Atatürk,
10 Kasım’da son nefesini verdiğinde, arkasında 57 yıllık bir
yaşam ve bu kısa yaşama sığdırılan görkemli bir savaşım,
tarihin gördüğü en büyük yenileşme eylemini bıraktı. Mustafa
Kemal Atatürk’ün,
Türk ulusu için anlamı; özgürlükle tutsaklığın, varlıkla
yokluğun ya da gönençle yoksunluğun en yalın ve en belirgin
ayrımıydı. Yaşam direncini yitirmiş kabul edilerek, yok edilmek
istenen büyük bir ulusu ayağa kaldırmış, onu eskiden gelen ve
değişime açık yeni değerlerle adeta yeniden yaratmıştı.
Sayrılık
(Hastalık) ve Hekimler
Sağlığı,
1935’ten sonra bozulmaya başladı. Bu kez görülen, eski
hastalıklarından birinin depreşerek onu yeniden rahatsız etmesi
değil, dış görünüşüne yansıyan genel bir çöküntüydü.
Kendini güçsüz hissediyor, çabuk yoruluyor ve eski verimiyle
çalışamıyordu. Ten rengi hızla solmuş, yüz hatlarında derin
kırışıklıklar oluşmuştu.1
Falih
Rıfkı Atay,
bu durumun ortaya çıkışını 1933’e dek götürür,
Cumhuriyet’in onuncu yılında, onda pek görülmeyen bir yorgunluk
ve bu yorgunluğa bağlı bir bezginlik fark ettiğini söyler.2
1935
Şubatında, Çankaya’da bir akşam, herhangi bir öneri olmadan,
Dr.Asım
Arar’dan
kendisini muayene etmesini ister. Bu istek, yakın çevresini
şaşırtır. Hekim denetiminden pek hoşlanmadığı ve zorunlu
kalmadıkça hekime başvurmadığı bilinmektedir.3
1935 Temmuz başında, aynı isteği yineler ve Florya’da nezaket
ziyaretine gelen Dr. Neşet
Ömer İrdelp’den,
kendisini muayene etmesini ister.4
Dört
ay arayla gelen muayene istekleri, “kendisini
iyi hissetmediğini”
ve “doktora
başvurmasını gerektirecek kadar bir sıkıntısının olduğunu”
5
gösteriyordu. “Sabahları,
dinlenmemiş olarak kalktığından, soğuğa karşı direncinin
azaldığından ve renginin giderek solduğundan” 6
yakınmaktadır. Hekimler, birbirine benzer yargılarda bulunur.
Dr.İrdelp;
kalbinde, karaciğerinde ve böbreklerinde, “olağanın
dışında bir şey olmadığını”
söyler, halsizliği için “ağrı
kesici (analjezik Sedal) tabletler”
verir.7
Yakınmalar
Sürüyor
Yakınmaları,
1936 ve 1937’de artarak sürer. İştahı azalmakta ve kilo
yitirmektedir. Yürüyüşü sevmesine karşın, çabuk yorulduğu
için yürümeyi bırakır. Ayaklarda kaşıntı, burun ve diş
etlerinde kanamalar başlar. Ankara Numune Hastanesi Deri
Hastalıkları Şefi Prof.Alfred
Marchionini’nin,
kaşıntı için verdiği “merhem
ve solüsyonlar”
yararlı olmaz.8
Kaşıntılardan
ve kaşınmak zorunda kalmaktan çok rahatsızdır. Soruna,
“Çankaya’yı
basan karıncaların”
neden olduğu düşünülür ve Milli Savunma Bakanlığı Zehirli
Gaz Şubesi Müşaviri Dr.Nuri
Refet Korur’a
danışılır. Yurt gezisine çıktığı bir dönemde, Köşk,
“gemilerde
fare öldürmek için kullanılan Cyclon B adı verilen bir siyandrik
asit gazıyla”
ilaçlanır. İlaçlamayı, Yavuz Zırhlısından uzman bir ekip
yapar.9
1937 Nisan sonu ve Mayıs
başındaki yalnızca üç hafta içinde, altı kez, Ankara Numune
hastanesine gitti. Ancak, rahatsızlıkların nedeni saptanamadığı
için, ne burun kanamalarına, ne de kaşıntıya çare bulundu.
Belirtilere karşın,
rahatsızlıkların ana nedeni karaciğer sayrılığı (hastalığı)
bir türlü saptanamıyordu. Burun kanaması nedeniyle kimi
toplantılara geç gidiyor ya da gidemiyordu. Bu durum, zamana ve
sözüne sadık bir kişi olarak onu sıkıyordu. Balkan Devletleri
diplomatlarına, Çankaya’da verdiği davete, üst katta olmasına
karşın, kanama durdurulamadığı için oldukça geç gelebilmiş
ve büyük üzüntü duymuştu. Hatay sorununu çözmek için gittiği
Mersin’de, yemekte ard arda üç kez burun kanaması geçirmişti.
Tanı
Konuyor; Siroz
Termal
koşulların yararlı olacağını düşünerek, 21 Ocak 1938’de
Yalova’ya gitti ve yeni açılan otelin ilk konuğu oldu. Kaplıca
Doktoru Nihat
Reşat Belger’i
çağırarak, kaşıntılarına bir çare bulmasını istedi.
Kapsamlı bir muayeneden sonra Dr.Belger
karaciğerdeki sorunu saptadı ve sayrılığa (hastalığa) gerçek
tanıyı koyan ilk hekim oldu; “Karaciğer
büyümüş ve sertleşmiştir. Kaşıntının ve kanamaların
nedeni, süreğen (kronik) karaciğer sayrılığına bağlı
sirozdur”
dedi.10
Tanı,
o güne dek böyle bir durumun olasılığından bile söz edilmediği
için, beklenmeyen bir durumdur ve onun için şaşırtıcıdır. Her
zamanki gerçekçiliğiyle, “şimdi
ne yapacağız”
der.11
Özel hekimi Dr.Neşet
Ömer İrdelp
Yalova’ya çağrılır. Onun da tanısı aynıdır. Oysa, her iki
hekim de daha önce yaptıkları muayenelerde, böyle bir tanı
koymamıştı. Dr.Belger,
“sekiz
ay önce yaptığım muayenede, siroza ait hiçbir belirti
görmemiştim”
diyecektir.12
Geç
Gelen Tanı
Siroz’un
niteliği ve somut belirtiler göz önüne alındığında, tanı
koymada geç kalındığı açıktı. Atatürk’ün
hekimleri arasında yer alan Dr.Asım
Arar,
1953’de Dünya
Gazetesi’nde
yayımlanan yazısında, “Atatürk’ün
ölümcül hastalığını, 1936 sonlarına dek götürmek yanlış
olmaz”
der ve şu açıklamayı yapar: “27
Şubat 1938’de
(Reşat Belger’in tanısından bir ay sonra y.n.) işin
kötüye gittiğini, büyük bir ihtimalle karaciğer sirozu
başlangıcı, hatta daha ileri bir
aşamasıyla
karşı karşıya olduğumuza hükmettim. O günden altı ay önce,
kaşıntıların karınca istilalarına bağlandığı, kanamaların
sıklaştığı dönemlerde de bu kuşkuya kapıldım, düşüncelerimi
gerekenlere açtım. Ancak, Atatürk’ün yakınında bulunan
yetkili kişiler, böyle bir olasılığın bulunmadığını
söylediklerinden, daha ileri, gidememek zorunda kalmıştım..
Atatürk’ü tedavi eden doktorların hiçbiri, onu tıbbın
gerektirdiği gibi inceden inceye muayene etme cesaretini
gösterememişti. En büyük hocalarımız bile, sıradan bir hasta
için yaptıkları özenli muayeneden çekiniyorlar ve Atatürk’ün
karşısında ezile büzüle durup, hiçbir şey söylemiyorlardı.”
13
Atatürk,
tanı gecikmesi ve yanlış sağaltımı (tedavi) kendisi de
görmüştür. 14 Haziran 1938’de, o günlerde İsviçre’de
okuyan Afet
İnan’a
gönderdiği bir mektupta, önerilen yöntemlerin durumuna iyilik
getirmediğini, aksine “yapılan
istirahatleri hiçe indirerek”
zararlı olduğunu söyler. Mektup’ta şunlar yazılıdır: “Bence,
doktorların yanlış görüş ve hükümleri nedeniyle hastalık
durmamış, ilerlemiştir. Zamansız ayağa kalkmak, yürümek,
özellikle burunda yapılan otuşman (tampon y.n.) üzerine gelen
kusma, yapılan istirahatleri hiçe indirmiştir.” 14
İsmet
İnönü,
özel hekimi Zafer
Paykoç’a,
Atatürk’ün
hastalığının ilerlediği dönemlerde kendisine yakındığını
ve “İsmet,
hastalığım çok daha önce, bana bütün ağırlığıyla
anlatılsaydı, o zaman işin başında, tam başında önlemini
alırdım. Bu noktaya getirmezdim. Bana yeterince anlatılmadı,
gerçekler gizlendi”
dediğini söyler. 15
Falih
Rıfkı Atay,
geç tanı konusunda yıllar sonra; “yirminci
yüzyılın en büyük milli kahramanı, milletin elinden, bir büyük
deha, insanlığın elinden gidiyordu.. Her zaman yanında bulunan
hekimlerin, bunca belirti ve genel çöküntüye dikkat etmediklerini
ve hepsini pek basit birer nedene bağlayarak geçiştirdiklerini,
doğrusu hala anlayamıyorum”
der. 16
Aynı
kanıda olan Ruşen
Eşref Ünaydın
ise, bu konuda; “sağlık
durumunun bozulma nedeninin belirlenmesinde bu kadar geç kalınmış
olması, Atatürk’ün bu önemli hastalığında karşılaştığı
ilk büyük talihsizlik olmuştur”
diyecektir.17
Bedensel
Sağlık
Sağlık
sorununun büyüklüğüne karşın, 8 Kasım 1938’deki son komaya
dek çalışmayı sürdürdü. Savaş ve gerilimli mücadelelerle
dolu, çok güç bir yaşamın içinden geliyordu. Beden sağlığı,
hiçbir zaman iyi olmamıştı. Yıpratıcı etkisini uzun yıllar
taşıdığı Sıtma’ya,
henüz 16 yaşındayken Askeri Lise’de yakalanmıştı.18
Trablusgarp’te gözlerinden,
Dünya Savaşı’nda böbreklerinden
rahatsızlanmıştı. 1918’de Karlsbad (Avusturya)’da hastaneye
yatmış, 1920’de Binbaşı Dr.Refik
(Saydam), dalak
büyümesi
tanısı koymuştu. 1923 ve 1927’de iki kez kalp
krizi
geçirmişti.19
Siroz’u
inceledi, niteliğini ve ölümcül etkilerini çabuk öğrendi. Ölüm
onun için yabancısı olmadığı, yaşamı boyunca yanında
taşıdığı ve her an gerçekleşebilecek güçlü bir olasılıktı.
Ölümden hiçbir zaman korkmamıştı. “Ölümü
istemek cesaret değildir, ama ölümden korkmak ahmaklıktır” 20
diyor; ölümü, üzerindeki bir borç gibi gördüğü “vatan
mücadelesi”
için, kolayca göze aldığı sıradan bir olay gibi görüyordu.
Çalışmayı
Bırakmıyor
Öleceğini
anlamış olmasına karşın, azalmış gücünün sınırlarını
zorlayarak çalışmalarını sürdürdü. “Görevinin
üzerine titriyordu”.
21
1938 yazında Savarona’da; Hatay sorunu ve yaklaşan savaş gibi,
ülkenin ivedi sorunlarının görüşüldüğü, her biri dört beş
saat süren Bakanlar Kurulu toplantılarına başkanlık etti.22
Sürekli
bir güç yetmezliği içinde olmasına karşın, gerçekleştirmek
için sağlıklı bir insanın bile zorlanacağı işler yaptı.
Sirozun belirlendiği 23 Ocak 1938’den, son ve kesin komaya girdiği
8 Kasım’a dek geçen dokuz ayda; yurt ve kent içi 16
gezi-ziyaret, yerli yabancı 55 kabul, 6 toplantı yaptı; yerli
yabancı 21 kişi ve kuruluşa değişik konularda yazılı ileti
(mesaj) gönderdi.23
Tanı
koyulduktan iki hafta sonra, önem verdiği iki fabrika açılışı
için; Gemlik ve Bursa’ya gitti. Gemlik’te, (1 Şubat 1938)
Gemlik
Yapay İpek Fabrikası’nı;
Bursa’da, “milli
sevinci arttıracak çok değerli bir eser”
dediği, Bursa
Merinos Fabrikası’nı
açtı (2 Şubat 1938).24
Bursa
Merinos’u
açtığı gün kendini biraz iyi hissediyordu. Akşam, Fabrika’da
düzenlenen baloya katıldı ve burada zeybek oynadı. Eski
devingenliği yoktu, ama neşeliydi. Bu, katıldığı son açılış
ve balo olacaktı.
Fabrika’nın
teknolojik niteliği ve iyi düzenlenmiş çevresinden mutluluk
duymuştu. Bahçede yürümek istedi, ancak gücü yeterli değildi.
“Arabayı
getirin üşür gibi oluyorum”
diyerek arabaya bindi ve yaveri pencereyi kaparken, yavaşça “ne
güzel geceydi”
dedi.25
Dolmabahçe’ye
döndüğünde bitkindir. Yeni bir hastalık ortaya çıkar.
Karaciğerdeki bozulmayı hızlandıran ve bir akciğer yangısı
(iltihabı) olan zatürre olmuştur. Zatürre atlatılarak akciğer
kurtarılır, ama karaciğerin yetmezliğe gidişi önlenemez.
25
Şubat’ta Ankara’ya döndü, aynı gün Balkan
Paktı
toplantısı için Türkiye’ye gelen yabancı ülke yetkilileriyle
görüştü. Yunanistan Başbakanı Metaksas,
Yugoslavya Başbakanı Stoyadinoviç
ve Romanya Dışişleri Müsteşarı Comnen’i
ayrı ayrı Çankaya’da kabul etti. 27 Şubat’ta Pakt
üyesi
diplomatlara bir “çay
ziyafeti”
verdi; bir gün sonra yabancı gazetecilere açıklamalar yaptı.26
Yabancı
Hekimler
Genel
durumu hızla bozuluyor, sıkıntıları sürekli artıyordu. 15
Mart’ta, yurtdışından hekim getirilmesi konu edildiğinde; “ne
yaparsanız yapın ama çabuk yapın, ben hastayım”
dedi.27
Oysa, aynı öneriyi üç hafta önce “ortada
Hatay sorunu var, hastalığım dışarda duyulursa iyi olmaz”
diyerek reddetmişti.28
Hükümet,
Paris Tıp Fakültesi’nden Prof.Dr.Frank
Fiessinger’in
çağrılmasına karar verdi. 28 Mart’ta Türkiye’ye gelen
Fiessinger’in
tanısı aynıydı. Fransız hekim, kendisini hayrete uğratan bir
gerçekle karşılaşır. “Atatürk’e
o güne dek hiçbir kan tahlili yapılmamıştır.” 29
Elde, yalnızca birkaç idrar raporu vardır. Nedenini sorduğunda,
“Atatürk’ten
kan almaya çekindik”
yanıtını alır.30
Vasiyetini
Yazdırıyor
15
Eylül’de vasiyetini yazdırdı. Tek yasal mirasçısı, aslında
kız kardeşi Makbule
Atadan’dı.
Ancak, 19 Mayıs 1932’de kendi isteği üzerine, 2307 sayılı özel
bir yasa çıkarılmıştı. Bu girişimle, Medeni
Yasa’da
yer alan, mirasçıların haklarını isteğe bağlı olmaksızın
koruyan “mahfuz
hisse”,
Atatürk
için kaldırılmış, böylece aile üyeleri ve akrabaları, kişisel
mirasından yararlanamaz duruma getirilmişlerdi.
2307
sayılı Yasa’ya göre, mirasını dilediği gibi dağıtacaktı.
11 Haziran 1937’de hazırlattığı ilk vasiyette, çiftliklerini
ve diğer taşınmazlarını millete bırakmış; bu davranışı
nedeniyle, “Millet
ve Meclis adına”
kendisine teşekkür telgrafı gönderen Başbakan İsmet
İnönü’ye;
“söz
konusu armağan, yüksek Türk milletine benim asıl vermeyi
düşündüğüm armağan karşısında hiçbir değere sahip
değildir. Ben gerektiği zaman, en büyük armağanım olmak üzere
Türk milletine canımı vereceğim”
yanıtını vermişti.31
Ulus
Matbaası’nı, tüm demirbaş eşyası ve çevresindeki arsasıyla
birlikte Cumhuriyet Halk Partisi’ne; bugünkü Hipodrom ve 19 Mayıs
Stadyumu çevresindeki arsaları, çarşı içindeki oteli, altındaki
dükkanlarla birlikte Ankara Belediyesi’ne bağışladı. Para ve
hisse senetlerini İş Bankası faizlendirecek ve her seneki faizden
yaşadıkları sürece; kız kardeşi Makbule
Atadan’a
1000, Afet
İnan’a
800, Sabiha
Gökçen’e
600, Manevi kızları Ülkü’ye
200, Rukiye
ve Nebile’ye
100 lira verilecekti. Sabiha
Gökçen’e
bir ev alınacak, Makbule
Atadan,
yaşadığı sürece Çankaya’da oturduğu evi kullanabilecekti.
İsmet
İnönü’nün
çocuklarına yüksek öğrenimlerini tamamlamaları için, gereken
maddi yardım yapılacak; faizden kalan para, her yıl, yarı yarıya
Türk Dil ve Tarih Kurumu’na ayrılacaktı.32
Duygulu
Anlar
On
beş yıl boyunca her yıl, özenle hazırlandığı 30 Ağustos
Zafer Bayramı’nın on altıncısı, o, bu durumdayken
kutlanacaktı. Törenlere katılamayacağı belliydi, bu nedenle
üzüntülüydü. Yardım alarak ve güçlükle yapabilmesine karşın,
“giyinmiş, traş
olmuş, bakımlı ve saygılı”
bir durumda odasından dışarı bakmaktadır.
Ayaklarındaki şişlik
nedeniyle, ayakkabı giyememiştir. “Odası
dışına hiçbir zaman ayakkabısız çıkmamış bir kişi olarak”
terlikle durmaktan rahatsızdır. Sabiha
Gökçen’e;
“dışarda hava
nasıl? 30 Ağustos’u iyi bir havada kutlayabilecekler mi?
Gazeteler, 30 Ağustos’un önemini iyi belirtmişler, iyi
değerlendirmişler mi? Ulusal heyecan 1922’lerdeki gibi ayakta
tutulabiliyor mu?”
diye sorular sormaktadır.33
Elinde, Türk Ordusu’nun
değişik törenlerde çekilmiş fotoğraflar vardır. Bunlara uzun
uzun bakar ve “silahlarımızı
kendimiz yapmamız gerek. Uçaklarımızı, tanklarımızı, hepsini.
Aksi halde bir savaş sırasında, topsuz tüfeksiz dövüşmek
zorunda kalırız. Ulusal savaş sanayii kurmalı ve bu alanda da
bağımsız olmalıyız”
der.
Daha sonra derin bir nefes
alarak burukluk içeren bir ses tonuyla şunları söyler: “Bu
kez bensiz kutlayacaklar. Oysa, törenlere katılmayı o kadar
isterdim ki. Çocuklarımızı görmeyi, modern araç gereçle
donanan ordumuzun geçişini görmeyi isterdim. Bayrağımızı da
özledim. Onun şöyle anlı şanlı dalgalanıp göklerle
bütünleşmesini çok özledim.. Umut etmek kadar güzel bir şey
düşünülemez. Ancak, artık görüyorum ki, yataktan kalkmakta
bile büyük güçlükle karşılaşıyorum. Zavallı ayaklarım,
sanki birer demir külçesi, şişirilmiş birer külçe. Beni
taşımakta güçlük çekiyorlar. Neyse, başka şeylerden
konuşalım, yeşilliklerden, ormanlardan konuşalım. Nasıl, etraf
yine öyle güzel, öyle yeşil mi?” 34
Ağaca
ve Yeşile Özlem
O
günlerde, yaşamı boyunca canlı tuttuğu ağaç ve yeşillik
özlemi öne çıkmıştı. Sıkça, doğal yaşamın
güzelliklerinden söz ediyor, “bir
dağda, bir orman içinde, sıradan küçük bir evde sakin bir
hayat” istediğini
söylüyordu.
Odasında, kendisine daha önce
armağan edilen, orman ve akarsuları gösteren bir tablo vardır.
Gözleri sık sık bu tabloya takılıyor, “güçlükle,
ama içten gelen bir hasretle”
ormana duyduğu özlemi anlatıyordu.35
Afet İnan’a,
“bana ülkemizin
ormanlık güzel yerlerini anlat, oralara gidelim; ağaçlar altında
dolaşabileyim, basit bir hayata kavuşayım. Tek isteğim, yeşillik
ve ağaçlıklar içinde olmak, yaz kış yeşil kalan ağaçlar
arasında yaşamaktır”
derken36;
Sabiha Gökçen’e
“kimsenin yardımını
istemeden, bir kere daha ormanlara gidebilseydim; ağaç denizinin
yeşilliklerinde dilediğim gibi dolaşabilseydim.. Sevdiğim
vatanımın bir köşesinde, ağaçlardan gökyüzünün bile
görünmediği bir köşesinde, planını kendimin çizdiği küçük,
yalın bir ev olsun istiyorum. Burada çiçeklerle, kuşlarla,
ağaçlarla iç içe olayım. Gençliğimden beri düşlediğim bir
şeydi bu”
diyordu.37
Askeri
Öğrenciler
Cumhuriyet’in
15.yılı 29 Ekim’de coşkulu törenlerle kutlanmaktadır. Ancak,
sağlık durumu “ciddi
bir hal” almış,
yardım da alsa çok güç hareket edebilir duruma gelmişti. Kuleli
Askeri Lisesi öğrencileri, törenlerden dönerken, boğaz vapurunu
Dolmabahçe önüne getirmişler, “İstiklâl
Marşı ve Gençlik Marşı’nı söyleyerek”,
onu selamlamaktadırlar. Dışarda, coşkulu ve içten büyük bir
sevgi gösterisi vardır. Ses tonuna yansıyan bir hüzünle,
yanındakilere şöyle der: “Bugünü
halkımla, halkımın içinde kutlamak isterdim. Beni Cumhuriyet
Bayramı’nda halkımdan uzak tutan bu hastalığa lânet ediyorum.
Bana gelecek bayramlardan söz etmeyin. Hatta gelecek aydan da söz
etmeyin. Ekim ayını çıkarabilirsem bile, Kasım’ı
çıkarabileceğimi hiç sanmıyorum.” 38
Yüzü her zamankinden daha
solgun, elleri balmumu rengini almıştır. Gözlerinin çevresi “mor
halkalarla çevrili birer kuyu”
gibidir.39
Gençlerin coşkusu giderek artmış, gösterileriyle “yer
ve göğü inleterek”
onu görmek istemektedirler. Dr.Neşet
Ömer ve Zeki
Bozok’a, “duyuyor
musunuz? Bunlar bizim gençlerimiz. Cumhuriyet’i emanet ettiğimiz
gençlerimiz. Ne gür sesleri var. Öyle bir nesil
yetişiyor ki, bu
neslin heyecanı, yurt ve bayrak aşkı köreltilmeyecek olursa,
dünyanın en mutlu ülkesi, biliniz ki, Türkiye olacaktır.
Gençliği köreltmek isteyenler çıkacaktır. Tarihe bakınız,
(gençleri körelterek y.n.) ulusların mutluluğuna, esenliğine
gölge düşürecek bedbahların çıktığını görürsünüz”
der ve gençleri görmek, onlara el sallamak için hazırlanmasını
ister.40
Hekim, “fakat
paşam” dediğinde
sözünü keser, “nedir
fakat?” diyerek
sert tepki gösterir. Gerisini, odada bulunan Sabiha
Gökçen şöyle
anlatır: “Binbir
güçlükle elbisesini giydirdiler.. Ben de yardım etmeye çalıştım.
Çektiği acıyı anlatmaya imkan yok. Yüzü çektiği acıdan
morarıyor, ter damlaları halının üzerine sanki yağmur gibi
iniyordu.. Pencerenin önüne bir koltuk getirildi ve Atatürk
koltuğa oturtuldu. İşte o zaman, dışarda esas kıyamet koptu.
Onu gören gençler, çılgınca alkışlıyor, ellerindeki
bayrakları sallıyordu. Görülecek bir manzaraydı. Gençleri,
buradan eliyle selamladı. Gözleri yaşarmıştı. ‘Bu
bayramlar ve yarınlar sizindir, güle güle’
dedi ve yatağına geri götürülmesini istedi. ‘Yoruldum,
çok çabuk yoruluyorum. Beni lütfen yatırınız’...
‘onları
görebildiğim için çok mutluyum’
diyerek uzandı.” 41
Ölümsüzlük
10
Kasım’da son nefesini verdiğinde, arkasında 57 yıllık bir
yaşam ve bu kısa yaşama sığdırılan görkemli bir eylem,
tarihin gördüğü en büyük yenileşme eylemini bıraktı. Mustafa
Kemal Atatürk’ün,
Türk ulusu için anlamı; özgürlükle tutsaklığın, varlığını
korumayla yok olmanın ya da gönençle yoksulluğun, en yalın ve en
belirgin ayrımdı. Yaşam direncini yitirmiş kabul edilerek, yok
edilmek istenen büyük bir ulusu ayağa kaldırmış, onu eskiden
gelen ve değişime açık yeni değerlerle adeta yeniden yaratmıştı.
Elli yedi yıllık yaşamın 26
yılını asker ocağında, bunun da 11 yılını cephelerde
savaşarak geçirmişti. Türk Ordusu’na bağlılığı ve ona
duyduğu güven her şeyin üzerindeydi. Türk ulusunun orduya
duyduğu saygı ve güveni biliyor, kuruluşunun her aşamasına emek
verdiği ulusal ordunun savaş gücüne ve yenilikçi niteliğine
büyük önem veriyordu.
Bu nedenle olacak, yaşamındaki
son bildirimi Ordu’ya yaptı; ondan, “Türk
vatanı ve Türk topluluğunu, iç ve dış tehlikelere karşı
korumasını”
istedi; 29 Ekim 1938’de doğrudan Ordu’ya seslenen iletisinde
şunları söyledi: “Zaferleri
ve mazisi insanlık tarihiyle başlayan, her zaman zaferle beraber
medeniyet nurlarını taşıyan kahraman Türk Ordusu.! Ülkesini, en
bunalımlı ve zor anlarında, zulümden, felaket ve sıkıntılardan
ve düşman istilasından nasıl korumuş ve kurtarmışsan,
Cumhuriyet’in bugünkü feyizli devrinde de askerlik tekniğinin
bütün modern silah ve araçlarıyla donanmış olduğun halde,
görevini aynı bağlılıkla yapacağından hiç kuşkum yoktur.
Bugün, Cumhuriyet’i, durmaksızın artan büyük bir gönenç ve
güç içinde idrak eden büyük Türk milletinin huzurunda, Kahraman
Ordu, sana en içten şükranlarımı beyan ve ifade ederken, büyük
ulusumuzun övünç duygularına da tercüman oluyorum. Türk
vatanının ve Türklük topluluğunun şan ve şerefini, dahili ve
harici her türlü tehlikeye karşı korumaktan ibaret olan görevini,
her an yerine getirmeye hazır ve amade
olduğuna, benim ve
büyük ulusumuzun tam bir inanç ve güvenimiz vardır. Milletin
orduya bahşettiği en son sistem fabrikalar ve silahlarla, bir kat
daha güçlenerek büyük bir kendini adamışlık ve ölümü hiçe
sayarak, her türlü görevi yapmaya hazır olduğundan eminim. Bu
kanıyla; kara, deniz, hava ordularımızın kahraman ve deneyimli
komutanlarıyla subay ve erlerini selamlar, takdirlerimi bütün ulus
önünde açıklarım. Cumhuriyet Bayramı’nın, on beşinci yıl
dönümünüz kutlu olsun.” 42
DİPNOTLAR
- “Atatürk’ün İzinde Bir Ömür Böyle Geçti” Sabiha Gökçen, İst.-1982, sf. 356; ak. Dr.Eren Akçiçek, “Atatürk’ün Sağlığı Hastalıkları ve Ölümü”, Güven Kit. İzmir-2005, sf.178
- “Çankaya” Falih Rıfkı Atay, Bateş A.Ş. sf.483
- “Son Günlerinde Atatürk” Asım Arar, İst.-1958, sf.21-22; ak. Dr.Eren Akçiçek, “Atatürk’ün Sağlığı, Hastalıkları ve Ölümü” sf. 177
- “Son Günleri” Kılıç Ali, İst.-1955, sf. 10; ak. a.g.e. sf.178
- a.g.e. sf.10
- “Atatürk’ün Sağlığı Hastalıkları ve Ölümü”, Dr.Eren Akçiçek, Güven Kit. İzmir-2005, sf.178
- a.g.e. sf.178
- “Atatürk’ten Hatıralar-2” Hasan Rıza Soyak, İst.-1973, sf.720
- “Son Günlerinde Atatürk” Asım Arar, İst.-1958, sf.21-28
- “Atatürk’ün Hastalığı, Profesör Dr. Nihat Reşad Belger’le Mülakat” R. Eşref Ünaydın, Ank.-1959, sf. 10-11; ak. Dr.Eren Akçiçek; a.g.e. sf.182
- Cumhuriyet, 26 Kasım 1938; ak. a.g.e. sf.183
- a.g.e. sf.183
- “Hastalığı ve Ölümü” Asım Arar, Dünya Gazetesi, 10 Kasım 1953; ak. Dr. Eren Akçiçek, a.g.e. sf.239
- “Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler” A.İnan, 3.B., 1981, sf.21
- “İşin Aslı Astarı” Mustafa Ekmekçi, Cumhuriyet, 21 Mayıs 1992; ak. Dr. Eren Akdemir, a.g.e. sf.242
- “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1983, sf.543
- “Atatürk’ün Hastalığı, Profesör Dr. Nihat Reşad Belger’le Mülakat” R.E.Ünaydın, Ank.-1959, sf. 11-12; ak. Dr.Eren Akçiçek; a.g.e. sf.183
- “Makbule Atadan Anlatıyor, Ağabeyim Mustafa Kemal” Şemsi Belli, Ank.-1959, sf. 62; ak. Dr.Eren Akçiçek, a.g.e. sf.143
- “Atatürk’ün Sağlığı Hastalıkları ve Ölümü” Dr.Eren Akçiçek, Güven Kit., İzm.-2005, sf.155 ve 159
- “Çankaya” Falih Rıfkı Atay, Bateş A.Ş. sf.490
- a.g.e. sf.490
- a.g.e. sf.491 ve “Kaynakçalı Atatürk Günlüğü” Prof. Utkan Kocatürk, İş Bank. Yay., sf.387 ve 388
- “Kaynakçalı Atatürk Günlüğü” Prof. U.Kocatürk, İş B.Yay., sf.381-398
- “Kaynakçalı Atatürk Günlüğü” Prof. U.Kocatürk, İş B.Yay., sf.381
- “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1983, sf.547
- “Kaynakçalı Atatürk Günlüğü” Prof. U.Kocatürk, İş B.Yay., sf.381-393
- a.g.e. sf.384
- “Atatürk’ün Sağlığı Hastalıkları ve Ölümü” Dr.Eren Akçiçek, Güven Kit., İzm.-2005, sf.189
- “Ord.Prof.Dr.E.Frank’ın Türkiye’ye Gelişi, Atatürk’ü Muayenesi ve İsmet Paşa’nın Yardımı Hakkında Kendi Beyanına Dayanan Anekdotlar” Şişli Çocuk Has.Tıp Bülteni, 24.04.1989, sf.609; ak. Dr.Eren Akçiçek, a.g.e. sf.188
- a.g.e. sf.188
- “Kaynakçalı Atatürk Günlüğü” Prof.Utkan Kocatürk, İş B.Kül.Y.. sf.373
- “Atatürk’ün Vasiyeti” Mazhar Leventoğlu, İst.1968, sf. 9, ve “Atatürk’ten Hatıralar-II”, Hasan Rıza Soyak, 1973, sf.752; ak. Prof.Dr. Utkan Kocatürk, “Kaynakçalı Atatürk Günlüğü” İş B.Yay., sf.385 ve 392
- “Atatürk’le Bir Ömür” Sabiha Gökçen, Altın Kitap, İst.-1994, sf.296
- a.g.e. sf.292
- “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, III.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1983, sf.553
- “M.Kemal Atatürk’le Yaşadıklarım” Prof.Dr. A.Afet İnan, Kültür Bak. Yay., Ank.-1981, sf.37
- “Atatürk’le Bir Ömür” Sabiha Gökçen, Altın Kit., İst.-1994, sf.293
- a.g.e.sf.302-303
- a.g.e. sf.302
- a.g.e. sf.304
- a.g.e. sf.303-304 ve “Çankaya” F.R.Atay, Bateş A.Ş., İst.-1980, sf.491
- “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III”, III.Cilt, Atatürk Araş.Merk. 5.Baskı, Ank.-1997, sf.331
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder