Türk halkı, koşulların
ağırlığına ve tüm yoksunluklarına karşın; milli
mücadeleyi, kurulmakta
olan orduyu ve önder olarak bağlandığı Mustafa
Kemal’i tartışmasız
destekledi. Elinden geleni
değil, ‘elinden
gelmeyeni bile!’
veriyordu. Özellikle Sevr’in
imzalanmasından sonra ve özellikle köylüler, Anadolu’nun elden
çıkmakta olduğunu anlayarak, yaşam dahil herşeyi göze alarak
direnişe katıldılar. Malı ya da bedeniyle katılamayanlar, savaşa
adeta ruhlarıyla katılıyor; yurduna bağlı herkesin istek
ve duası, içinden
çıkardığı savaşçıların
başarısında birleşiyordu.
Türkleri Anlamak
Türk
Kurtuluş Savaşı’yla
ilgili inceleme yapmak için 1921’de Türkiye’ye gelen bir
İngiliz gazetecisi Londra’daki gazetesine çektiği telgrafta,
“Ankara, dağlar
arasında bir bataklıktır. Bu bataklığın içinde bir yığın
kurbağa, başlarını havaya kaldırmış, durmadan ötüp durmakta
ve dünyaya meydan okumaktadır”
diyor ve gördüğü yoksulluk nedeniyle bağımsızlık
mücadelesiyle alay ediyordu.1
Yabancı gazetecilerin, yurt dışına
gönderdikleri tüm haberleri denetleyen Basın Yayın Genel Müdürü
Ahmet Ağaoğlu
bu telgrafı okur ve şu biçimde değiştirerek İngiliz gazeteciye
geri verir: “Ankara,
Anadolu’nun ortasında çorak, bakımsız ve kerpiç evleri olan
küçük bir kenttir. Bu kentte bir avuç kahraman, ‘uygar’
Avrupa’nın baskı ve zulmüne karşı isyan ederek, ulusal
bağımsızlıklarını korumaktadır.”2
İngiliz gazeteci kendi bakış
açısından belki haklıydı. Batılılar; işgale karşı gelişen
direnişin nasıl bir toplumsal
irade üzerinde
yükseldiğini, bağımsızlığı amaçlayan ulusal direnişin
gücünü nereden aldığını anlayamamışlar, karşılaştıkları
direnç karşısında şaşırmışlardır.
Doğrudan taraf oldukları Anadolu
savaşlarını, tükenmiş
ve çok yoksul
bir halkın yürütebilmesini anlamak, Türk toplumunu yeterince
tanımayan Batılılar için gerçekten güç bir iştir. Anadolu’da
önem verilecek bir direnişle karşılaşılmayacağına inanan
Batılı politikacılar, Türk varlığını hesaba katmıyor,
Anadolu topraklarına özgürce yeni
yöneticiler buluyorlardı.
İngiltere Savunma Bakanı Lord
Kitchner, “Türkiye’yi
mahvedinceye kadar savaşacağız”
derken3;
Başbakan Lloyd George,
“Batı uygarlığına
kesin olarak yabancı olan Türkler’in Avrupa’dan
uzaklaştırılacağını”
söylüyordu.4
Yoktan
Var Etmek
Türk
halkı, uzun süren savaşlar sonunda, Batılıları haklı çıkaracak
düzeyde yoksullaşmış, umarsızlık içine sürüklenmişti.
Dünyanın büyük güçleriyle çatışmaya hazırlanıyordu, ancak
ne parası, ne sanayisi, ne kendisini besleyecek tarımı, ne de
silahı ve ordusu vardı. Yeni bir ordu kuracak, silahlandırıp
donatacak ve besleyecekti. Anadolu’da savaşabilecek genç erkek
nüfus neredeyse kalmamıştı. Baskınlarla düşmandan elde edilen
silahların, yalnızca bir yerden bir yere götürülmesi bile, başlı
başına bir sorun, gerçekleştirilmesi çok güç bir işti.
Ülkede yol yoktu, İstanbul
demiryolu Ankara’da bitiyordu. Bunun da, ancak Eskişehir-Ankara
arası kullanılabiliyordu. Akşehir-Pozantı arasındaki bir parça
demiryolunun da askeri bir değeri yoktu. Oysa, Doğu cephesinden
Batı cephesine gönderilecek bir cephane sandığının, kuş uçuşu
en az 1200 kilometrelik yol katetmesi gerekiyordu.
Denizden İnebolu’ya gelen bir
yükün kağnı’larla
Ankara’ya götürülmesi, gidiş dönüş bir ay sürüyordu.
Ayrıca, birkaç yüz kilo yük alan bir kağnı,
hayvanları ve onu sürenleri beslemesi için, neredeyse bir kağnı
yükü yem ve yiyecek taşımalıydı.5
Silah ve cephanenin hemen tümü, cephe uzaklığı ne olursa olsun,
büyük oranda kağnılar,
bir bölümü de develerle taşınıyordu. Kağnı,
Kurtuluş Savaşı’nın simgesi olmuştu.
Kağnıyla
Yazılan Destan
Lord
Kinross, kağnı’yı,
“saatte beş
kilometrelik değişmez hızıyla, gıcırtılı sesler çıkararak,
Anadolu’da Sümerler’den beri kullanılan”
araç olarak tanımlar.6
Tekerleği bularak arabayı ilk kez insanlığın hizmetine sunan
Türkler’in, kağnıyı
Orta Asya’dan beri kullandıkları doğrudur. Ancak, Kurtuluş
Savaşı’yla bütünleşen
bu araç, 1919’da varlık-yokluk mücadelesine girişen Anadolu
Türkleri için, çok farklı anlamlar, başkalarının
anlayamayacağı duygular ifade eder. Kağnı,
Kuvayı Milliye
direnişindeki yeriyle, çok sayıda söylence, koşuk (şiir) ya da
öyküye konu olmuş, çevresinde gelişen olaylarla Anadolu’da,
duygu yüklü destan öğesi haline gelmiştir.
On beş liseli arkadaşıyla
Anadolu’ya kaçıp Kurtuluş Savaşı’na katılan ve “cepheye
cephane taşıyan kağnı kollarının komutanı”
yapılan Enver Behnan
Şapolyo, yaşadığı
olayları yazıya dökerek bu destanı
bizlere aktaran genç bir Kuvayı
Milliye komutanıdır.
Milli Mücadelenin
İç Alemi
adlı yapıtında, kağnı’lar
ve kağnı kolları’yla
ilgili bölümlerde, şunları anlatır: “Durmadan
yol alıyorduk. Sürekli çalışan araç yorulur ve bozulabilir.
Ancak, bizde ne yorulmak, ne dinlenmek ne de bozulup yolda kalmak
vardı. Otomobiller, kamyonlar her yeri aşamazlardı. Fakat bizim
için aşılamayacak yol yoktu.
Ağır, ama hep hareketliyiz.
Sürekli hedefe ilerliyor, Tanrı huzurunda ibadet eden müminler
gibi, hiç konuşmadan gidiyoruz. Kağnılarımızın tekerlekleri,
hiçbir yerde duyulmamış ahenkli bir ortak ses çıkarıyor. Bu
sesi, ne bir müzik aleti, ne de canlı bir varlık çıkarabilir.
Bir iniltiymiş gibi çevreye yayılan kağnı sesleri, sanki bir
başka dünyadan geliyordu. Sanki Türkler, binlerce yıl önce, Orta
Asya’dan dünyanın dört bir köşesine göç ediyorlarmış gibi,
dağları ovaları inletiyorlardı. Türk milletinin çektiği acıyı,
sanki bu kağnı sesleri dile getiriyordu...
Kağnı gıcırdamalı, ses
çıkarmalıydı. Ses çıkarmayan kağnı uğursuz sayılırdı.
Gıcırdasın diye tekerlek geçmelerine ceviz içi ya da kömür
tozu sürülürdü. Ezgen yanmasın diye üzerine yoğurt çalınırdı.
Tank gibi çukurları atlar, en bozuk yolları aşar, en dik sırtlara
çıkardı. Hiçbir millette olmayan en ucuz, en sağlam, dağlık
araziye uygun bir köylü aracıydı. Şimdi, İstiklal
mücadelesinde, menzil teşkilatında görev yapıyordu. Kuvayı
Milliye’nin simgesi olmuştu; cepheye, cephane ve erzak, cephe
gerisine yaralı gazileri taşıyordu...
Kağnıları, ayakları çarıklı,
sarı mintanlı, mor şalvarlı, kırmızı kuşaklı köy
delikanlılarıyla, üç etekli dallı şalvarlı, başları örtülü
kadınlar, genç kızlar ve yaşlılar kullanıyordu... Komutasını
aldığım kağnı kolu, kırk arabadan oluşuyordu. Kırk kağnıcı,
yardım bölüğünden Mustafa, bir de ben, kırk iki kişiyiz.
Bunlardan ikisi altmışar yaşlarında erkek, sekizi on beşer
yaşlarında çocuklar ve otuz tanesi ise genç kadınlardı. Bazı
kadınların kucaklarında bebekleri de vardı…
Hiç kimse şikayet etmiyor,
herkes gönüllü olarak seve seve çalışıyordu.
Yollarda hiçbir şey
pahalı değil, yaşam çok doğaldı. Kimsede vurgunculuk
(ihtikar)
yapıp para kazanmak gibi
bir düşünce oluşmamıştı. Köylerde; tarlaların ekimi ihmal
edilmiyor, silahlar cepheye, pazara mal götürür gibi sakin bir
iyimserlik içinde, neşeyle götürülüyordu... Bunları, ancak
içinde yaşayanlar bilir. Bu insanlar ne kadar temiz ruhluydular.
Aralarına katıldığım için çok mutluydum... Anadolu kağnıları,
bir milletin azim ve inancını, hiçbir yüksek tekniğin
yenemeyeceğini kanıtlıyordu. Hiçbir mazlum millet artık,
‘gücümüz yok ki milli mücadeleye girelim’ diyemez. Dünyada
emperyalizm prangasını ilk kez kıran Türk milleti, onlara
örnektir...”7
İç
Karartan Yoksunluk
Düşmanı
yenmek ve ülkeden sürmek için en az iki yüz bin askerin cepheye
sürülmesi, bunların silah ve donanımının sağlanması
gerekiyordu. Yüzlerce top ve onlara savaş bitinceye dek
“tükenmeyecek”
mermi bulunmalı ve taşınmalıydı. Sayıları dört bine
çıkarılması gereken makineli tüfeklerin her birinin, “iki
dakikalık atış için bir sandık”
cephaneye gereksinimi vardı. Süvariler için at, kılıç; atlar
için yem; cephe gerisi için hastane, ilaç; ordu için yiyecek,
elbise, postal bulunmalıydı. Hepsinden önemlisi, “umutsuz
gibi görünen savaşa”
her şeyiyle katılacak, hiçbir şey beklemeden ölümü göze
alacak insan gerekliydi.
Ankara’ya
bu nitelikte çok sayıda genç subay gelmişti; ancak ordu yönetecek
general ve savaşacak er sayısı çok yetersizdi. Düzenli ordunun
kurulduğu “İnönü
savaşlarına girişilene kadar”,
Osmanlı Ordusundan, rütbelerini geri veren Mustafa
Kemal dahil, “yalnızca
beş general gelmişti.”8
Kurtuluş Savaşı
başlarken, asker sayısı 15-25’e dek düşen alaylar
(172. ve 188.)9,
150-200’e düşen kolordular vardı.10
İkinci İnönü
Savaşı’nda bile, er
sayısı 9 bin olması gereken 7.Tümen’in
1100, 8.Tümen’in
1800 askeri vardı. Bölük
başına 10-15, tabur
başına 35-40 er düşüyordu.11
Savaşı, orduyu ve halkı örgütlemenin tüm yükü, rütbesi
yüksek olmayan genç subayların omuzlarındaydı. Bu nedenle,
“İstiklal Harbi’ne
subay harbi”
deniliyordu.12
Ordu
Kurmak
Askerlik
şubesince silah altına alınan erlerin, yalnızca cepheye
gönderilmesi bile başlı başına bir sorundu. Parasızlık
nedeniyle, asker toplama ve yollama işleri için kaynak
ayrılamıyordu. Toplanan askerler cepheye gidene dek;
“barındırılamıyor,
doyurulamıyor, giydirilemiyor ve yol çok uzun bile olsa yaya olarak
gönderiliyordu.”13
Bakımsız ve gıdasız askerler;
“açlığa, yorgunluğa
ve soğuğa”
direnemiyor, kimileri hiç savaşamadan yolda hastalıktan ölüyordu.
12.Kolordu hastanelerinde yatanların % 80’i, cepheye giderken
yolda üşüten zatürre
hastalarıydı. “Cephe
gerisinde ölenler, cephede ölenlerden çok fazlaydı.”14
Genel Kurmay Sağlık Dairesi Raporlarına göre, 1922 yılında
hastanelere yatırılan hasta sayısı 274 988 kişidir.15
Ordunun silah, yiyecek ve giyecek
gereksinimi, en alt düzeyde bile karşılanamıyordu. Askere yemek
olarak çoğu kez yalnızca, “bir
avuç tahıl ve kuru ekmek”
verilebiliyordu.16
Açlığa karşı doğadan ot toplayan erler, kimi zaman zehirli
otları yiyor, bu da hastalıklara, hatta ölümlere yol açıyordu.
“Askeri otlamaya
çıkardım” tümcesi,
komutanların günlük dillerine yerleşen beslenmeyle ilgili bir
eylemi ifade ediyordu.17
Askerin yüzde yirmi beşinin ayağı
tümüyle çıplak, bir o kadarının ise, bir ayağında eski bir
ayakkabı öbür ayağında çarık bulunuyordu. Sakarya Savaşı’nda,
askerin yalnızca yüzde beşi üniformalıydı. 18 Kasım 1921
tarihli bir Amerikan istihbarat belgesinde, “Türk
askerlerinin üzerinde üniforma yok. Askerler, askere alındıklarında
üzerinde bulunan giysilerle cepheye gönderiliyor. Bazılarının
üzerinde İngiliz, Fransız üniformaları var”
diyordu.18
Mustafa Kemal,
Meclis’te, askerin iyi donatılmadığı yönündeki eleştiriler
üzerine söz almış ve şunları söylemişti: “Askerlerimizin
biraz çıplak ve yırtık elbise içinde bulunması bizim için ayıp
sayılmaması gerekir... Fransızlar bana, elbisesiz askerlerin çete
olduğunu söylediklerinde onlara,’hayır çete değildir, bizim
askerlerimizdir’ dedim. Üzerinde üniforma yok dediler.
‘Üzerlerindeki elbise onların üniformasıdır’ dedim. Bu
Fransızlar için yeterli yanıt olmuştu. Elbiseli olsun, köylü
elbiseli olsun, yeter
ki onları yerinde kullanalım, kutsal amacımıza ulaşalım.”19
Türk halkı, koşulların
ağırlığına ve tüm yoksunluklarına karşın; milli
mücadeleyi, kurulmakta
olan orduyu ve önder olarak bağlandığı Mustafa
Kemal’i tartışmasız
destekledi. Elinden geleni
değil, ‘elinden
gelmeyeni bile!’
veriyordu. Özellikle Sevr’in
imzalanmasından sonra ve özellikle köylüler, Anadolu’nun elden
çıkmakta olduğunu anlayarak, yaşam dahil herşeyi göze alarak
direnişe katıldılar. Malı ya da bedeniyle katılamayanlar, savaşa
adeta ruhlarıyla katılıyor; yurduna bağlı herkesin istek
ve duası, içinden
çıkardığı savaşçıların
başarısında birleşiyordu.
Soylu
Yoksulluk
Meclis
adına görev yapan bir kurulun, Çankırı
yakınlarındaki Kızılkaya
köyünde yaşadıkları, milli mücadelenin hangi koşul ve
anlayışla kazanıldığını gösteren çarpıcı bir örnektir.
Samet Ağaoğlu
Kızılkaya’yı
şöyle aktarır: “Sakarya
Savaşı henüz başlamıştı. Anadolu’yu dolaşmak gerekti.
Tekerleklerinde, Türk tarihinin yüz yıllarını taşıyan ve
Anadolu mücadelesinin en değerli unsuru olan kağnıyla yola
çıktık. Ankara-Çankırı arasında, yüksek bir dağ üzerine
konmuş bir kuşa benzeyen, Kızılkaya adını taşıyan küçük
bir dağ köyüne gelmiştik. Çevremizi hemen küçük çocuklar
sardı. Bura halkının bu kadar güzel olduğunu hiç bilmiyordum.
Açlık ve yoksulluk renklerini soldurmuş, küçük vücutları,
üzerlerindeki paçavraların binbir deliğinden bize bakıyordu.
Fakat kumral saçları, beyaz yüzleri o kadar güzeldi ki.
Bir kız çocuğuna soruyoruz:
Kızım adın nedir? ‘Ayşe’.
Baban var mı?
‘Babam Çanakkale’de şehit oldu’.
Şimdi kim bakıyor sana? ‘Annem’.
Şimdi annen nerede? ‘Tarlaya
gitti ekin zamanıdır’.
Bir diğerine: Oğlum senin adın ne? ‘Durmuş’.
Baban var mı? ‘Babam
İnönü’de şehit oldu.’
Annen var mı? ‘Yok
efendim. Bize dayım bakıyordu, o da askere gitti Şimdi ablam
bakıyor’. Ablan
nerede? ‘Ankara’ya
cephane götürdü.’
Çevremizi saran on altı
çocuktan hepsinin babası şehitti. Anneleri ya da ablaları, ya
tarlayı işliyor ya da orduya yiyecek ve
cephane taşıyordu. Biz
çocuklarla konuşurken köyden yana, bastonuna dayana dayana yaşlı
bir kadın geldi: ‘Nereden
geliyorsunuz evladım?’
Ankara’dan. ‘Aman
ordudan ne haber?’
Ordumuz çelik gibi anne. Yakında inşallah düşmanı yeneceğiz.
‘Şükürler
olsun. Aman burada bazı şeyler söylediler. Allah bizi kahretti
diye düşünüyorduk. Kalbime sular serptiniz. Allah sizden razı
olsun’. Evladın
var mı anne? Yaşlı kadın derin bir ah çekti. ‘Dört
oğlum vardı. İkisi Çanakkale’de, biri İnönü’de şehit
oldu. Dördüncüsü ordudadır. Yolunu bekliyorum’.
İnşallah gazi olur, mutlu olursunuz. Yaşlı kadın derin acı
taşıyan bir bakışla : ‘Ben
oğlumu düşünmüyorum evladım. Ben
(eliyle çocukları göstererek) bu
yetimleri ve yaşayacakları bu vatanı düşünüyorum. Allah
bunları gavur ayakları altında çiğnetmesin.’
Hepimiz çok etkilenmiş ve üzülmüştük. Çay kahve vermek
istediysek de kabul etmedi ve köye doğru yürüyerek, orada
kendisini bekleyen ve Ankara’dan bir haber bekledikleri belli olan
genç kadınlara doğru gitti...”20
Her
Yerde Çarpışma
Meclis’in
açılmasından 1921 başına dek geçen sekiz ay; dış
saldırıların, ekonomik siyasi baskıların, ayaklanmaların ve
bunlara karşı direnişin yoğunlaştığı bir dönemdir. Eldeki
ordu ya da milis güçlerine dayanılarak üç cephede işgalcilerle,
otuz dört bölgede hilafetçi ayaklanmalarla savaşıldı.
Büyük devletlerin siyasi
oyunlarına karşı, Meclis meşruiyetine
dayanılarak politikalar geliştirildi. Savaş içinde olunmasına
karşın, katılımcı bir siyasi işleyiş çalışmalara egemen
kılındı ve hemen her konu tartışıldı. Yapılmak istenen her
iş, oylamalarla oluşturulan çoğunluk kararlarıyla uygulandı.
Anadolu’da benzersiz bir olay yaşanıyor; güçlüklerle
sürdürülen bir savaş içinde, katılımcı bir halk
devleti ve bir halk
ordusu kuruluyordu.
Güney
Cephesi
Güney
cephesinde Fransız ve Ermeniler’e karşı savaşılıyordu. Adana,
Antep, Maraş ve Urfa, sıradışı olayların yaşandığı direniş
merkezleriydi. Büyük devletlerin söz verdiği Kilikya’ya
yerleşmeye çalışan Ermeniler, Fransızlar’la birlikte Adana’yı
ve Çukurova köylerini adeta bir “insan
mezbahasına”21
çevirmişti. Fransız İşgal Orduları Yüksek Komiseri General
Gourand’ın
emriyle, “yüzlerce
köy yakılmış, yüzlerce kurtuluş savaşçısı kurşuna
dizilmişti.”22
Silah
toplama adına, “ev
soygununa dönüşen”
baskınlar yapılıyor, insanlar öldürülüyordu. Adana halkı,
evlerini bırakarak Toroslar’a kaçıyordu. Ünlü Kaçkaç
türküsü, “dağları,
dereleri; aç, perişan göç selleriyle dolduran ve Orta Anadolu’ya
dek uzanan”23
bu kaçış için yakıldı. Antep, Maraş ve Urfa’da durum,
Adana’dan farklı değildi.
Mustafa Kemal’in
görevlendirdiği Yüzbaşı
Kamil (Doğan, daha sonra
Korgeneral), Yüzbaşı
Osman (Tufan, daha sonra
Tümgeneral), Jandarma Yüzbaşı
Ratip (Sinan Tekeli)
Kilikya’da; Binbaşı
Asaf Bey
(Kılıç Ali) Maraş’ta; Yüzbaşı
Ali Saip Bey Urfa’da;
Özdemir Bey
(Ali Şefik milletvekili) Antep’te ulusal direnişi örgütlediler.
Önce Adana ve Antep Kuvayı
Milliyesi, daha sonra tüm
Güney cephesi, Albay
Selahattin Bey (Adil
General) komutasında bir merkezde toplandı.24
Mersin’den
Antep’e
İç
Anadolu bölgesinden gelen gönüllülerin katılımıyla güçlenen
Kuvayı Milliye
birlikleri, Güney cephesinde halkla birlikte, sıradışı bir
direniş gösterdi. Mersin, Bilemedik, Hacıkırı, Durak, Mut,
Ceyhan, Pozantı, Maraş, Urfa ve Antep kurtarıldı.
10 Nisan 1920’de Urfa’dan
çekilmek zorunda kalan Fransız birlikleri, kentin 10 kilometre
dışında pusuya düşürüldü ve 700 Fransız askeri öldürüldü,
100’ü esir alındı. Urfa Savunma Komitesi Başkanı Ali
Saip Bey, savaş alanını
gezerken şu duygulu sözleri söylemişti: “Şimdi
toprağa serilip kalmış bu bahtsız Fransız delikanlıları ne
arıyorlardı burada? Niye geldiler, burada ne işleri vardı? Urfa
nere, Paris nere? Neden gelip yaşamlarını burada bıraktı, bu
genç insanlar? Türk
yurdunu ele geçirmek,
Türk istiklalini yok etmek için buraya gönderilen bu bahtsızları,
oymakların ve çevre köylerin savaşçıları öldürmedi. Hayır,
onları buraya gönderenler öldürdü. Bu insanları, Türk
inkılabının ve Türk istiklal savaşının ayakları altına
fırlatmanın ne anlamı vardı?”25
Anteplilerin
Verdiği Söz
Antepliler,
15 Nisan 1920’de düzenledikleri ve “kentte
yaşayanların tümünün katıldığı”
mitingde, “tek bir insan
kalana kadar düşmanla savaşmaya ve onu yeniden kente sokmamaya”
ant içtiler26
Savunmaya, ant’a
uyarak; kadınlar, yaşlılar, hatta çocuklar bile katıldı.
Direniş’in önderi Binbaşı
Arslan Bey,
halka şu konuşmayı yapmıştı: “Antep
kahramanları! Sizler, on altı gündür cepheyi tuttunuz. Sayınızın
azlığına bakmaksızın, düşmanı kente sokmadınız, görülmemiş
bir yiğitlik gösterdiniz... Şimdi, kadınlarımız da, kanlarının
son damlasına kadar savaşıp düşmana canlı teslim olmamak için
savunmaya katıldılar... Silahlanıp namus ve vatanınızı korumak
için, elinizde ne varsa son öküzünüze kadar sattınız. Halep’e
silah getirtmek için binlerce lira ödediniz. Dostlarım, iyi
donanmış düşman güçlü görünüyor; ancak, gerçek güçlü
sizsiniz. Çünkü toprağınızı, ailenizi, kendi namusunuzu
koruyorsunuz...”27
Pozantı
ve Tarihi Söylev
Mustafa
Kemal, 5 Ağustos
1920’de, yanında Milli Müdafaa Vekili Fevzi
Paşa (Çakmak) ve
milletvekillerinden oluşan bir kurulla birlikte Pozantı’ya
geldi. Pozantı
Toroslar’da, çevresi
dağlarla çevrili, küçük bir bucak merkeziydi. Kurtuluş
Savaşı’nın en
bunalımlı günlerinde, buraya gelmesinin elbette bir nedeni vardı.
Pozantı halkı, Bucak Müdürü’nün
öncülüğünde ve çevre köylüleriyle birlikte, tüm ülkeye,
hatta tüm dünyaya örnek alınacak, olağanüstü bir halk direnişi
göstermiş, göstermeyi de sürdürüyordu. Pozantı, ulusal
direnişin simgesi gibi olmuştu.
Böyle düşünüldüğü için
olacak Mustafa Kemal;
Yunan Ordusu’nun ilerlediği, Ermeniler’in Sarıkamış ve
Oltu’yu, Gürcüler’in Artvin’i aldıkları; iç isyanların
sürdüğü ve Sevr’in
imzalanmak üzere olduğu bir ortamda, Pozantı’ya gelmişti. Bucak
Müdürü Hulusi (Akdağ)
Bey’in, yalnızca Kurul’u karşılama biçimi bile çok şey
anlatıyordu. Hulusi Bey;
çizmeleri, kalpağı, fişeklikleri ve kamasıyla tam bir çeteci,
kararlı bir Kuvayı
Milliye komutanıydı.
Ama aynı zamanda Bucak Müdürü’ydü. Bu nedenle, Mustafa
Kemal ve
beraberindekileri, “bir
elinde silah, diğer elinde Nahiye’nin mührüyle”
karşılamıştı.28
“Toros Dağları arasında
Çakıt Çayı kenarındaki”
bu küçük ve yoksul bucakta, dingin görünüşüyle çelişen,
sessiz ve kararlı ama olağanüstü coşkulu, devrimci bir hava
vardı. 5 Ağustos 1920’de generalinden köylüsüne, Pozantı’da
toplanan herkes, o güne dek dünyanın hiçbir yerinde başarılamamış
bir eylemin, emperyalizme karşı çıkmanın bilinci içindedir.
Dünyanın “mazlum
milletleri”,
yürütülmekte olan mücadeleyi örnek alarak emperyalizme karşı
direnmeye çağrılmakta, tüm insanlığa adeta evrensel bir ileti
gönderilmektedir.
Mustafa Kemal;
Pozantılılar, Kayseri, Niğde, Bor’dan gelen kurullar, Güney
cephesinin temsilcileri, “dağlardan
inen Çukurova göçmenleri”
ve Kuvayı Milliye savaşçıları tarafından karşılanmıştır.
“Tekbir sesleri ve
dualar Toros boğazlarını inletmektedir.”
Bu hava içinde gerçekleştirilen Pozantı toplantısında, tarihi
değeri olan şu konuşmayı yapar: “Adana’nın
saygı değer Müslümanları! Peygamberin tutsaklık tanımayan
ümmetinin cihat ordularına öncü olma şerefiyle bahtiyar olan
Adanalı dindaşlarımız! Bütün Anadolu için vatanseverlik
timsali olan
Adanalı Müslümanlar! Şeref ve istiklal davasında
yararlanacağımız başarı kaynakları, yalnızca Anadolu’dan
ibaret değildir. Avrupa’nın bin türlü zulüm ve gadrine
uğrayarak her türlü esaret acısını çekmiş olan Mısır’da,
Hindistan’da, Rusya’da ve Afrika’daki Müslüman kardeşlerimiz;
gözlerini, tecavüzlerini Peygemberimizin kabrine kadar uzatmış
olan düşmanlarımızın kahrına çevirerek, bize maddi ve manevi
yardıma karar vermiş bulunuyorlar. Buna ek olarak; Rusya’da
yüksek insani amaçlar çevresinde toplanan, her milletin hakkına
saygı göstermeyi esas kabul eden ve günden güne genişleyerek
yayılmacı zulüm dünyasını yıkmakta olan muazzam kuvvet; bize,
elindeki bütün imkanlarla yardımda bulunmayı vaat etmiştir...
İstiklal ve şerefini koruma uğrundaki fedakarlık duygularını,
şanlı ve şerefli atalarımızdan miras alan milletimizin, yakın
bir zamanda her türlü anlamıyla, dini ve milli tarihine şanlı
sayfalar ekleyeceğine kuşku yoktur...”29
DİPNOTLAR
- “Kuvayı Milliye Ruhu” Samet Ağaoğlu, Kül.Bak. Yay., 1981, sf.13
- a.g.e. sf.13-14
- “Milli Kurtuluş Tarihi” D.Avcıoğlu, I.Cilt, İst. Mat., 1974, sf.33
- a.g.e. sf.34
- “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, II.Cilt, Remzi Kit., 8.Bas., 1981, sf.497
- “Atatürk” L. Kinross, Altın Kitaplar Yay., 12. Bas., İst-1994, sf.324
- “Mustafa Kemal Ve Milli Mücadelenin İç Alemi” E.B.Şapolyo, İnkilap ve Aka Kit., İstanbul-1967, sf.32-36
- a.g.e. sf.497-498
- ”Türkiye Ulusal Kurtuluş Savaşı Tarihi 1918-1923”, A.M. Şamsutdinov Doğan Kitapçılık, İstanbul-1999, sf.126
- “Gaziantep Müdafaası” M.Nurettin, sf.124; ak. A.M. Şamsutdinov ”Türkiye Ulusal Kurtuluş Savaşı Tarihi 1918-1923”, sf.139
- “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, II.Cilt, Remzi Kit., 8.Bas., 1981, sf.504
- a.g.e. sf.499
- “Anadolu İhtilali” S.Selek, II.Cilt, Kastaş A.Ş. Yay., 8.Bas., 1987, sf.408
- a.g.e. sf.408
- a.g.e. sf.409
- “Amerikan Gizli Belgelerinde Türkiye’nin Kurtuluş Yılları” Orhan Duru, T. İş Ban., Kültür Yay., İstanbul-2001, sf.132
- Son Tanıklar, 15.12.2003, TRT 2
- “Amerikan Gizli Belgelerinde Türkiye’nin Kurtuluş Yılları” Orhan Duru, T. İş Ban., Kül. Yay., İstanbul-2001, sf.132
- “Kuvayı Milliye Ruhu” Samet Ağaoğlu, Kül.Bak. Yay., 1981, sf.118
- a.g.e. sf.185-187
- “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, II.Cilt, Remzi Kit., 8.Bas., 1981, sf.174
- “Adana’nın Kurtuluş Mücadelesi Hatıraları” E.Özoğuz, sf.18-25; A.M.Şamsutdinov ”Türkiye Ulusal Kurtuluş Savaşı Tarihi 1918-1923”, Doğan Kitapçılık, İstanbul-1999, sf.139
- “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, II.Cilt, Remzi Kit., 8.Bas., 1981, sf.175
- a.g.e. sf.173
- “Urfa’nın Kurtuluş Mücadeleleri” Ali Saip, sf.243, ak; A.M. Şamsutdinov ”Türkiye Ulusal Kurtuluş Savaşı Tarihi 1918-1923”, sf.141
- ”Türkiye Ulusal Kurtuluş Savaşı Tarihi 1918-1923”, A.M. Şamsutdinov Doğan Kitapçılık, İstanbul-1999, sf.142
- “Gaziantep Müdafaası” M.Nurettin, sf.72; ak. A.M.Şamsutdinov ”Türkiye Ulusal Kurtuluş Savaşı Tarihi 1918-1923”, sf.142
- “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, II.Cilt, Remzi Kit., 8.Bas., 1981, sf.180
- a.g.e. sf.180-181
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder