Selçuklular’ın
Orta
Asya’dan
alıp İslam hukukuyla birleştirerek geliştirdiği ve daha sonra
Osmanlılara devrettiği toprak düzeni özgündür ve sürekli
gelişen bir bütünlüğe sahiptir. Bu iki devlet geliştirdiği
toprak düzeniyle, Orta
Çağ
toplumlarının tümünün temelini oluşturan toprak sorununu,
çağdaşlarından çok daha ileri biçimde çözdüler, onlara örnek
oldular. Kurdukları devlet ve bu devletin dayandığı
ekonomik-siyasi
düzen, Orta
Çağ
toplumları içinde en gelişkin olanıydı.
Uygarlık Zinciri
Orta
Asya
toplumlarından gelen; Göktürkler,
Uygurlar,
Gazneliler
ya da Karahanlılar’da
gelişen ekonomik düzen, Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu
devletinde varlığını sürdürdü; Osmanlı İmparatorluğu ile
yüksek düzeye ulaştı. Bin yıllık dönem içinde kurulan
devletlerle geliştirilen üretim biçimleri ve dizgeleştirilen
(sistemleştirilen) ekonomik ilişkiler, çağına göre iyi
örgütlenmiş büyük bir gücü ve bu gücü yaratan ileri bir
uygarlığı temsil etti.
Batıdan
başka uygarlık tanımayan kimi “tarihçiler”,
uygarlığa yön veren bu büyük gelişmeyi gerçek boyutuyla ya
görmezden geldiler ya da bu gelişmeyi Türklere değil, onları
etkilediğini ileri sürdükleri Bizans’a bağladılar. Oysa
Selçuklu ve Osmanlı devletlerinin kurulup sıradışı bir gelişim
yaşadığı dönemlerde Batı insanı, despot yönetimler altında,
yağmalar
ve çatışmalarla
dolu üretimsiz ve yoksul bir yaşam sürüyordu.
Orta
Asya’dan gelen Selçuklu ve Osmanlıların gerçekleştirdiği
ekonomik-sosyal gelişim, dışardan aldıkları bilgilere değil,
Orta
Asya’dan
getirip geliştirdikleri kendilerine ait birikime dayanır; esas olan
bu birikimdir. Her iki devlet de, kimi “tarihçinin”
bilimle çelişen savlarında ileri sürdüğü gibi; Anadolu’ya
“üç-beş
yüz çadırla”
gelen ve “çok
geri bir tarihsel aşamada”
olan barbarlar tarafından kurulmadı.1
Batıda bu tür savlar ileri sürülmüştür. Ancak, bilimden ve
gerçeklerden kopmadan, böyle bir savı ileri sürebilmek, kuşkusuz
olanaklı değildir.
11.
ve 13.yüzyıllarda Orta
Asya’dan
Anadolu’ya yönelen ve hemen tümünü Oğuz Boyunun oluşturduğu
iki büyük göç
olayı yaşandı. Selçuklu ve Osmanlı devletlerinin kuruluşuna
kaynaklık eden bu göçler son göçlerdi ve Anadolu’nun
Türkleşmesi gibi tarihsel önemi olan bir olayın tamamlayıcısıydı.
Konuyla
ilgili, bilimsel nitelikli hemen tüm araştırma ve inceleme, sonuç
olarak şunu ortaya koyuyordu: Türkler; ekonomik, toplumsal ve
tarihsel tüm toplumsal birikimlerini koruyup geliştirmiş,
kültürlerini yerel kültürlerle varsıllaştırmış
(zenginleştirmiş) ve burada yaşayan insanlara, güce
başvurmadan bu kültürü kabul ettirmiştir.
Köprülü
ve Avcıoğlu
Osmanlı
Devleti ve toplumsal yapısı üzerine yaptığı çalışmalarıyla
ünlü Prof.Fuat
Köprülü,
bin yıllık Orta-Asya-Selçuklu-Osmanlı sürecini en iyi inceleyen
tarihçilerden biridir. Bizans
Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri
adlı yapıtında, Osmanlı-Bizans ilişkilerini ele almış ve
“Osmanlı
Devleti’nin, kurumlarını İstanbul’un fethinden sonra
Bizans’tan aldığını”
ileri süren görüşlere, kanıt ve belge göstererek karşı
çıkmıştır.
Köprülü
söz konusu yapıtta; “Osmanlı
tarihinin, Anadolu beylikleri ve Selçuklular’la birlikte genel
Türk tarihinin çerçevesi içinde”
ele alınması gerektiğini, bu yapıldığında, “şimdiye
kadar karanlıkta kalan birçok noktanın anlaşılması imkânının
ortaya çıkacağını”
ileri sürer ve bu konuda başarılı olunması için “Türk
tarihinin en eski devirlerine kadar inilmesi gerektiğini” söyler.
Ona göre; “İslamiyet’ten
önceki ve sonraki Türk devletlerinin hemen hiç incelenmemiş
olması”,
Türkler’in yaşatmakta olduğu geleneklerin “bilim
dünyasınca bilinmemesine yol açmış” tır.
Oysa, “İslamiyet’ten
önceki dönemin birçok kalıntısı Türkler arasında yaşamış”
ve bu kalıntılar, “İslami
bir cila altında eski niteliğini korumuştur.”2
Doğan
Avcıoğlu,
Türklerin
Tarihi
adlı yapıtında; Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluklarının hangi
yaklaşım ve anlayışla incelenmesi gerektiğini ve bu devletlerin
kökenlerinin nereye dayandığı konusunu ele alırken benzer
görüşler ileri sürer.
Orta
Asya’dan
gelen birikimin Anadolu’daki gelişimle birlikte incelenmesi
gerektiğini ileri süren Avcıoğlu
şunları söyler: “Tarihsel
evrim yasaları çerçevesinde, Selçuklu ve Osmanlı toplum
düzeninin biçimlenişi ve evrimini anlayabilmek için; hem
İran-Arap-Bizans karışımı İslam toplumsal yapısını, hem de
bu yapı üzerine oturan Orta Asya Türk-Moğol yapısını, evrimi
içinde birlikte incelemek gerekir. Bu nedenle tarihimizi,
Anadolu’daki köklerinden de, Orta Asya’daki köklerinden de
‘koparma olanağı’ kanımızca yoktur.”3
Geleneğe
Bağlılık
Büyük
Selçuklu İmparatorluğu, 8-13.yüzyıl Doğu Aydınlanması’nın
geliştiği topraklar üzerinde ve 11.yüzyılın ilk yarısında
kuruldu. İmparatorluğa biçim veren; yönetim yapılanması, ordu
örgütlenmesi, ekonomi, hukuk ve bunların tümünü oluşturan
kültür, belirgin biçimde, Orta Asya’dan gelen birikime
dayanıyordu.
Göktürkler
ve Uygurlar’dan sonra, ilk Müslüman Türk Devletleri olan
Samanoğulları
ve Gazneliler,
Karahanlılar
döneminde gerçekleştirilen ekonomik-sosyal ilerleme, Selçuklular
döneminde de sürdü, güçlü bir ekonomi ve buna uygun, güçlü
bir devlet yapısı ortaya çıktı.
Devlet
yönetiminde temel yöneliş merkeziyetçiliktir ancak bu yöneliş,
değişik büyüklükteki yönetim bölgeleri aracılığıyla
gerçekleştirilir. Hun
ve
Göktürkler’de
olduğu gibi, özellikle sınır bölgelerinde, vergi toplamaya
yetkili, merkeze bağlı yönetim birimleri oluşturulmuştur.
Selçuklular’da
başlayan, Osmanlılar’da yüksek nitelik kazanan ikta
(hizmete karşılık belirli süreler için bırakılan kamu
topraklarının kullanımı hakkı)
ve tımar
(devlet çalışanlarına görevleri karşılığı verilen gelir ya
da gelir kaynağı)
düzeninin ön uygulamaları, Hun
ve Göktürk
dönemlerinde yapılmıştı.
Fethedilen
toprakların kullanımının, iyelik (mülkiyet) hakkı saklı
tutulmak koşuluyla yurtluk
olarak göçebe boylara verilmesi, eski bir Orta
Asya
geleneğiydi.4
Eski
Türkler’de devleti korumayı temel görev sayan ve savaşlarda
yararlılık gösteren cengaverlere
verilen alp
ünvanı Selçuklu ve Osmanlılar’da boyutu genişletilerek ve gâzi
sözcüğü eklenerek kullanılmıştır. Alp
gaziler,
eski Türklerde olduğu gibi Osmanlılar’da da; özellikle uç
beyliklerinde,
tehlike durumunda tüm ülkede, devleti koruyan atılgan savaşçılar
olarak örgütlenmişlerdir.5
Alp
gazilerden
ayrı olarak, benzer amaç taşıyan, kardeş
yiğitler (ahîyetüf-fityan)
adı verilen ahî
örgütleri,
Anadolu
bacıları (bâcıyân-ı Rûm)
adı verilen savaşçı kadın örgütleri, Horasan
erenleri,
Anadolu
abdalları
v.b. kökleri hep Orta-Asya’ya giden, Selçuklu ve Osmanlı’da
varlığını etkili biçimde sürdüren sivil birliklerdi.6
Toprak
Sorunu
Ekonomik
etkinliğin ağırlıklı olarak tarıma dayandığı toplumlarda,
toprak sorununu çözmek, güç ve karmaşık bir iştir, deneyime
dayalı gelişkinlik ve ileri bir kamusal anlayışı gerekli kılar.
Eski
Türk topluluklarında toprak, boy ya da kavmin ortak malıydı.
Ancak, koşulları devletçe belirlenen kimi durumlarda, kişilere
özel iyelik ya da kullanım hakları veriliyordu. Bu haklar,
devletle yapılan sözleşmeler (Bıçgas)
ya da törenle yapılan ve söz vermeye dayanan yükümlenmelerle
(ant)
güvence altına alınıyor, insanlar sahibi oldukları ya da
işlettikleri topraklarda, özel girişimci olarak tarım ve
madencilik yapıyordu.7
Selçuklular’ın
Orta
Asya’dan
alıp İslam hukukuyla birleştirerek geliştirdiği ve daha sonra
Osmanlılara devrettiği toprak düzeni özgündür ve sürekli
gelişen bir bütünlüğe sahiptir. Bu düzen, dönem ve yöreye
göre değişen yoğunluklarla dış etkiye açık olmuş ancak
özgünlüğünü hiçbir dönemde yitirmemiştir; etkilenmekten
çok etkilemiştir.
Sorunun
Çözümü
Selçuklular
geliştirdikleri toprak düzeniyle, Orta
Çağ
toplumlarının tümünün temelini oluşturan toprak sorununu,
çağdaşlarından çok daha ileri biçimde çözdüler, onlara örnek
oldular. Kurdukları devlet ve bu devletin dayandığı
ekonomik-siyasi
düzen, Orta
Çağ
toplumları içinde en gelişkin olanıydı.
Fuat
Köprülü,
bunu söyle anlatır; “13.yüzyıl
Anadolu Türk toplumu, sosyal işbölümü düzeyi ve ekonomik
gelişme bakımından, aşağı Orta-Asya toplumlarının en çok
ilerlemiş olanlarından biridir. Bu toplumun siyasi ifadesi olan
Anadolu Selçuklu Devleti de, düzgün ve güçlü kurumları olan
merkezi bir devlettir ki, 11.yüzyılda Çin Türkistanı’ndan
Marmara kıyılarına ve Kafkaslar’dan Basra Körfezine kadar
egemen olan Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun siyasi ve idari
geleneklerini sürdürmüşlerdir.”8
İkta,
Dirlik ve Fief
Selçuklular’da
ikta,
Osmanlılar’da dirlik
ya da tımar,
Batı
feodalizminde fief
adını alan toprak düzeni, başka biçim ve özelliklerle, hemen
tüm Orta
Çağ
toplumlarında yaşanmıştır. Para ekonomisinin geri, ulaşım ve
güvenlik işleyişinin yetersiz olduğu feodal
federatif imparatorluklarda;
vergiyi nakit olarak toplayıp merkeze aktarmak, ordu ve bürokrasiye
merkezden aylık göndermek, bunların güvenliğini sağlamak güç
ve çekinceli (riskli) bir işti.
Bu
sorunu aşmak için, büyüklükleri değişen toprak parçaları,
merkezi yönetime yakın ve onun buyruğunda çalışan asker ya da
sivil görevlilere veriliyor, karşılığında hizmet ya da toplanan
vergiden belirli bir pay alınıyordu; ikta,
dirlik
ya da fiefin
özü buydu.
Genel
işleyişteki benzerliklere karşın, uygulamada kullanılan yöntem
ve yönelişlerde, Selçuklular’daki ikta
ya da Osmanlılar’daki dirlik
ile Batı fiefi
ya da Arap-Abbasi iktası
arasında, amaç ve işleyiş bakımından önemli ayrımlar vardı.
Türk sisteminde, ikta
örgütlenmesini belirleyen Orta Asya gelenekleri korunmuş ve ikta
sahibine (mukta)
toprak ya da üzerinde yaşayan insanlar üzerinde kullanım
ayrıcalığı tanınmamıştı; ayrıcalık yalnızca vergiyle
sınırlı tutulmuştu.9
Abbasiler’de
ikta
miktarları eylemsel olarak denetlenmesi olanaklı olmayacak denli
büyüktü.10
Batı fiefinde
ise toprak, üzerinde
yaşayan insanlarla (serfler)
birlikte ve onlar da kullanılacak mal gibi kabul edilerek veriliyor,
fiefin
özel iyeliğe dönüşmesini engelleyecek bir önlem alınmıyordu.
Bu
durum fief
alan soyluların güçlendikleri oranda merkezi yönetimden
uzaklaşmalarına ve giderek özerk yönetim birimleri
oluşturmalarına yol açıyordu.11
Fiefin
yapısında var olan serfe
yönelik şiddet unsuru, iyelik hırsı ve merkezi devletten ayrılma
eğilimi, Türk iktasında
bulunmayan niteliklerdi.
Osmanlı
Dirliği
Osmanlılar,
Selçuklular’ın geliştirip uyguladığı ikta
düzenine,
dirlik
adını vererek; daha kapsamlı, daha yaygın ve iyi işleyen bir
uygulamaya dönüştürdü. Osmanlılar ayakta kalabilmek için bu
dönüşümü, üstelik çok sağlam biçimde yapmak zorundaydı.
Küçük
bir beyliğin sıradışı bir hızla büyüyerek, Anadolu dışında
her zaman azınlıkta kalan bir nüfusla varlığını sürdürmesi;
kesin olarak, her yönüyle güçlü bir devlet kurmakla olanaklıydı.
Toprak düzeni yani dirlik,
bu devletin bir parçası üstelik en önemli parçasıydı.
Değişik
kültürlerden çok sayıda topluluğu merkezi bir devlet yapısı
içinde yönetebilmek, bu yönetimin kalıcılığını sağlamak ve
sürekli geliştirmek ancak ve kesinlikle yüksek düzeyde bir
örgütlenmeyi gerekli kılıyordu. Bu birikim Oğuzların küçük
bir boyundan gelen Osmanlılar’ın tarihsel geçmişinde yeterince
bulunuyordu.
Topral
Düzeni
Osmanlılar
yeni bir ülke fethettiğinde, bu ülkenin herşeyden önce;
işlenebilir
toprak miktarını,
ürün
türlerini,
getiri
düzeyini,
üzerinde
yaşayan nüfusu
ve aile
(hane)
sayısını
saptıyor, bunları kayda geçiriyordu. Daha sonra belirli bir tasar
(plan) içinde; dirlik’lerin
niceliği (miktarı) ve iyeliği belirleniyor, iskana
ve imara
açılacak yeni yerler saptanıyor, buralara Anadolu’dan getirilip
yerleştirilecek Türk nüfusun sayı ve niteliğine karar
veriliyordu.
Şenlendirme
adı verilen bu eylemde, getirilen nüfus göçer Türkmen ise;
onlara, tarım yapan yerleşik köylüler durumuna gelmeleri için
ücretsiz öküz, tarım araçları ve tohumluk dağıtılıyordu.12
İşlenebilir
durumdaki topraklar, değeri
ve büyüklüğü
değişen
parçalara (tımar)
ayrılıp bu topraklar, askeri görev karşılığı; eyalet
süvarisi,
topraklı
süvari
ya da toprak
eri
gibi adlar verilen sipahilere
ömür boyu kullanmak üzere veriliyordu.
Tımardan
daha büyük ve daha değerli olan toprak birimleri ise zeamet
ve haslardı
ve daha yüksek görevlilere dağıtılırdı. Tımar,
zeamet
ve
hasların
oluşturduğu toprak düzeninin tümü, Osmanlı devletinin ünlü
dirlik
düzenini oluşturuyordu. Devletten dirlik
alan görevliler, kendilerine ayrılan topraklarda yaşayan
köylülerden vergi toplar; buna karşılık, savaş
(sefer)
durumunda, sayısı kullandığı toprağın büyüklüğüne göre
değişen silahlı
askeri (cebel),
merkezin buyruğuna gönderirdi.
Özgün
Çözüm
Osmanlı
dirlik
düzeni, toprak sorununu ordu ile ilişkilendirerek, başka
toplumlarda örneği görülmeyen bir başarıyla çözmüştür.
Olgun dönemine 15-16. yüzyıllarda ulaşan bu düzen, eyaletlerin
yönetimi ve ordunun büyük bölümünün örgütlenmesi bakımından
Osmanlı devletinin temelini oluşturuyordu. Yalnızca Avrupa
feodalizmindeki “fief”
den
ya da Bizans’ın asker-toprak ilişkisini düzenleyen “pronoia”dan
değil, Araplar’ın “kat’ia”
sından,
Sırplar’ın “bastina”sından
ve başka Orta
Çağ
toplumlarındaki toprak düzenlerinden ayrımlıydı. Amaç, anlayış
ve içerik olarak belirgin bir özgünlüğü vardı.
Osmanlı
İmparatorluğu’nun yönetim düzenini Bizans’ın basit bir
süreği (devamı) gibi göstermeye çalışan anlayışlar,
savlarını sözcük kökenleriyle kanıtlamaya çalışır ve
tımarın
Grekçe timarion
sözcüğünden geldiğini ileri sürerler.
Oysa,
timarion
sözcüğünün geçtiği Bizans belgelerinin tümü, Selçuklu ve
Osmanlılar’ın Bizans topraklarında egemenlik kurduğu döneme
aittir. Bu nedenle, tımar
sözcüğünün timarion’dan
değil, tam tersi timarionun
tımardan
gelmesi gerekir. Sözcüğün kaynağı, Farsça’da bakım,
iyileştirme
anlamına da kullanılan timardır.
Bu sözcük Farsça’da askeri
ikta
anlamında kullanılmamıştı.13
Ancak Osmanlılar tımar
diyerek sözcüğe böyle bir anlam yüklemişlerdi.
Osmanlı
dirlik
düzeninin Bizans ya da başka uygarlıklarla ilişkisi, başka
birçok konuda olduğu gibi, etkileme
yanı ağır basan bir karşılıklı
etkileşim
sorunudur. Yabancı bir kültürü ve onun kurumlarını alarak
kimliğini koruyabilen bir toplum tarihte görülmemiştir. Toprak
düzeninin, toplumun temelini oluşturduğu Orta
Çağ’da,
böyle bir sonuç asla olanaklı değildi. Bunun somut göstergesi,
Anadolu’nun Türkleşmesidir.
Osmanlı
Tımarı
Osmanlı
tımarında,
dirlik
sahiplerinin iyelik hakları yoktu. Mirî
adıyla dirlik
için ayrılan toprakların sahibi (rakabesi)
her zaman devletti.
Hassa
çiftlikleri
dışında dirlik
sahiplerinin, toprağı bizzat işleme hakları bulunmazdı. Dirlik
sahipleri,
toprağı vergi ödeyen halka
(reaya)
vermek ve onlar aracılığıyla işletmek zorundaydı.
Reayanın
(yönetime
katılmayan, askeri sınıf dışında kalan, geçimini tarım ve
tecimle (ticaretle) sağlayan kesim),
eğer birlikte yaşıyorsa çocukları ve kardeşleri, dirlik
sahibi sipahi
beyinin
defterine kayıtlıydı. Sipahi
beyi,
toprağı, defterinde kayıtlı olan bu insanlar arasında
paylaştırır, tarımı onlara yaptırırdı. Reayanın
toprağa kavuşturulması, reaya
açısından yasaya bağlanmış bir hak,
tımar
sahibi açısından ise bir yükümlülüktü.
Tımar
sahipleri, denenmiş ve sınanmış, devlete bağlı, güvenilir
insanlardı. Dışardan bir kişiye tımar
verilmesi yasaktı ve bir yabancının dolaylı da olsa bu işleyişin
içine girebilmesi olanaklı değildi.
Hak
ve Sorumluluk
Toprağı
işleyecek olan reaya,
“bir
çift öküzün işleyebileceği”
büyüklükte olan ve çift
diye anılan (çiftlik sözcüğü buradan gelir) toprağı, belirli
bir bedel karşılığı tımar
sahibinden kiralardı. Kiralama işlemi, reaya
ile tımar
sahibinin karşılıklı hak ve sorumluluklarını belirleyen bir
sözleşmeye bağlanır ve taraflar sözleşme koşullarına
titizlikle uyardı.
Reaya,
sözleşme koşullarına uymayacak olursa, tapu
resmi
adı verilen kira
bedeli
yanar ve toprak elinden alınırdı. Buna karşın, tımarlı
sipahi
de reayaya
angarya koyamaz; ondan yağ, odun, kömür, arpa, ot, yem gibi kabul
edilmesi yasak olan armağanlar
alamazdı.14
Reayanın
toprağı işleme hakkı, babadan oğula geçerdi ancak bu hak
satılamaz, bağışlanamaz ya da vakfedilemezdi. Toprağı
dilediği gibi kullanmak,
bakımsız
bırakmak,
dilediği
ürünü ekmek
ya da izinsiz
ayrılmak
söz konusu olamazdı. Toprağı
dinlendirmek (nadas)
gibi zorunluluklar ya da uygun özürler olmaksızın, toprağın
işlenmesi uzun süre ertelenemezdi; üç yıl işlenmeyen toprak
reayanın
elinden alınırdı.
Vergilendirme
Üretici
reaya,
iki tür vergi öderdi. Çift
akçesi
adı verilen ve ürüne bağlı olmayan geleneksel sabit vergi (örfî
vergi) götürü olarak ödenir, ürün azlığı ya da fazlalığı
bu vergiyi değiştirmezdi.
Ürün
miktarına bağlı olan ve onda
bir’le
onda
beş
arasında değişen oranlarla ödenen Öşür
ise değişken miktarlı bir vergiydi. Bu iki ana vergiden başka
tımar
reayası,
toplumun diğer kesimlerinin de ödediği; evli
olmayanlar vergisi (resm-i mücerret),
evlenme
vergisi (resm-i arus),
hayvan
vergisi (resm-i ağnam),
otlak
vergisi (resm-i otlak)
gibi vergiler öderdi.15
DİPNOTLAR
- “Bozkurt Efsaneleri ve Gerçek” D.Perinçek, Kaynak Yay. 4.Bas.-1997, sf.62
- “Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri” Fuat Köprülü, Kaynak Yay., 3.Basım-2002, sf.28, 30 ve 32
- “Türklerin Tarihi” Doğan Avcıoğlu, 1.Cilt, Tekin Yay.-1996, sf.87
- “Bozkurt Efsaneleri ve Gerçek” D.Perinçek, Kaynak Yay. 4.Bas.-1997, sf.62
- “Inscriptions de I’Orkhon” W.Thomsen, Helsingfors 1896; ak. Prof.M. Fuat Köprülü “Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu” Ötüken Yay.-1981, sf.146
- “Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu” M.Fuat Köprülü, Ötüken Yay.-1981, sf.152-158
- “Tarih I-Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri” Kaynak Yay., 4.Bas., sf.46-66
- “Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu” Prof. M.Fuat Köprülü, Ötüken Yay.-1981, sf.120
- “L’evolution de l’iqta” C.Cohen, ak. Stefanos Yerasimos “Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye” Belge Yay., 7.Basım, 3.Cilt, sf.133
- “Osmanlı Devleti Teşkilatına Medhal” İ. H. Uzunçaşılı, ak. a.g.e. sf.132
- Ana Britannica, Ana Yayıncılık A.Ş. 12.Cilt, sf.95
- “Türkiye Selçukluları Hakkında Resmi Vesikalar” D.Turan, Ank. 1958; ak. S.Yerasimos “Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye” Belge Yay., 7.Bas.-2000, Birinci Cilt, sf.151
- Ana Britannica, Ana Yayıncılık A.Ş., 30.Cilt, sf.25
- “Asya Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu” Sencer Divitcioğlu, İst. Üniv. Yay., İst.-1967, sf.46 ve 83 ak. Prof.Suat Aksoy “Türkiye’de Toprak Meselesi” Gerçek Yay., İkinci Baskı-1971, sf.27-31-32
- “Türkiye’de Toprak Meselesi” Gerçek Yay., İkinci Bas.– 1971, sf.24-29
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder