yüze gelmeye zorlanırlarsa, çok çalışırlar.
Korku onları o kadar yoğun çalıştıracaktır ki, (işlerine
y.n.) sıkıca yapışacaklar ve düşmeyeceklerdir. Ekonomik
düzenin en altındakiler, orada olmayı hak ederler. Kişisel
yetersizlikleri nedeniyle, onlara yardım edilemez.”11
Siyasi
Partiler Ölüyor mu
Siyasi
partiler, kitleleri örgütleyen ve onları doğrudan yönetime
yönelten örgütlerdir. Bu nedenle, yönetimde olanlar, denetimi
altında olmayan parti örgütlenmesini gizli ya da açık engelleme
eğilimi içindedir. Yalnızca bugüne yönelik bir uygulama olmayan
bu tutum, son derece anlaşılır bir davranıştır. Bu yönetimi
ele geçirme ve onu elde tutmanın tarih kadar eski bir yöntemidir.
Yönetenler ne denli iyi örgütlenmişse ve yönetilenleri
örgütlenmekten ne denli uzak tutuyorsa, egemenliğini o denli iyi
koruyor demektir.
Partilerin ölümünden
söz etmenin ne anlama geldiği, açıkça ortaya konmalıdır.
Yaşanan gerçek nedir? Partiler, toplumsal gelişimin doğal sonucu
olarak, yaşam sürelerini doldurdukları için mi güç yitiriyor,
yoksa baskı yöntemleriyle ve doğal olmayan bir yokedilmeyle mi
karşı karşıyalar?
Bugün, gerçek
etkisini azgelişmiş ülkelerde gösteren ve herkesin açıkça
gördüğü yaygın bir parti bunalımı yaşanmaktadır. Bu
ülkelerde; köklü dönüşümler gerçekleştiren, emperyalizme
karşı duran ve milyonlarca insanı devinime geçirerek devrim yapan
partiler yok artık. Sukarno’nun Ulusal Partisi
(Endonezya), ABD Ordusunu yenen Vietkong, Habib
Burgiba’nın Yeni Destur’u (Tunus), Nehru’nun
Kongre Partisi (Hindistan), Messali Hac’ın Ulusal
Devrim Konseyi (Cezayir) ya da Mustafa Kemal’in
Cumhuriyet Halk Partisi artık yaşamıyor. Azgelişmiş
ülkelerde, ulusal hakları savunan parti neredeyse kalmamış
durumda. Partilerin sayıları artarken, etkileri azalıyor, ülkesine
ve halkına karşı yabancılaşıyor. Bunlar dünyanın pek çok
yerinde yaşanıyor. Örneğin Berlin Özgür Üniversitesi’nin
İletişim Profesörü Stephan RussMohl, “Burada
(Almanya’da y.n.) politik tartışma, hızla, politikadan
yozlaşmaya verilen öneme kayıyor” diyor.12
Azgelişmiş ülke
partilerinin güç yitirmesi, partilerin varlık nedenlerini artık
yitirdiği ve yok olma sürecine girdiği anlamına gelebilir mi?
Yaşananlardan, “partilerin artık işlevini yitirdikleri ve
temsili demokrasinin çağdışı kaldığı” sonucu
çıkarılabilir mi? İleri sürülen sava (iddiaya) karşı,
gelişmeleri açıklayan başka bir yaklaşım biçimi var mıdır,
varsa nedir?
Azgelişmiş
Ülke Partileri Güç Yitiriyor
Azgelişmiş
ülkelerde ortaya etkisiz ve güçsüz birçok parti çıkarken,
gelişmiş ülkelerde bu konuda önemsenecek bir değişim
görülmemektedir. Bu ülkelerde düzenle bütünleşmiş az sayıdaki
parti, varlığını yüzyıl öncesi konumlarının hemen aynısıyla
sürdürmektedir. ABD’nin Demokrat ve Cumhuriyetçi,
İngiltere’nin Muhafazakar ve İşçi, Fransa’nın
Cumhuriyet İçin Birlik ve Sosyalist, Almanya’nın
Hıristiyan ve Sosyal Demokrat partileri dün olduğu
gibi bugün de politik yaşam üzerinde etkililer ve sırayla
ülkelerini yönetiyorlar.
Azgelişmiş ve
gelişmiş ülke partileri arasında, kesin bir ayrım sözkonusudur.
Gelişmiş ülkelerde partiler güç ve etkilerini korurken,
azgelişmiş ülkelerde partiler etkilerini yitirmektedir. Bu
gelişmenin açık anlamı şudur; gelişmiş ülkelerde önce kendi
ülkesinde partileri denetim altına alan büyük sermaye güçleri,
daha sonra etkili oldukları azgelişmiş ülkelerde siyasi yaşam ve
partiler üzerinde egemenlik kurmuşlardır. Ekonomik çıkara ve
sömürüye dayanan ilişkiler, karşımıza uluslararası şirket
etkinliklerini ve emperyalizmi çıkarmaktadır. Bugün emperyalizmin
küreselleşme adıyla aldığı yeni biçim, kökleri sömürgeciliğe
giden bir anlayışla, egemenlik kurulan ülkelerin siyasal ve
yönetimsel yapısına doğrudan yön verme üzerine kuruludur.
Partiler
Denetim Altına Alınıyor
Ulusal
pazarlara girmek ve bu pazarda olabildiğince serbest hareket etmek
için yalnızca ekonomik değil, onunla birlikte siyasal etkinliği
de gerekli kılar; bu ise, geçerli düzeni ve onun önemli
unsurlarından olan partileri denetim altına almakla olanaklıdır.
Küresel sermaye güçleri bu denetimi, yarattıkları yerli
işbirlikçiler aracılığıyla başarılı bir biçimde
sürdürmektedir. Eğer bugün siyasal partilerin ölümünden
söz edilecekse, bu ölümün azgelişmiş ülkelerde
görüldüğü ve durumu anlatan gerçek tanımın, ölme
değil öldürülme olması gerektiği kabul edilmelidir.
Azgelişmiş ülkelerde
ulus devlet başta olmak üzere tüm örgütler, özel olarak da
siyasi partiler üzerinde kurulmuş olan dış denetim; yalnızca
partileri değil, tüm kamu kurum ve kuruluşlarını ortadan
kaldırmaya ya da etkisizleştirmeye yönelmiştir. Küreselleşme
olgusunun temel amacı, halkın ve ulusun haklarını savunan
kurumları etkisizleştirerek ulus devlet yerine küçük ve karmaşık
yönetim birimlerinin oluşmasını sağlamaktır. Kent
devletleri, yerel yönetimcilik ya da federasyonculuk adı
verilen ve uluslararası şirket etkinlikleriyle dolaysız ilişkisi
olan yeni yönetim biçimi, açık olarak geriye dönüşü ve
bölünmeyi amaçlamaktadır. Küreselleşme tartışmalarında sıkça
kullanılan yeni feodalizm, kabilecilik ya da
yeni–Osmanlıcılık tanımları bu gerçeği anlatmaktadır.
Küreselleşme için; “temsili demokrasinin bitişi”, “serbest
piyasa demokrasisine geçiş”, “kabileselleşme”13
gibi tanımlar kullanan John Naishbitt, ülkelerin
parçalanmasını “demokrasi” nin gereği sayıyor ve
şunları söylüyor: “Demokrasi arttıkça ülke sayısı, yani
küresel ekonominin giderek küçülen parçalarının sayısı da
artıyor. Önümüzdeki yılları, kendi kendini yönetme
hakkının yayılması belirleyecektir”.14
DİPNOTLAR
1 “Global
Paradoks” John Naisbitt,
Sabah Kit., 1994 sf. 24
2 “Global
Paradoks” J.Naisbitt,
Sabah Kit., 1994 sf.13-19 ve “Küresel
Düşler” R.J.Barnet-J.Cavanagh Sabah
Kit., 1995, sf.264-276-330
3 “Küresel
Düşler” R.J.Barnet-J.Cavanagh Sabah
Kit., sf.276
4 a.g.e.
sf. 280
5 a.g.e.
sf. 330-331
6 a.g.e.
sf. 3
7 “Piyasa
Güçleri ve Küresel Kalkınma” Renee Prendergast-Frances Stewart,
UNDP (1992-Tablo 3.1) Y.K.Y., 1995, sf. 56
8 “Küresel
Düşler” R.J.Barnet-J.Cavanagh,
Sabah K., 1995, sd.1-2
9 Hürriyet
17.03.2000
10 “Kapitalizmin
Gerçeği” Prof.Lester
C.Thurow, Sabah K.,
1997, sf. 208
11 “Herbert
Spencer: A Renewed Appreciation” Jonathan H.Turner,
(Beverly Hills, Clif.:Sage Publishers, 1985) s.11; ak.Prof.
Lester C.Thurow, “Kapitalizmin Geleceği”
Sabah K., 1997, sf.209
12 “Global
Paradoks”, John Naisbitt,
Sabah Kit., 1994, sf. 120
13 “Global
Paradoks”, J.Naisbitt,
Sabah Kit., 1994, sf. 12
14 a.g.e.
sf. 215
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder