Selçuklu
ve Osmanlılar’da gelişkin bir toplumsal düzen yaratan toprak
iyeliğinin (mülkiyetinin) temel özelliği, Orta
Asya
kültürünün gelişkin bir uzantısı ve paylaşımcılığa
dayanan kamucu yaşam biçiminin doğal ürünü olmasıdır.
İyelik
(Mülkiyet) Biçimleri
Osmanlı
toplumunda geçerli iyelik biçimi, toprağın devlete ait olduğu
mirî
toprak
düzeniydi. Ancak, daha az olmak üzere, başka iyelik biçimleri de
vardı. İmparatorluğun çok geniş bir alana yayılmış olması,
toprak ilişkilerine bölgeler arasındaki ayrım ve özelliklere
göre değişik biçimler verilmesini zorunlu kılıyordu.
Fethedilen
yerlerde devletin kalıcılığını sağlamada belki de en önemli
sorun, toprak ilişkilerindeki çeşitlilik ve bu çeşitliliğe
uygun çözümlerin bulunup uygulanmasıydı. Onlarca millet ve
milliyetin yaşadığı yedi milyon kilometre karelik İmparatorlukta,
tek bir uygulamanın her yerde ve aynı biçimde gerçekleştirilmesi
olanaksızdı. Bu nedenle, özel koşullara uyum gösteren ve
gereksinime yanıt veren değişik iyelik ilişkileri geliştirildi
ve uygulandı.
Osmanlılar,
genel bir yaklaşım olarak, toprakta özel iyeliğe uzak duruyor
ancak siyasi zorunluluklar nedeniyle kabullenmekten ve bu yönde
uygulama yapmaktan da kaçınmıyordu. Sınır bölgelerindeki
eyaletlerde, özellikle Türk nüfus yetersizliğinin ileri düzeyde
olduğu Rumeli’de devlet toprakları, özel
iyeliğe çevrilebiliyordu (temlik).
Başlangıçta,
Türk yaşam biçimine ve yönetim geleneklerine tümüyle yabancı
Rumeli’de kalıcı olmak için, güvenilir kişilere ve fetihte
emeği geçen derviş
ve ahi
kümelere, geniş bağışıklıklar ve tam
iyelik (mülk eşkincülü)
hakları tanındı. Devlet görevlileri bu arazilere izinsiz
giremiyor ve tutulan hesapları denetleme amacıyla isteyemiyordu.
Tam iyeliğe hak kazananlar, ne askeri ne de başka bir yükümlülüğe
bağlıydılar. İmparatorluğun ilerki dönemlerinde, daha özgün
biçimler geliştirilecek olan yerel hükümranlık
hasları
bu uygulamanın uzantılarıydı.1
“Karma
İyelik”
Mirî
devlet iyeliği ile tam
iyelik
arasında yer alan ve yalnızca Anadolu’da görülen, ikili iyelik
denilebilecek, karma bir iyelik biçimi daha vardı. Selçuklu
toprakları üzerinde kurulmuş olan geçici Türkmen beylikleri
döneminde özel iyeliğe dönüşen ve o dönemde onaylanan
topraklar bulunuyordu.
İslam
hukukuna göre, iyelik hakkına dokunulmayacağı için, bu topraklar
ellenmedi ve niceliği (miktarı) çok olmayan özel iyelik korundu.
Ancak, bu toprakların devletin denetiminden
tam olarak kopuk kalmasına da izin verilmedi.
Bunun
için tımar
düzeninin tam tersi bir uygulamaya gidildi ve çıplak iyelik kişi
üzerinde bırakılırken, devlete toprağı kullanma hakkı (intifaa
hakkı)
tanındı. Bu ilginç uygulamayla, aynı toprakta iki türlü hak
oluştu. Bir yanda mülk sahibinin hakları (malikâne),
öte yanda devletin hakları (divanî),
karma bir iyelik biçimi içinde birleştirildi. Bu topraklara
malikhane-divanî
toprakları adı verildi.2
Din
ve Etnik Çeşitlilik
Osmanlı
İmparatorluğu’nun din ve etnik köken bakımından son derece
karmaşık bir toplumsal yapı oluşturması, toprakta iyelik
ilişkilerinin çeşitlenmesine yol açan dikkate değer bir başka
etkendir. Devlet için önemli olan birtakım dinsel ya da etnik
kümelere, verilen önemin düzeyine uygun olarak, ayrıcalıklı
iyelik ya da kullanım hakları tanındı.
Bektaşi
ve
Mevlevi
tekkeleri, bu kümelerin başında geliyordu. Bunlara, içindeki
köyleriyle birlikte geniş topraklar ve bu toprakların geliri
veriliyor; bu ilişkiler vakıflar aracılığıyla yürütülüyordu.3
Vakıf
İyeliği
Vakıf
iyeliği, İmparatorluğun güç yitirmeye başladığı dönemlerde,
başka amaçlar için kullanıldı. Duraklama ve özellikle gerileme
döneminde gelirleri azalan Saray, özel iyelikler başta olmak üzere
servetlere el koyuyor, el koymalar çoğu kez sonu ölümle biten
cezalandırmalar aracılığıyla yapılıyordu.
Malını
ve canını güvence altına almanın yolunu arayan servet sahipleri,
bunun en güvenilir yolu olarak, mallarını dolaylı olarak
denetledikleri vakıflara devretmekte bulmuşlardı. İslam hukukuna
göre dokunulmazlık hakları olan vakıflar, mülk sahibine hem
mülkünü koruma hem de varislerine aktarma olanağı veriyordu.
Günümüzde sıkça görülen, vakıfların dolaylı yoldan ayrımlı
amaçlar için kullanılması, o günlerden kalma bir gelenek olsa
gerekir.
Hıristiyanlar
ve Kürtler
Hıristiyan
nüfusun yoğun olduğu, Avrupa sınır bölgelerinde, bir başka
iyelik türü geliştirilmişti. Girit, Sakız, Midilli gibi tümüyle
Hıristiyan nüfusun yaşadığı yerler fethedildiğinde,
buralardaki topraklar, Eflak ve Boğdan sınır eyaletlerinde olduğu
gibi, devlet iyeliğine alınmamıştır. Eski sahiplerinin
iyeliğinde bırakılan bu topraklara, harici
topraklar
adı verilmiştir.4
Girit
ya da Sakız’da Hıristiyan uyruğa
(tebaa)
verilen iyelik ayrıcalığının hemen aynısı, Anadolu’da Kürt
sancak beylerine
verildi. Anadolu fethedildiğinde, Kürtlerin yaşadığı bölge,
sancak
(ille ilçe arasında kalan yönetim birimi-mutasarrıflık) konumuna
getirilerek özerkleştirilmişti.
Kürt
beyleri, bu sancaktaki
toprakların tam
iyelik
haklarına sahip oluyor, buna karşılık sefer dönemlerinde merkezi
yönetim buyruğuna asker veriyordu. Her biri bir aşiretin reisi
olan bu beyler,
yurtluk
ve ocaklık
olarak gördükleri toprakları serbestçe kullanıyor ve çocuklarına
miras olarak bırakıyordu.
Ayrıca,
bölgede adaleti
gerçekleştirme
gibi önemli bir yetkiyle donatılmışlar, yalnızca toprak değil,
halk üzerinde de, devletin kabul ettiği bir egemenlik kurmuşlardı.5
Devlet
İyeliği
Osmanlı
toplumunda bir başka iyelik
biçimi, devletin kullanma hakkını hiçbir aracı kişi ve kurumla
paylaşmadığı ve dolaysız kendisinin işlettiği devlet
işletmeleriydi. Geniş arazilere sahip bu işletmelerde; sarayın,
diğer devlet kurumlarının, okul ve yardım kuruluşlarının
(imarethane)
gereksinimlerini karşılayan üretim yapılırdı.
Devletten
aylık alan uzman
ve usta
kişilerce işletilen ve devlet tekeli ayrıcalıklarıyla planlı
üretim yapılan bu işletmelerde, ileri teknikler uygulanır ve
tarımla uğraşan kesimlere örnek oluşturacak üretim yöntemleri
geliştirilirdi.6
Devlet
işletmeleri içinde yer alan padişah
çiftliklerinde,
doğrudan saraya gönderilen üstün nitelikli ürün elde edilirdi.
Buralarda dalında uzmanlaşmış meslek sahipleri çalıştırılır
ve üretilen ürünler, yalnızca saraya ait tekel niteliğini
taşırdı.
Devlet
işletmeleri içinde bir başka önemli birim, yoksullara
hizmet veren sosyal yardım kurumları’nın
(imarethane);
yağ, buğday, et, pirinç, odun gibi gereksinimlerini karşılayan
işletmelerdi. Civar halkı bu işletmelerde, Orta
Asya’daki
“atalarından
kalan ırsî bir gelenek”7
olarak gönüllü çalışırlar ve bu işi toplumsal dayanışmanın
bir gereği sayarak imeceye
dönüştürürlerdi.
Birçok
köy; “şap
yakmaya”,
“güherçile
hizmetlerini görmeye”,
“kervansaraylar
çevresini şenlendirmeye”,
“yolları
sürekli olarak onarmaya”,
“geçitler
ve ileri karakollarda nöbet tutmaya” (derbent)
herhangi bir karşılık beklemeden katılırdı.8
Uzmanlıklar
Devlet
çiftliklerinde, uzmanlaşmaya dayanan ve aylıklı devlet
görevlilerince yürütülen, çok sayıda meslek türü vardı.
Padişah atlarını yetiştiren voynuklar,
atçekenler;
deve
yetiştiren
boğurcular,
gezici
işçi taburları,
top
dökücüler;
su
yolu,
kale
ve
köprü
yapıcı
ve
bakımcıları;
atmaca,
çakır,
şahin
tutucu
ve yetiştirici
bazdarlar
kendi alanlarında o dönemin en ileri tekniklerini uygulayan ve
İmparatorluğun her yanına yayılan meslek kümeleriydi.
Bunlardan
ayrı olarak bir kısım yörükler, sürekli çadır
bezi dokur,
nal
döker;
gemiler
için zift,
kereste,
yelken
bezi işler;
ok,
yay
yaparlar ve yaptıklarını parça
başına ücretlerle
devlete satarlardı.9
Orta
Asya’nın Önemi
Selçuklu
ve Osmanlılar’da gelişkin bir toplumsal düzen yaratan toprak
iyeliğinin temel özelliği, Orta
Asya
kültürünün gelişkin bir uzantısı ve paylaşımcılığa
dayanan kamucu yaşam biçiminin doğal ürünü olmasıdır.
Prof.Osman
Turan, Türk
mirî
toprak düzeni konusunda şu saptamayı yapmıştır: “
Devlet mülkiyetindeki topraklar hiçbir zaman Türkiye’de olduğu
kadar bütün ülkeyi kapsayan bir oranı bulmamıştır... Mirî
toprak düzeninin kökeni, eski Türk bozkır geleneklerine bağlıdır
ve bozkırın göçebe kabile düzenine göre, topraklar kabilenin
ortak mülkiyetindedir. Devletin başı olan kağan, kamusal ortak
mülkiyetin de temsilcisidir. Bu Türk bozkır anlayışı, yurt
seçilen Anadolu’da sürmüş ve tüm ülke sultan mülkiyetinde
sayılmıştır.”10
Türkler’in
Anadolu’ya, Orta
Asya’dan
taşıdıkları ve egemen kültür durumuna getirdikleri toplumsal
birikimin niteliği konusunda, Prof.Doğan
Kuban
ise şunları söylemektedir: “Türkler
Yakındoğu’ya kuşkusuz, boş bir kabı doldurur gibi egemen
olmadılar. Coğrafi mekan değişikliği, aynı zamanda bir
sosyo-kültürel ve ekonomik mekan değişikliğiydi ve yeni bir
sosyal yapının örgütlenmesi gerekiyordu. Bu değişme, İslam
öncesi göçebe ya da
yarı-göçebe
Türk tarihi ile esas unsuru yerleşmiş toplum olan Osmanlı Türk
tarihi arasında, geniş zaman ve mekan boyutları içinde uzanan,
büyük bir Türk Ortaçağı’ nda gerçekleşmiştir.”11
Bozulma
Osmanlı
toprak düzeni, duraklama dönemiyle birlikte bozulmaya, gerileme
dönemiyle birlikte de çözülmeye başladı. Ekonomideki güç
yitimi, dışarıya tanınan ticari ayrıcalıklarla birleşince,
birbirinin yaratıcısı olan bu ikili süreç, toplumsal yapının
hemen her alanına yayılan, genel bir bozulmaya yol açtı.
Hızlı
büyüyen imparatorluk, başlangıçta, büyümeye yanıt veren
ekonomik-politik örgütlenmeyi başarmıştı. Ancak, fetih
eylemi başarılı olduğunda kazanımlar, başarısızlıkta ise
ekonomik yitikler artmıştır.
Ekonomik
düzen, Batıya verilen ayrıcalıklarla bozulmuş, üretici güçlerin
gelişimine giderek yanıt veremez duruma gelmiş ve üretim
yetmezliğiyle karşılaşılmıştı. Bu durum, dış mallara
gereksinim duyulmasına, bağlı olarak da dışa bağımlı duruma
gelinmesine yol açtı. Toprak düzenindeki bozulma,
bu olumsuz sürecin hem sonucu, hem de nedeni olmuştu.
Bozulma,
imparatorluğun en güçlü olduğu dönemde başladı. İstanbul’un
alınarak Rumeli’ye yerleşimin önemli oranda tamamlandığı
II.Mehmet
(Fatih)
dönemine dek, siyasi ve kurumsal gelişme, olanca hızıyla
sürmüştü. Hızlı büyümenin ilk olumsuz sonucu bu dönemde
görüldü. Devlet büyüyüp imparatorluk durumuna geldikçe,
eskiden gelen ve tarihsel derinliğe sahip yönetim geleneklerinden
uzaklaşıldı.
Toprak,
artık toplum yararına kulanılan bir mal
değil, hanedanın ve onun başı olarak padişahın mülküdür; bu
mülkü
elde tutmak, barışçı bir paylaşıma değil hanedan soyu içinde
şiddetli bir çatışmaya bağlıdır. Devlet başkanlığı kavramı
ve millete önderlik düşüncesinden uzaklaşmış ve karşıtı
olan hanedan egemenliğine dönüşmüştür. Eski Türkler’de her
boy, kendi içinden çıkan bir bey
tarafından yönetilir ve bu bey
merkezi devlet yönetiminde diğerleriyle birlikte eşit haklara
sahip olurdu. Aralarından seçtikleri devlet başkanı, hükümdarlık
yetkilerini millet
için kullanan, eşitler
arasında birinci (primus inter pares)
konumundaki bir görevliydi.
Oysa 15.yüzyıl ve sonrası Osmanlı padişahlarının konum ve
yetkileri artık böyle değildir. “Eşitler
arasında birincilik”
bir yana, hanedan ailesinin bireyleri arasında bile ölümcül bir
yönetim yarışı vardır. Fatih
Sultan Mehmet,
bu “yarışı”,
şehzade
öldürmeyi de içeren bir duruma getirmişti.
Çöküş
Yönetim
düzenini kapsayan olumsuz süreç, daha da bozularak uzun yıllar
süregeldi. 19.yüzyıla gelindiğinde Osmanlı Devleti, artık
Batılıların izin verdiği süre ve biçimde yaşayabilen,
dağılmayı bekleyen bir duruma gelmişti.
Her
alana yayılan çürüme, toprak düzenindeki çözülme ve bunun
neden olduğu ekonomik çöküşten kaynaklanmıştır. Tanzimat
uygulamalarından sonra toprak; azınlıkların, yabancıların ve
onlarla dolaylı ya da doğrudan işbirliği yapan eşraf
ve ayan
sınıfının eline geçmiştir. Topraksız kalan köylü
yoksullaşmış, ülke toprakları da giderek artan bir hızla, tarım
yapılmayan, boş alanlar durumuna gelmiştir.
Toprağın
Topluma Verdiği
Orta
Asya bozkırlarındaki
otlakların
ortak kullanımına dayanan paylaşımcı anlayış; Göktürkler,
Selçuklular
ve
Osmanlılar’da,
gelişkin bir iyelik anlayışıyla evrimleşerek bugüne dek gelmiş
ve benzersiz bir toplumsal dayanışma ruhu geliştirmiştir.
Türkler,
bireysel
girişimcilikle
kamusal
sahiplenmeyi,
özgürlükle
devlete bağlılığı,
halkın
çıkarlarıyla yönetici önderliğe saygıyı,
kendine özgü bir biçimde bütünleştirmiştir. Tarihsel bir
gelenek olarak günümüze dek korunan bu özellik, bugün bile,
yaşanmakta olan olumsuzlukları gidermenin ve ulusal varlığı
korumanın temel dayanağı ve güç kaynağı olmayı
sürdürmektedir.
Ulus-devlet
yapısına ve toplumsal dayanışma ruhuna bugün yönelmiş olan iç
ve dış saldırı, esas olarak bu geleneği erek (hedef) almıştır.
Türk toplumu; toprağı
kamu malı sayan,
tarihinde
köle çalıştırmayan,
baskı
yapmayan
ve bunların doğal sonucu olarak insanlarının devlete, ulus
varlığına ve insan ilişkilerine önem verdiği özelliklere
sahiptir. Bu özellikleriyle, Batının oluşturduğu ve kökleri
köleci
döneme dek giden günümüzdeki küresel yıkıma karşı bir
seçenek ve gizil
(potansiyel)
bir güç oluşturmaktadır. Uğradığı yoğun ve yaygın baskının
nedeni, devinime (harekete) geçmemiş olsa da bu gizil güçtür.
DİPNOTLAR
- “Bir İskan ve Kolonizasyon Metodu Olarak Vakıflar ve Temlikler” Ömer Lütfü Barkan, Vakıflar Der., Sayı 2, İst.-1942; ak. S.Yerasimos, “Azgelişmiş Sürecinde Türkiye” Belge Yay., 7.baskı, 3.Cilt, sf.256-257
- “Azgelişmiş Sürecinde Türkiye” S.Yerasimos, Belge Yay. 7.Bas., 3.Cilt, sf.252
- “Türkiye Köy İktisadiyatı” İsmail Hüsrev, Kadro Dergisi Yay., İst.-1934, sf.163-164, ak; Prof. S.Aksoy, “Türkiye’de Toprak Meselesi” Gerçek Yay., 2. Bas.-1971, sf.36
- “Türkiye’de Toprak Meselesi” Prof.S.Aksoy, Gerçek Yay., 2.Bas.-1971, sf.37
- a.g.e. sf. 37
- “Osmanlı İmparatorluğu’nda Çiftçi Sınıflarının Hukuki Statüsü” Ömer Lütfü Barkan, Ülkü, Cilt IX-X İst.-1957, ak; S.Yerasimos, “AzgelişmişLik Sürecinde Türkiye” Belge Yay., 1.Cilt, sf.259-260
- a.g.e. sf.259
- a.g.e. sf.259
- a.g.e. sf.260
- “Türkiye Selçuklularında Toprak Hukuku” Belleten 47, sf.551, ak; Doğan Avcıoğlu “Türklerin Tarihi” Tekin Yay., 5.Cilt
- “VII. Türk Tarih Kongresi” 1.Cilt, sf.283; ak. Doğan Avcıoğlu “Türklerin Tarihi” Tekin Yay., 1996, 5.Cilt, sf.2075
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder