Bir
düşünceyi ve yarattığı etkiyi, savunarak
yok etme
tutumu, belki de en yaygın biçimiyle Atatürk’e
karşı kullanılmış, Atatürk’ün
düşünce ve eylemi, uyuşması olanaksız karşıt politikalar
içinde, üstelik kendi adı kullanılarak ustaca uygulamadan
kaldırılmıştır. Atatürk;
“yüzünü
Batıya döndüren kararlı bir Batılılaşmacıdır”,
“Türkiye’ye
Batıyı hedef gösteren önderdir”
ya da “Avrupa
Birliği Atatürkçü politikanın zorunlu bir sonucudur”
gibi sözlere yansıyan anlayış, bu amaca yönelik girişimlerdir.
Atatürk’ün
eylem ve düşüncesiyle hiçbir ilişkisi olmayan siyasi amaçlı bu
tür sözleri, “Atatürkçü”
olan ve olmayan geniş bir kesim dile getirmiştir. Onun adı ve
saygınlığı, kendi karşıtı politikalar için, yoğun biçimde
kullanılmıştır.
Söylenenler
Devlet
politikasına dönüştürülerek yarım yüzyıldır kullanılan bir
söylem, son dönemde toplumun değişik kesimlerinde, üstelik yoğun
biçimde yinelenmeye başlandı. Avrupa Birliği ya da ABD
aracılığıyla Batıya bağlanmanın öncülüğünü yapanlar,
kendilerine hiçbir sınır koymadan ve hiçbir kanıta dayanmadan;
Atatürk’ün,
“Avrupa
Birliği oluşumunu amaçlayan bir lider”,
“ileri
bir reformcu”,
hatta “akıllı
bir tanzimatçı”
olduğunu ileri sürdüler; Atatürk’e,
Batıcı olduğu için övücü sözler yönelttiler.
Bunlara
göre Atatürk;
“yüzünü
Batıya döndüren kararlı bir Batılılaşmacı”
ve “Türkiye’ye
Batıyı hedef gösteren önderdir”;
“Avrupa
Birliği Atatürkçü politikanın zorunlu bir sonucudur”.
Devlet yetkilileri, politikacılar ve iş çevreleri bunları
söylüyor, gazete ve televizyonlarda, “Türkiye’yi
Avrupa ile bütünleştirecek güç 1919 ruhudur”,
“Gümrük
Birliği’yle hayat standardımız yükselecek, mallar ucuzlayacak,
bunu yüce Atatürk’e borçluyuz”
biçiminde ‘yorumlar’
yapılıyordu.
Atatürk’ün
eylem ve düşüncesiyle hiçbir ilişkisi olmayan siyasi amaçlı bu
tür sözleri, Atatürkçü olan ve olmayan geniş bir kesim dile
getirdi, onun adı ve saygınlığı, kendi karşıtı politikalar
için, yoğun biçimde kullanıldı. Yazılı ve görsel basında
kullanılan en yaygın yöntem, çağdaşlıkla Batıcılığı aynı
anlamda kullanarak Atatürk’ü
Batıcı gibi göstermekti.
Gerçeklere,
tarihe ve Atatürk’e
saygısız bu tür yazı ve yorumlar, dizgeli (sistemli) bir yaymaca
(propaganda) durumuna getiriliyor, sürekli yineleniyordu. Sabah
Gazetesi’nin
17 Aralık 2004 günkü yayını, bu tutumun sınır tanımazlığını
gösteren örneklerden biriydi. Gazete, Avrupa
Birliği Brüksel Doruğu’nda
Türkiye’yle “üyelik
müzakerelerine başlama”
kararı alındığı 17 Aralık’ta, Atatürk’ü
Avrupa
Parlamentosu’nda
konuşuyor gösteren bir düzenlemeyle çıktı. Baş sayfanın
tümünü kaplayan düzenlemede, onun TBMM’de konuşurken çekilmiş
bir resmi, oturum halindeki Avrupa
Parlamentosu’na
kurgulanmış ve Atatürk
Avrupalı parlamenterlere konuşuyormuş gibi büyük puntolarla;
“efendiler,
biz 81 yıl önce söylediklerimizi söyledik. Çağdaşlaşma
yolunda ne yaptıysak kendimiz için yaptık. Bundan sonra da
bildiğimiz yolda ilerleyeceğiz”
yazılmıştı.1
Atatürk’ten Söz Eden Önce Onu Öğrenmelidir
Türkiye’de
Atatürkçülüğe karşıtlık, onun ölümüyle başlayan ve
Batıyla dolaysız ilişkisi olan bir süreçtir. Yetmişbeş yıllık
bu sürecin kaçınılmaz sonucu, Atatükçülüğün devlet
politikasından çıkarılmış olmasıdır. Bir düşünceyi ve
yarattığı etkiyi, savunarak
yok etme
tutumu, belki de en yaygın biçimiyle Atatürk’e
karşı kullanılmış, Atatürk’ün
düşünce ve eylemi, uyuşması olanaksız karşıt politikalar
içinde, üstelik kendi adı kullanılarak ustaca uygulamadan
kaldırılmıştır.
Türkiye’de
karşı-devrimin devleti ele geçirme girişimiyle Atatürkçülüğün
uygulamadan kaldırılması, birbiri içinden çıkan ve birbirini
etkileyen ikili bir süreçtir. Devlet ele geçirildikçe
Atatürkçülük güç yitirmiş, Atatürkçülük güç yitirdikçe
devlet ele geçirilmiştir.
Atatürk
ve Atatürkçülüğe yönelen ve yaymacaya (propagandaya)
dönüştürülen karşıtçı tutum, dışarda hazırlanan, içerde
destek bulan boyuneğici (teslimiyetçi) siyasetin doğal
sonuçlarıdır. Varlığı ve gücü dış desteğe bağlı
işbirlikçiler, çıkarlarını koruyup geliştirmek için, halka ve
ulusa zarar veren bir yol izlemişler; yalana ve yanlışa dayanan bu
yolda, Türk halkı üzerindeki saygınlığı yüksek olan Atatürk’ü
amaçları yönünde kullanmışlardır. Uzun bir dönemi kapsayan ve
yaygın bu tutum; devlet olanakları, medya gücü, eğitimsizlik ve
yaratılan kavram kargaşasıyla birleşince, ortaya altından
kalkılması güç düşünsel bir bozulma çıkmıştır.
Atatürk
ve Batı
Atatürk,
Batının Türkiye’ye ve Türklere karşı bakışını tarihsel
boyutuyla incelemiş vardığı sonucu açık biçimde ve birçok kez
açıklamıştır. Ona göre, Avrupalıların Türklere bakışı,
kökleri eskiye giden, etkisi bugün de süren, düşmanlığa
dayalı, yaygın ve kalıcı bir karşıtlığı içerir. Siyasi
çatışmanın sınırlarını aşan toplumsal ayrımlar, yaşam
biçiminin belirlediği insan ilişkilerine, geleneklere, düşünce
biçimine dek uzanır; ayrılıklar yalnızca siyasal değil tarihsel
ve kültüreldir.
Atatürk,
görüşlerini yerli yabancı herkese açık ve anlaşılır bir
söylemle açıklamıştır. Açıklamalarda kullanacağı sözcükleri
özenle seçmiş, diplomasi kaygılarıyla gerçeği örten ya da
gölgeleyen ortalama yaklaşımlara yer vermemiştir. Konuşmalarında,
inceleme ve araştırmalarında çok titiz ve özenliydi. Yanlış
anlaşılmaya yol açmamak için sözcük seçimine büyük önem
verir ve düşüncesini açık biçimde ortaya koyardı. Bu onun
genel tutumuydu.
27
Eylül 1923’te Neue
Freie Preese
muhabirinin, “Avrupa’da,
Türkiye’de Avrupa’ya ve Batılılığa karşı düşmanlık
bulunduğu düşüncesi vardır; Batılılaşma yandaşlığı ya da
karşıtlığı konusunda ne düşünüyorsunuz”
sorusuna şu yanıtı vermişti: “Yüzyıllardan
beri düşmanlarımız, Avrupa milletleri arasında, Türklere karşı
kin ve düşmanlık düşüncesi aşılamışlardır. Batı
anlayışına
yerleşmiş olan
bu düşünceler, hâlâ herşeyde ve bütün olaylarda varlığını
sürdüren, özel bir anlayış oluşturmuştur... Bizi alt aşamada
olmaya mahkum bir millet olarak kabul etmekle yetinmeyip Batı,
çöküşümüzü hızlandırmak için ne gerekiyorsa yapmıştır.
Batı ve Doğu anlayışlarında birbiriyle uyuşmayan iki ayrı ilke
sözkonusu olduğunda, bu önemli ayrılığın kaynağını bulmak
için, Avrupa’ya bakılmalıdır. Avrupa’da, her zaman mücadele
ettiğimiz bu anlayış vardır.”2
İzmir
Konuşması
Kurtuluş
Savaşı’ndan hemen sonra, 2 Şubat 1923’te, İzmir’de halkla
yedi saat süren bir söyleşi yaptı. Eskişehir ve İzmit
toplantılarından on beş gün sonra yaptığı ve pek çok konuda
görüş açıkladığı söyleşide, Türk-Batı ilişkilerini
tarihsel boyutuyla bir kez daha ele aldı, uyarıcı açıklamalar
yaptı; “Doğu
sorunu denilen
şeyden doğrudan doğruya anlaşılması gereken, Osmanlı
Devleti’nin yıkılması, tarihten coğrafyadan silinmesi için
Batının duyduğu şiddetli arzudur. Batı, öyle bir anlayış
oluşturmuştur ki,
Osmanlı Devleti’ni yıkmakla bu devleti oluşturan asal unsurun
(Türklük) da kendiliğinden yıkılacağını sanıyordu. Tabii ki
çok esaslı biçimde aldandılar. Birincide başarılı oldu Osmanlı
Devleti’ni yıktı ve tarihe geçirdi. Ancak ikinci de başarılı
olamadı, olamaz ve olamayacaktır”
dedi.3
Batıda
yaygın olan Türk düşmanlığının kökleri eskiye giden tarihsel
bir sorun, gelenek durumuna gelen bir anlayış olduğunu,
yanılgılarla dolu bu “gafil”
(gerçeklerden habersiz) anlayışın değişmesinin kolay olmadığını
ve olmayacağını söyledi.
Türk
düşmanlığının, “bugünkü
Avrupa diplomatlarının dimağında hasıl olmuş bir görüş
noktası” değil,
beyinlere “bundan
çok önce ve çok önceki zamanlarda yerleşen”,
bugüne “veraset
yoluyla gelen bir zihniyet”
olduğunu açıkladı ve şunları söyledi: “Türk
unsurunu, devletler kuran, büyük imparatorluklar yaratan güçlü
ve zengin Türk milletini, ne olursa olsun
(behemehal)
yok etme konusundaki
var olan görüş, Batıda çok derindir... Bu görüş, adeta
babadan oğula kalıtım yoluyla geçen bir anlayış, bir
alışkanlık, bir gelenek olmuştur. Bu nedenle, Batının bu
alışkanlığından
vazgeçerek
soyaçekimle gelen anlayışını değiştirmesi, itiraf etmek
gerekir ki, kolay olmamıştır ve olmayacaktır.”4
“En
Alçak Duygular”
Aynı
konuşmada, Batının yaşanmakta olan gerçeği görmediğini ve
görmek istemediğini; “petrolünü
almak için”
Musul’u işgal eden İngilizlerin, “dünyanın
en alçak duygularını”
taşımaktan vazgeçmediklerini söyledi ve şu açıklamayı yaptı.
“Batı hâlâ bir
gerçeği görmek ve itiraf etmek istemiyor. Osmanlı İmparatorluğu
yok oldu ama yerine yeni bir Türk devleti gözler önüne çıktı.
Öyle bir Türkiye ki özünde gizli
(aslında mahfuz) yeniliği
ile inancıyla, kararlılığı ve gücüyle meydana çıkmıştır
ve bu gücün bütün nitelikleriyle şimdiye kadar kendine kıyıcılık
(zulüm) eden, soygunculuk yapan (gadreden) ve susanlara karşı
öcünü almak için kullanacaktır... Bu öç, zalimlerin zulmunü
yıkıncaya kadar vicdanından çıkarmayacaktır. Zulüm duygusu
oldukça, öç duygusu devam edecektir.”5
Anti-Emperyalizm:
“Bir Yaşam Sorunu”
Atatürk,
Batının ne yapmak istediğini ve isteklerinin Türkiye için ne
anlama geldiğini her boyutuyla incelemişti. Bu nedenle, ölene dek
onunla bağımlılık doğuracak herhangi bir ilişki kurmadı,
bağlayıcı anlaşmalar yapmadı. Türkiye’nin yürüteceği iç
ve dış siyaseti, tutarlılığı olan ulusal bir izlence (program)
durumuna getirerek, anlaşılır bir yalınlıkla açıkladı.
İçerde
halkın gönenç ve mutluluğunu, dışarda ulusal çıkarların
korunmasını esas alıyor, devlet politikası haline getirdiği bu
yönelişi, “halkı
emperyalizm ve kapitalizm tahakküm ve zulmünden kurtarmayı hayat
ve gelecek için tek amaç bilmek”
biçiminde tanımlıyordu.6
İlkeleri
belli, amacı netti. “Bizim
açık ve uygulanabilir gördüğümüz siyasi yöntem ulusal
siyasettir... Ulusumuzun; güçlü, mutlu ve sağlam bir düzende
yaşayabilmesi için, devletin bütünüyle ulusal bir siyaset
gütmesi ve bu siyasetin iç örgütlerimize tam uyumlu ve dayalı
olması gereklidir”
diyor7,
ulusal varlığı yok etmeye yönelen Batı emperyalizmine karşı
savaşımı, Türkiye için “bir
yaşam sorunu”
olarak görüyordu.8
Batıdan
Uzak Durmak
Görevi
gereği yurtdışına gidenlerle, özellikle büyükelçi olarak
atanan diplomatlarla kesinlikle görüşür, onlara, Batının niteliği
ve izlenecek yol konusunda uyarıcı açıklamalar yapardı.
Uyarıların temelinde, Batıya karşı dikkatli olmak, ulusal onuru
her koşulda korumak ve Türkiye’nin bağımsızlığına zarar
verecek söz ve davranışlardan kaçınmak vardı.
İkinci
Dünya Savaşı’nın yaklaştığı hastalık günlerinde, öğüt
ve uyarılarını sürdürmüştü. Başbakan Celal
Bayar’a
“Türkiye
tarafsız kalmalıdır, herhangi bir ittifak içine girmemelidir”
derken9,
büyükelçiliğe atanan Numan
Menemencioğlu
ve Faik
Zihni Aktur’a
“Amerika
ve diğer Avrupa devleriyle olan siyasetimizi belirlerken çok
dikkatli olmalı ve ilişkilerimizi mesafeli yürütmeye özen
göstermeliyiz”
demişti.10
Batılı
büyük devletlerle uzun yıllar savaşmış, onların önceliklerini,
yönelişlerini, güç ve güçsüzlüklerini incelemişti. Savaştan
sonra geçmişe dayalı bir düşmanlık politikası gütmedi,
Batıyla iyi ilişkiler geliştirmeye özen gösterdi ancak “araya
mesafe koymayı”
asla gözardı etmedi. Gelişmiş ülke politikalarının, ezilen
uluslara örnek olan Türkiye’nin amaç ve yönelişine uygun
olmadığını biliyor, büyük devletlerle bağlaşma (ittifak)
anlaşmaları yapmıyordu.
Ona
göre, bağlaşmalar eşit koşullarda ve benzer yönelişte olanlar
arasında yapılmalı, taraflar arasında belirli bir güç dengesi
olmalıydı. Atatürk,
emperyalist devletlerle yapılacak bağlaşmaların, güçlünün
yönlendirmesi altına girme anlamına geleceğini; bu durumun, hem
bağlaşma yapılan devletle çelişkisi olan devletlerin, hem de
emperyalist politikanın hedefi olan ezilen ulusların tepkisini
çekeceğini söylüyordu.
“Batıyla
Uyuşma Türkiye’nin Köleleşmesidir”
Ezilen
ulusların kurtuluş yolunu gösteren Atatürk’le
varlığı ulusların sömürülmesine bağlı olan Batı
emperyalizmi arasında yapısal bir karşıtlık vardır ve bu
gerçeği en iyi kuşkusuz o biliyordu. Değişik çıkarlara ve
ayrımlı önceliklere sahip Batıyla birlikte olmak ya da birlikte
davranmak, Türkiye’nin ne geçmişiyle ne de amaçladığı
gelecekle örtüşüyordu. Açıkça dile getirdiği ve bugün
yaşandığı gibi, “Batıyla
uyuşma Türkiye’nin kaçınılmaz olarak köleleştirilmesi”nden
başka bir sonuç vermeyecekti.
Batıda,
“Türkiye
amacına asla ulaşamayacak, Kemalist rejim mutlaka çökecektir”11
biçiminde anlatılan genel tutum; “asi
general”
“diktatör”
ya da “barbar”
gibi yakıştırmalarla kişiliğini de içine alacak biçimde
yayılıyor, bin yıllık haçlı anlayışı yeni açılım ve
taktiklerle Batının Türkiye politikası durumuna geliyordu.
O
ise, bu tür düzeysiz sözleri önemsemiyor, desteğini aldığı
Türk halkıyla birlikte doğru bildiği yolda, bağımsızlık ve
özgürlük yolunda yürüyordu. Düşmanca tutumlara ve karalama
amaçlı saldırılara, başardığı eylem ve yürüttüğü
politikayla yanıt veriyordu. Giriştiği işin gerçek boyutunu,
dünyaya yaptığı etkiyi, Türkiye’nin yöneldiği amaçları,
yalın biçimde ortaya koyuyor ve çok açık konuşuyordu.
Türkiye’nin her yönden sarılıp işgal edildiği 1920’de, “biz
yaşamını, bağımsızlığını kurtarmak için çalışan
emekçileriz; biz hakkımızı korumak, bağımsızlığımızı
güven altına almak için; milletçe, Meclisçe, bizi yok etmek
isteyen emperyalizme ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı
savaşı uygun gören insanlarız”12
derken;
1921
yılında, silah gereksiniminin üst düzeye çıktığı savaş
günlerinde, “İlkbahara
kadar üç ay içinde bu silahları elde edemezsek, diplomasi
kanallarıyla bir çözüm yolu aramak zorunda kalacağız. Bunu arzu
etmiyorum. Biliyorum ki Batı ile uyuşma Türkiye’nin kaçınılmaz
olarak köleleştirilmesi anlamına gelecektir”13
diyordu.
Mandacılar
Günümüzde
sıkça dile getirilen “Batılılaşmak”,
“Batıyla
bütünleşmek”,
“Avrupa
gibi olmak”,
“AB
kriterlerine (ölçüt) ulaşmak”
gibi görüşler, Türkiye’yi dışa bağlamanın aracı durumuna
getiren boyuneğici anlayışlardır; bunlar Atatürk’ten
çok uzak kavramlardır.
Kurtuluş
Savaşı’na girişirken ortaya çıkan manda ve mandacılığın
sözünü bile duymak istemiyordu. Bu sözcükler geçtiğinde
öfkeleniyor, İngiliz ya da Amerikan korumasını isteyenleri;
“ahmaklık,
gaflet ve budalalıkla”
suçlayarak14
şunları söylüyordu: “Ahmaklar!
Amerikan mandasına İngiliz koruyuculuğuna bırakmakla ülke
kurtulacak sanıyorlar. Kendi rahatlarını sağlamak için bütün
bir vatanı ve tarih boyunca sürüp gelen Türk bağımsızlığını
feda ediyorlar. Oh ne âlâ. Mücadele yerine mandayı kabul edeceğiz
ve rahata kavuşacağız. Bu ne gaflet, ne körlük, ne budalalık.”15
“Özüne
Dönmek”
Atatürk,
“Batılılaşma”,
“Batıyla bütünleşme”, “Batılı gibi olmak”
gibi sözcüklerle ileri sürülen düşüncelere en ufak bir
yakınlık duymadığı gibi, bu tür anlayışlarla yaşamı boyunca
mücadele etmiştir. Türk kimliğini ve toplumsal özelliklerini
koruyan, kendi gücüne ve kendi değerlerine dayanan ve tam
bağımsızlığı ilke edinen; bir anlayışı vardır.
29
Ekim 1930’da, Ankara Türk Ocağı’nda yaptığı açıklama,
Atatürk’ün
Batıya ve Batılılaşmaya bakışını gösteren çarpıcı bir
örnektir. Amerikan Associated
Press
bildirmeni (muhabiri) Miss
Ring’in
“Türkiye
ne zaman Batılılaşacak”
sorusuna, “Türkiye
maymun değildir. Hiçbir milleti taklit etmeyecektir. Türkiye ne
Amerikanlaşacak
ne de Batılılaşacaktır. Türkiye yalnızca özüne dönecektir”
yanıtını vermişti.16
Atatürk,
özdeğerleri koruyarak kalkınıp güçlenmek ve ileri bir uygarlık
düzeyine ulaşmak ile “Avrupa’yı
taklit etmek”, “Avrupalılaşmak”
ya da “Avrupalı
olmak”
gibi boyuneğici davranışlar arasına, net ve ayırıcı bir çizgi
çizmiştir. 6 Mart 1922 günü TBMM’nde şunları söylemişti:
“Durumu
düzeltmek için mutlaka Avrupa’dan öğüt almak, bütün işleri
Avrupa’nın emellerine göre yürütmek, bütün dersleri
Avrupa’dan almak gibi bir takım düşünceler belirdi. Oysa hangi
bağımsızlık vardır ki, yabancıların öğütleriyle,
yabancıların planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir olay
kaydetmemiştir.”17
Atatürk
Batıya Karşı “Mazlum Doğunun” Yanındadır
Batıyla
birlikte olmayı, onunla bütünleşmeyi tek seçenek görenler,
Türkiye’nin başka yönelişler içine girmesini doğal olarak
istemezler. Söz ve davranışlara yansıyan bu eğilim, Batı
dışındaki tüm ülkelere, özellikle de Türkiye’nin parçası
olduğu Doğuya karşı olmayı genel bir tutum, bir politika haline
getirmiştir.
“Atatürk
Türkiye’ye Batıyı hedef göstermiştir”,
“Atatürk
Batılılaşmayı amaç bilir”
gibi söylemlerle yürütülen tek yanlı yaymaca, sürekli biçimde
“Doğunun
geriliğinden”,
“demokrasi
yoksunluğundan”,
“çağdaşlığa
kapalı oluşundan”
vb. söz eder. Nedensiz olmayan ve genel bir tutum durumuna getirilen
bu bilinçli davranış, Türkiye’yi Batıya bağlamayı amaçlayan,
bu nedenle Batı dışındaki dış siyaset seçeneklerini yok etmeye
yönelen bir boyuneğme politikasıdır.
Atatürk’ün
ölümünden beri uygulanan bu politikanın yarattığı bilinç
yetersizliği o denli yaygındır ki, tam bağımsızlık ve özgürlük
simgesi olan Atatürk,
bağımlılığın, ekonomik ve siyasi tutsaklığın aracı olarak
kullanılabilmektedir. Üstelik bunların önemli bölümü,
Atatürk’ün
kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nde yönetici konumuna gelen
kişilerdir. Batı yanlısı politikanın, ulusal bellekte yaptığı
bozulma, bu denli ağır ve yıkıcıdır.
Atatürk’ün
emperyalizmin baskı ve sömürüsü altındaki yoksul ülkelere
bakışı, her konuda olduğu gibi, son derece açık, içten ve
somuttur. Bu ülkelere, baskı ve sömürüden kurtulup
özgürlüklerine kavuşmaları için ne yapmaları gerektiğini, her
şeyden önce, gerçekleştirdiği eylemle göstermiştir. Bunun
dışında, yazarak ya da söyleyerek pek çok uyarı ve öneride
bulunmuş ezilen ulusları, emperyalizme ve sömürgeciliğe, yani
Batıya karşı mücadeleye çağırmıştır.
Türk
Devrimi’nin bu ülkelerde yaptığı ve yapacağı etkiyi biliyor,
Türkiye’nin ezilen ulusların öncüsü durumuna geldiğini
söylüyordu: “Biz,
Batı emperyalizmine karşı yalnızca kendi kurtuluşumuzu sağlamak
ve bağımsızlığımızı korumakla yetinmiyoruz. Bunu yaparken
aynı zamanda, Batının bilinen güç ve araçlarıyla Türk
milletini kendi emperyalist politikalarına alet etme isteğine de
engel oluyoruz; bunu yaparken bütün insanlığa hizmet ettiğimize
inanıyoruz.”18
Emperyalizme
Duyduğu Nefret
Her
yönüyle incelediği emperyalizmin insanlığa verdiği zararı
biliyor, ondan nefret ediyordu. Başında bulunduğu bağımsızlık
deviniminin (hareketinin) evrensel boyutunu, ezilen uluslara yaptığı
etkiyi ve bu etkinin Batı
emperyalizmi
için taşıdığı önemi, açık ve anlaşılır sözlerle ortaya
koyuyor; Türk ulusunun emperyalizme karşı savaşımının
(mücadelesinin) “bütün
dünya uluslarının kurtuluşuna”
yol açacak “büyük,
ağır ve şerefli bir iş”
olduğunu söylüyordu.
15
Temmuz 1920 tarihli Hakimiyeti
Milliye
gazetesine yazdığı başyazıda; bağımsızlık ve özgürlük
düşüncesinin ezilen dünyada büyük bir güç yarattığını,
“emperyalizmin
asker istilasının”
yerini alan bu gücün, “gönülden
gönüle”
dolaşarak “en
sağlam kalelere”
girdiğini, “cepheler,
dağlar, denizler aşarak”
sürekli büyüdüğünü, yürüdüğü yolda önüne çıkanı
“ezip
geçtiğini”,
kendine özgü biçemiyle (üslubuyla) açıklıyordu.19
“Dünya
Devrimi”
Hakimiyeti
Milliye’de
yayımlanan 15 Temmuz 1920 yazısı, Anadolu’da kıt olanaklarla
çıkarılan küçük bir gazetenin baş yazısı olma niteliğini
aşıyor ve emperyalizme karşı evrensel boyutlu bir bildiriye
(manifestoya) dönüşüyordu.
Atatürk
Türk halkını “ayaklanmaya”
çağırdığı bu yazıda, gerçeği yansıtan devrimci
düşüncelerini açıklıyor,
Anadolu’daki anti-emperyalist direnişin uluslararası niteliğini
ortaya koyarak şunları söylüyordu: “İstiyoruz
ki yeryüzünde zulüm kalmasın, uluslar arasındaki düşmanlıklar
kalksın. Dünyaya hakim olan kapitalizm illeti, bir daha kalkmamak
üzere uyusun... İşte bugün içinde bulunduğumuz mücadelenin
bizce tek anlamı. Biz bu amaçla harekete geçtik. Bağımsızlığımız
ve varlığımız için emperyalizme karşı hayat ve dünya
devrimi
uğrunda, zulümden kurtulmuş yeni bir döneme doğru yürüyoruz.
Giriştiğimiz iş; büyük, ağır ve o oranda şerefli ve şanlıdır.
Görüyoruz ki kendimizi kurtarmak için uğraşmak demek, bütün
dünya uluslarının kurtuluşunun milyonlarca
cephesi
arasında çalışmak demektir. Yapılan iş, henüz başlanmış
olan iş, o kadar büyüktür ki, bunun karşısında ruhların
yüksek bir heyecanla titrememesi mümkün değildir. Çünkü bizim
kurtuluşumuz dünyanın kurtuluşu demektir. Ve bütün dünya şu
uğursuz emperyalizm zulmünden kurtulmadıkça, bizim için hayat ve
rahat ihtimali düşünülemez...”20
Emperyalizmle
çatışmanın ne demek olduğunu, ne tür çekinceler (tehlikeler)
içerdiğini kuşkusuz biliyordu. Son derece gerçekçi, bir o kadar
da yürekliydi. Olaylara istekler ya da duygularla değil, eldeki
olanaklar ve somut verilerle yaklaşıyor, maddi temeli olmayan
savlara, gösterişli ereklere (hedeflere) asla yönelmiyordu.
İçinde
bulunduğu dünya koşullarını ve büyük devlet politikalarını
incelemiş, emperyalizmin yenilebileceğini görmüştü. Ulusların
gönenç ve mutluluğunu yok eden ve insanlığın gelişimi önündeki
en büyük engel saydığı emperyalizme karşı çıkmayı bir
insanlık görevi sayıyordu. Bu yaklaşımı duygu düzeyinde
bırakmıyor ve büyük başarıyla uygulanabilir bağımsızlık
izlencelerine dönüştürüyordu.
Emperyalizme
karşı savaşımın, emperyalizm dünya üzerinde yok edilinceye dek
süreceğini, bu nedenle bağımsızlığın elde edilmesiyle sınırlı
olmadığını söylüyor, başarılan savaşımın hiçbir zaman
unutulmamasını istiyordu.
Emperyalizmle
uzlaşmayı, “insanlık
özelliklerini yitirmek”
olarak niteliyordu. Açık konuşuyor ve söylediklerini kesinlikle
yapıyordu. Ulusların varlığına yönelen düşmanca girişimlere
karşı Türkiye’nin alacağı tutumu, dünyaya şu sözlerle
açıklamıştı: “Ulusların
belleğinde öç duygusu olmalı. Bu sıradan bir öç değil;
yaşamına, rahatına zenginliğine düşman olanların yarattığı
zararları yok etmeye yönelen bir öçtür. Bütün dünya
bilmelidir ki karşımızda böyle bir düşman oldukça, onu
bağışlamak elimizden gelmez ve gelmeyecektir. Düşmana acıma,
acizlik ve zayıflıktır. Bu, insanlık göstermek değil, insanlık
özelliklerinin sona ermesidir”21;
“bizim öcümüz zalimlerin zulmüne karşıdır. Onların zulüm
duygusu ölmedikçe bizde de öç ölmeyecektir.”22
Doğu-Batı
Ayrımı
“Zalimlerin
zulmü” tanımıyla
dile getirdiği saldırgan güç, savaşım verdiği “Batı
emperyalizmidir”.
Sömürü ve çıkar gözüdoymazlığıyla (hırsıyla) dünyaya
yayılan ve amacına ulaşmak için hiçbir sınır tanımayan
Batının; dünyaya ve insanlığa bakışını, Doğu Batı
ilişkilerinin niteliğini ve Batıyı ele alış biçimini, ortaya
koyuyordu.
2
Şubat 1923’te İzmir’de yaptığı konuşmada; dünyanın,
“bağımsızlığını
kavrayan Doğu” ile
“hırslarını
tatmin için çalışan”
Batı olarak ikiye ayrıldığını ve Doğuya karşı “baskı
ve zulüm”
uygulayan Batıyı “lânetle”
andığını söylüyordu: “İstilacı
ve saldırgan devletler, yerküresini kendilerinin malı, insanlığı
kendi hırslarını tatmin için çalışmaya mahkum esirler
saymaktadırlar. Dünya iki zümreye ayrılmaktadır. Birisi Doğudur
ki, Doğu kendi gücünü, bağımsızlığını kavramıştır; bu
bilinçle el ele vermiştir. Diğeri ise (batı
y.n.), sırf kendi
hırslarını tatmin için çalışan zümredir. Bunların amacı
zulüm ve baskı olduğu için, onları lanetle anmakta kendimizi
haklı görüyoruz.”23
“Çılgın
Saldırı”
Atatürk,
Batıda yaygın olan ve yeğinliği (şiddeti) arttırılarak
saldırgan bir politikaya dönüştürülen Türk düşmanlığının,
Kurtuluş Savaşı’yla birlikte “çılgınca
bir saldırıya”
dönüştüğünü açıklıyor; saldırı nedeni olarak Türkiye’nin
yürüttüğü savaşımla ezilen uluslara örnek olmasını
gösteriyordu. 4 Ocak 1922’de şöyle söylüyordu: “Türkiye’nin
büyük devletlerin ve uydularının gizli ya da açık, çılgınca
saldırılarına
hedef olmasının nedeni bütün mazlum sömürge uluslarına örnek
olacakları kurtuluş yolunu göstermiş olmasıdır.”24
Doğu-Batı
çatışmasında Türkiye’nin işlevinin önem ve özelliğini açık
biçimde ortaya koyuyor, gurur ve mutluluk verici bulduğu bu işlevi
şöyle açıklıyordu: “Bana
göre, Türkiye, Batı ve Doğu Dünyasının sınırdaki coğrafi
konumuyla ilginç bir rol oynuyor. Bu rol, bir yanı ile yararlıyken
diğer yandan tehlikelidir. Batı emperyalizminin Doğuya yayılmasını
durdurduğumuz için, Türkiye’yi öncü olarak gören bütün Doğu
halklarının sevgisini kazanmış bulunuyoruz. Diğer yandan bu
durum bizim için tehlikelidir. Çünkü Doğuya yönelen
saldırıların bütün ağırlığı öncelikle bizim üzerimizde
yoğunlaşmış bulunuyor. Türk halkı bu konumuyla gurur duymakta
ve Doğuya karşı bu görevi yerine getirmekten mutlu olmaktadır.”25
DİPNOTLAR
- Sabah, 17.12.2004
- “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III”, Atatürk Araş.Mer., III.Cilt, 5.Basım, sf. 87-88
- “Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev, Demeç, Yazışma ve Söyleşileri” Sadi Borak Kaynak Yay., 2.Baskı, İst.-1997, sf.198
- a.g.e. sf.198
- a.g.e. sf.197-198
- “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit., 3.Bas., İst.-1984, sf.339
- Nutuk, II.Cilt, TTK, 4.Baskı, Ank.-1999, sf.587
- “Milli Kurtuluş Tarihi” D.Avcıoğlu, 2.Cilt, İst.-1974, sf.846
- “Milli Kurtuluş Tarihi” D.Avcıoğlu, III.Cilt, İst.Mat., İst.-1974, sf.1477
- “AB Tartışmaları ve Atatürk’ten Bir Anı” Dündar Soyer, Cumhuriyet, 16.06.2002
- “Oltadaki Balık Türkiye” Emin Değer, Çınar Yay., sf.182
- “Milli Kurtuluş Tarihi” D.Avcıoğlu, 2.Cilt, sf.731
- “Milli Kurtuluş Tarihi”, D.Avcıoğlu, İst..Mat. 1974, 2.Cilt, sf.846
- “Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber” Mahzar Müfit Kansu, 1.Cilt, TTK Yay., 3.Bas., Ank.-1999, sf.96
- “Milli Kurtuluş Tarihi”, D.Avcıoğlu, 1.Cilt, İst.Mat. 1974, sf.365
- “Türkiye; 29 Ekim 1930, Türkiye; Mart 2002” Turgay Tüfekçi, Orkun Dergisi, Mart 2002, Sayı 49, sf.4
- Gazete Müdafaa-i Hukuk, Prof.Çetin Yetkin, 15.12.2000, Sayı 31
- Emin Değer Müdafaa-i Hukuk Dergisi, 30.07.2000, Sayı 24, sf.4
- “Kurtuluş Savaşı’nın İdeolojisi-Hakimiyeti Milliye Yazıları” Kaynak Yay., 2.Baskı, İst.-2004, sf.77
- a.g.e. sf.76
- “Milli Kurtuluş Tarihi”, D.Avcıoğlu, 3.Cilt, İst. 1974, sf.1731
- a.g.e. 3.Cilt, sf.1732
- “Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev, Demeç, yazışma ve Söyleyişleri” Kaynak Yay., sf.144
- “Atatürk’ün Bütün Eserleri” 12.Cilt, Kaynak Yay., İst.-2003, sf.210
- Aydınlık 17.10.1999, sf.16
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder