Hıristiyanlığın
2 bin yıllık tarihi, bir bütün olarak ele alındığında,
yüzlerce mezhebe karşın, genel çizgileriyle üç tür
Hıristiyanlıkla karşılaşılır: İlk
Çağ Hıristiyanlığı,
Orta
Çağ Hıristiyanlığı
ve Yeni
Çağ Hıristiyanlığı.
Hıristiyan inancı, ekonomik-toplumsal düzenle ilgili olan bu
dönemler içinde, birbiriyle çelişen anlayışlar, ayrımlı
yapılanmalar ve değişik uygulamalar ortaya çıkarmıştır.
Denilebilir ki, İsa’dan
günümüze, üç
tür Hıristiyanlık
yaşamıştır. Köleci,
Feodal
ve Kapitalist
üretim ilişkilerine denk gelen üç tür Hıristiyanlık...
Varsıllığın kınanarak “yoksullukta
eşitliğin”
önerildiği ilk dönemde, “Cennet’ten
tapu satılıp”
dünyevi çıkar için “din
savaşları”
yapıldığı Orta Çağ döneminde ya da “toplumsal
eşitsizliğin karşı çıkılmaması gereken bir Tanrı düzeni”
olduğu söylenen Yeni Çağ Hıristiyanlığında, çıkış noktası
sürekli özdekselliktir (maddiyattır). Başlangıçta yasaklanan
faiz,
Orta Çağ’da üstü örtülerek kullanılmış, Yeni Çağ’da
kutsanarak düzenin temeline yerleştirilmiştir... Günümüz
misyonerliği,
sömürgecilikten gelen, temelinde emperyalist amaçların yer aldığı
bir olgudur. Bugün, misyonerlikle
savaşım demek emperyalizmle savaşım demektir; ya da bir başka
söylemle, emperyalizme karşı savaşım vermeden, misyonerliğe
karşı önlem almak
olası değildir... Atatürk
dönemi dışındaki (1923-1938) son 200 yıl içinde Türkiye’de
sürdürülen misyonerlik
çalışmalarının tümü, bölücülük
amacı
üzerine oturtulmuştur. Başka bir amacın varlığı sözkonusu
olamaz. Bölücülük
misyonerliğin
temel ereğidir.
“Din
özgürlüğü”,
“geri
kalmış insanları aydınlatma”,
ya da “hastalara-yoksullara
insani yardım”
gibi söylemler, kuşkusuz gerçeği yansıtmayan yaymaca
sözcükleridir.
Adem
Binici : Sözcük
anlamıyla misyonerlik nedir?
Metin
Aydoğan : Türk Dil
Sözlüğü, misyonerliği, “Hıristiyanlık
dinini yaymakla görevlendirilen kimse” ve
“kendini bir
düşünceye, bir ülküye adayan kişi”
olarak tanımlıyor. Ancak, biliyoruz ki, söyleşimizde sözkonusu
olan, Hıristiyanlığın yayılmasıyla ilgili olarak kullanılan
anlamdır. Türkçe’de misyonerliğin
sözcük karşılığı bulunmuyor çünkü Türklerde, kendi
inancını başkalarına kabul ettirmek gibi, kurumsallaşan özel
bir çaba, bir anlayış yoktur. Türklerin inançlarını yayması,
misyonerlik
olarak tanımlanan özel bir çabaya değil, kültürel gelişkinliğin
çekici kıldığı, bu nedenle özgür seçime dayanan doğal bir
sonuçtur; güce ya da siyasi çıkara dayanmaz.
Sözcüğün
gerçek anlamıyla Hıristiyan
misyonerliği
ve onu yaratan Hıristiyanlık dini, Türk ya da Doğu toplumlarına
göre ayrımlı anlayışların, değişik değer yargılarının
ürünüdür. Hıristiyanlığın 2 bin yıllık tarihi, bir bütün
olarak ele alındığında, yüzlerce mezhebe karşın, genel
çizgileriyle üç tür Hıristiyanlıkla karşılaşılır: İlk
Çağ Hıristiyanlığı,
Orta
Çağ Hıristiyanlığı
ve Yeni
Çağ Hıristiyanlığı.
Hıristiyan inancı, ekonomik-toplumsal düzenle ilgili olan bu
dönemler içinde, birbiriyle çelişen anlayışlar, ayrımlı
yapılanmalar ve değişik uygulamalar ortaya çıkarmıştır.
Denilebilir ki, İsa’dan
günümüze, üç
tür Hıristiyanlık
yaşamıştır. Köleci,
Feodal
ve Kapitalist
üretim ilişkilerine denk gelen üç tür Hıristiyanlık...
İlk
Çağ Hıristiyanlığı,
Roma
köleciliğine
tepkinin oluşturduğu ortaya çıkış dönemidir. Bu dönem o günün
koşullarının doğal sonucu olarak; ‘iyiliğin
egemenliğini’
isteyen, ‘varsılları
kınayan yoksulları öven’,
eşitliği ve barışçılığı öne çıkaran, Hıristiyanlığın
‘saf’
dönemidir. Orta
Çağ Hıristiyanlığı,
ilk dönem söylemleriyle tümden çelişen güç ve varsıllık
dönemidir. Kilisenin
bizzat kendisi; geniş
toprakları olan,
asker
besleyen
ve mahkemeler
kuran
büyük ve baskıcı
bir güçtür.
Bu dönemde din inancı alınıp satılan bir mal durumuna
getirilmiştir. Yeni
Çağ Hıristiyanlığı
ise, öncülüğünü Protestanlık
ve Kalvinizmin
yaptığı kapitalist dönem Hıristiyanlığıdır. Bu dönemde
Kiliseler’in
tümü, sanayi toplumuna ve Avrupa liberalizmine denk düşen, ona
hizmet eden din politikaları yürütmüştür.
Görüldüğü
gibi, Hıristiyanlığın 2 bin yıllık geçmişi içinde,
ekonomik-siyasi düzene bağlı olarak biçim değiştirmiş, ancak,
her dönemde çıkış noktası olarak inanç değil, öyle görünse
de özdeksel (maddi) güç alınmıştır. Varsıllığın kınanarak
“yoksullukta
eşitliğin”
önerildiği ilk dönemde, “Cennet’ten
tapu satılıp”
dünyevi çıkar için “din
savaşları”
yapıldığı Orta Çağ döneminde, ya da “toplumsal
eşitsizliğin karşı çıkılmaması gereken bir Tanrı düzeni”
olduğu söylenen Yeni Çağ Hıristiyanlığında, çıkış noktası
sürekli özdekselliktir (maddiyattır). Başlangıçta yasaklanan
faiz,
Orta Çağ’da üstü örtülerek kullanılmış, Yeni Çağ’da
kutsanarak düzenin temeline yerleştirilmiştir.
Din
inancına özdeksel çıkar girdiğinde, misyonerlik
olarak tanımlanan eylemin devreye girmemesi kaçınılmazdı.
Hıristiyan
Batıda,
ekonomik–siyasal düzenin egemenleri, misyonerliği orduları ya da
tecimsel (ticari) ilişkileri gibi, çıkar için ustaca kullandılar.
Görevli
kıldıkları ya da kişisel olarak gerçekten dine hizmet ettiğini
sanan insanları, çıkar sağlayacağı toplumlara gönderdiler. Bu
yolla ordularının olası girişimleri için ortam hazırladılar.
Misyonerlik
tanımı, bu nedenle, “Hıristiyanlığın
yayılmasıyla”
bütünleşti. Açıkça söyleyebiliriz ki Misyonerlik,
din ya da inançla ilgili bir eylem değil, doğrudan ekonomik
çıkarla ilişkili bir girişimdir. Misyonerliğe
salt din açısından bakıp buna göre önlem almaya kalkılırsa,
yanılgıya düşülmüş olunur. Günümüz misyonerliği,
sömürgecilikten gelen, temelinde emperyalist amaçların yer aldığı
bir olgudur. Bugün, misyonerlikle
savaşım demek emperyalizmle savaşım demektir; ya da bir başka
söylemle, emperyalizme karşı savaşım vermeden, misyonerliğe
karşı
önlem almak olası değildir.
Adem
Binici :
Misyonerlik
yöntemleri nelerdir? (Türkiye’de uygulananlar) Misyoner
faaliyetlere bir sınırlama getirilmesi gerekmiyor mu? Yoksa herkes
inancının gereğini yerine getirsin ya da isteyen istediğine
inansın mı?
Metin Aydoğan :
Türkiye’de uygulanan misyonerlik
yöntemlerini benim burada saymam, günlük gazeteleri (yurtsever
yayın yapan gazeteleri) yinelemek olur. Her gazete okuru ya da,
yaşadığı kentte neler olduğunu biraz izleyen her birey, bu
yöntemleri değişik biçimleriyle görmektedir. Sınırlama
sorunuza ise, sanıyorum yukarıda yanıt vermiş oluyorum. Herhangi
bir kişi eğer, “ben
emperyalizmden yanayım, gelip bizi sömürsün”
diyorsa, misyonerliğe,
elbette bir sınırlama getirmemelidir. “İsteyen
istediğine inansın mı?”
sorusuna olumsuz yanıt vermek, tarih boyunca hiçbir zaman inanç
baskısı yapmamış olan biz Türkler için olası değildir.
Kuşkusuz, isteyen
istediğine inansın.
Ancak, birinci sorunuza verdiğim yanıtta anlatmaya çalıştığım
gibi misyonerlik
inançla değil, sömürgecilikle ilişkili bir sorundur.
Adem
Binici :
Misyonerlik
adı altında Türkiye’de bölücülük yapılıyor mu?
Metin
Aydoğan : Atatürk
dönemi dışındaki (1923-1938) son 200 yıl içinde Türkiye’de
sürdürülen misyonerlik
çalışmalarının tümü, bölücülük
amacı
üzerine oturtulmuştur. Başka bir amacın varlığı sözkonusu
olamaz. Bölücülük
misyonerliğin
temel ereğidir.
“Din
özgürlüğü”,
“geri
kalmış insanları aydınlatma”
ya da “hastalara-yoksullara
insani yardım”
gibi söylemler, kuşkusuz gerçeği yansıtmayan yaymaca
sözcükleridir. Misyonerler,
yurttaşı oldukları ülkenin ve bağlı oldukları merkezlerin
politikalarını yürütürler. Bu da, yapıldığı ülke için
kaçınılmaz olarak, bölücülük
ya da daha geniş bir tanımlamayla kültürel
yozlaşma
ve ekonomik
siyasi çözülme
demektir.
Misyonerlerin
Türkiye’de hangi anlayışla çalıştıklarını ve ne yapmak
istediklerini daha iyi anlamak için, geçmişte yaşanmış olayları
belgelere dayalı olarak aktarmak, okuyucu için daha yararlı
olacağı kanısındayım. Örneğin Genelkurmay Başkanlığının
yayımladığı Türk
İstiklal Harbi
adlı
yapıtta,
bugün
için son derece aydınlatıcı olan bir misyonerlik
belgesi
vardır. Belge, Merzifon Amerikan Misyoner Okulu Direktörü Whit’in
1918’da Amerika’ya gönderdiği bir mektuptur. Mektupta şunlar
yazılıdır: “Hıristiyanlığın
en büyük düşmanı Müslümanlıktır. Müslümanların da en
güçlüsü Türklerdir. Buradaki hükümeti devirmek için, Ermeni
ve Rum dostlarımıza sahip çıkmalıyız. Hıristiyanlık için
Ermeni ve Rum dostlarımız çok kan feda ettiler ve İslam’a karşı
mücadelede öldüler. Unutmayalım ki, kutsal görevimiz sona
erinceye kadar, daha pekçok kan akıtılacaktır.”
Whit’in
bunları yazdığı günlerde, Mustafa
Kemal
Anadolu’da ulusal direniş örgütlemeye çalışıyor, mandacılar
ise, Amerikan koruyuculuğunun (himayesinin) kabul edilmesi için var
güçleriyle çalışıyordu.
Adem
Binici :
Misyonerliğin
asıl
amacı Anadolu’yu Hıristiyanlaştırmak mı?
Metin
Aydoğan :
Misyonerliğin asıl
amacı Anadolu’yu Hıristiyanlaştırmak
değil, Anadolu’nun
jeolojik ve stratejik varsıllığını
ele
geçirmek için
yozlaştırmak
ve
kimliksizleştirmektir.
Hıristiyanlık bu amaç için kullanılan bir araçtır. Burada
artık, sözkonusu olan, ‘din’
değil; siyasi-ekonomik bağımlılığın, inanç karmaşasının ya
da azınlık isteklerinin birleştiği politik bir girişimdir.
Türkiye ve Türkler tümüyle Hıristiyan olsa bile Batı
kapitalizminin Türkiye’ye yönelik sömürgen baskısı
sürecektir. Avrupalı
Hıristiyanlar,
konu ekonomik çıkar olduğunda, birbirlerini boğazlamıyorlar mı?
Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nda, 80 milyon Hıristiyan
diğer Hıristiyanlarca
öldürülmedi mi? Emperyalizm, dini araç olarak kullanır ancak
dine değil çıkara dayanır.
Avrupalıların,
bağlı olarak misyonerlerin, Türkiye’ye ve Türklere bakışını
Alman Profesör Fritz
Neumark
çok açık ve çarpıcı biçimde açıklamıştır. Türkiye’de
de dersler veren bu bilim adamı; “Avrupalı
Türkleri sevmez; sevmesi de mümkün değildir. Türk ve İslam
düşmanlığı Hıristiyanların ve Kilisenin yüzyıllardır
hücrelerine sinmiştir. Avrupalılar, Türkleri Müslüman olduğu
için sevmez ama laiklik şöyle dursun, Türkler Hıristiyan olsa
da, onlara düşman olmaya devam eder”
derken, sorunuza belki de en iyi yanıtı o vermiş oluyor.
Adem
Binici : 21.Yüzyıl
ve gelecek için neler düşünüyorsunuz?
Metin
Aydoğan :
Türkiye’yi çatışmalı bir geleceğin beklediğini düşünüyorum.
Yaşadığımız koşullar 20.yüzyıl başındaki koşullara nitelik
olarak çok benziyor. Mustafa
Kemal Atatürk’ün
ve Türk
Devrimi’nin
değerini bilemedik, kazanımlarını koruyamadık. Ancak, herşeye
karşın, Türk ulusunun ulusal varlığa yönelen saldırılara
kayıtsız kalmayacağına ve direneceğine inanıyorum. Bu,
kaçınılmaz olarak Batıyla çatışma demektir. Ya savaşım verip
ulusal varlığımızı koruyacağız ya da çok yönlü kuşatmadan
kurtulamayıp, yabancı kültürler içinde eriyeceğiz. Turani
kökenli katışıksız Türk olan Bulgarlar birkaç yüz yılda
Hıristiyanlaşıp Slavlaşmadılar mı? Çin’de ne kadar Türk
boyu, kimliğini yitirip Çinlileşti? 534 yıllık Türk kenti
Selanik’i birkaç hafta içinde yitirmedik mi? Çekincenin
(tehlikenin) tarihsel boyutu, ne yazık ki budur.
AB’nin
üyelik kandırmacaları, ABD’nin Büyük
Ortadoğu Projesi,
Türkiye için bir numaralı tehdittir. Bunlar, artık herkesin
görebileceği yakın ve genel çekincelerdir. Sorularınıza konu
olan misyonerlik
(buna patrikhane sorununu da eklemek gerekir) konusu, genel
çekincenin içinde yer alan önemli bir parçadır. Bu parçadan
hareket edip gelecekten söz edeceksem, sözümün etkili olabilmesi
için, yine geçmişten örnek vermem yararlı olacaktır. Bana göre,
en iyi öğretici yaşamın kendisidir. Yaşanmış ve yaşanmakta
olan olaylardan ders almayan, başka hiçbir şeyden ders alamaz.
Misyonerlik
çalışmaları içinde, Kilise yanında; okullar, hastaneler, bakım
yurtları ve çocuk yuvaları... vb. önemli bir yer tutar. Bunlardan
yalnızca eğitim ve okul konusuna değinsek bile, karşımıza
ürkütücü bir görüntü çıkacaktır. Şöyle ki: Gelişmiş
ülkeler, varsıllığına el koyacağı azgelişmiş ülkelerde,
yapacağı çalışmalar için gerekli olan kadroları, o ülkenin
gençlerinden sağlar. Eski ve yaygın bir uygulama olan bu amaç
için, Avrupa liberalizminin anlayışıyla yoğrulmuş insan
yetiştiren okullar açarlar. Bu okullar, Batının sömürgeleri
için geliştirdiği eğitim merkezleridir. Buralarda, başka bir
kültürün çocukları olan gençler, ustalıklı yöntemlerle ve
eğitim adı altında, özdeğerlerinden uzaklaştırılıp
kimliksizleştirilirler.
Bunların büyük çoğunluğu, okullarını bitirdiklerinde,
kendilerini eğitenlerin anlayışı yönünde davranmaya hazır,
zamanla nicelikleri artan kadrolar durumuna gelir. Bunlar artık, ne
tam olarak yerel, ne de tam olarak yabancı unsurdur; ne kendileri
kalırlar, ne de Batılı olurlar; kişiliksiz, yoz bir küme
oluştururlar.
19.yüzyılda
Tanzimat
ve Islahat Fermanları’ndan
sonraki yarım yüzyıl içinde, Türkiye’de yüzlerce misyoner
okulu açıldı. 1914 yılında Türkiye’nin değişik
bölgelerinde, yalnızca Amerikalılar’a ait; 45 konsolosluk, 17
dini misyon ve bunların 200 şubesi ile 60 okulu vardı. Fransız
misyonuna bağlı yalnızca Kapuçinler’in;
Beyrut, Kadıköy, Diyarbakır, Harput, Malatya, Mardin, Mersin ve
Urfa’da toplam 13 okul ve 635 öğrencisi vardı. Dominekenler’in,
Güneydoğu Anadolu Bölgesi, Musul ve Kerkük’te 3 okul, burada
öğretmenlik yapan 10 rahip, 12 Rahibe ve 500 öğrencisi;
Fransiskenler’in;
Suriye, Filistin ve Anadolu’da 23 okul ile 1700 öğrencisi (700’ü
kız); Cizvitler’in;
Anadolu, Suriye ve Beyrut’ta 37 okul ve 6500 öğrencisi; Freres
la doetrine Chetienne
adlı dini örgütün; Trabzon, Erzurum, İzmir ve İstanbul’da 8
okul 1650 öğrencisi; Socurs
Saint-Vincent de Paul ou de la Cgarite
adlı dini örgütün; Trabzon, İzmir, İstanbul, Suriye ve
Filistin’de 7 okul ve 1834 öğrencisi vardı. Bunlara ek olarak
yine Fransızlar’a ait Trappistes,
Carmelittes
Charrisses,
Les
Peres Lazaristes,
Petits
Preres de Marie
ve Dames
do Nazarth
gibi başka yapıların okulları da eklenince ortaya yüksek sayılar
çıkıyordu. Fransız
Çıkarlarını Koruma Komitesi
adlı örgütün, 1912 yılında yaptırdığı bir araştırmaya
göre, Osmanlı topraklarında ve yalnızca Fransız okullarında 22
425 öğrenci okuyordu. O dönemde devlete ait lise (İdadi)
sayısının 15’in altında olduğu düşünülürse, bu sayıların
gerçek boyutu, daha iyi anlaşılacaktır.
Günümüzde,
19.yüzyıldaki tanımıyla misyoner okulu sayısı bu kadar değil.
Şimdi, kültürel yabancılaşmayı sağlayan yeni okul türleri
var. Bir bölümü devlete ait bu okullar, dini eğitim vermiyor ama
yüz yıl öncesinde olduğu gibi, ülkesine yabancılaşan
öğrenciler yetiştiriyor. Devlet okullarının büyük çoğunluğu,
misyoner
okullarını
aratmayan bir eğitim çarpıklığı içindedir ve bu çarpıklık
1938’den günümüze dek gelen uzun bir süreci kapsar. Örneğin,
Atatürk’ün
bizzat ilgilenerek yazdırdığı lise tarih kitabı, ölümünden
bir yıl sonra eğitimden çıkarılmıştır. Devlet okulları artık
bir şey öğretmeyen ya da Batı kültürüyle bozulmuş eğitim
veren okullar durumuna gelmiştir. Dünyanın hiçbir yerinde
görülmeyen ve bir ülkenin kendi dilini yadsıması anlamına
gelen, yabancı dilde eğitim çok yaygındır. Milli eğitim,
Amerikalıların denetimi altındadır.
Adem
Binici :
Fener Rum Patrikhanesi konusunda ne düşünüyorsunuz?
Metin
Aydoğan :
Fener Rum Patrikhanesi, Osmanlının son döneminde, yalnızca din
işlerinde
değil, eğitim ve sağlık gibi temel alanlarda da özel
ayrıcalıklara sahipti. Açtığı ve açtırdığı, çok sayıda
okul, hastane ve vakıf vardı. Avrupa devletleri, Patrikhane’nin
açtığı okulları, ilkokuldan liseye dek, kendi okullarına denk
sayıyor, burayı bitiren Rum gençleri, “Atina
ya da Avrupa üniversitelerine Avrupalı öğrenciler gibi”
kabul ediliyordu. Fener Patrikleri, ülkenin her yerinde diledikleri
kadar kilise açıyor ve bu kiliseleri, Prof.Kruger’in
tanımıyla, “Rum
milliyetçiliğinin birer kalesi”
durumuna getiriyordu. Fener Rum Patrikliği, “yalnızca
manevi bir kurum”
değil, “yetkisini
çok aşan, siyasi ayrıcalıklara sahip”
bir parti gibi çalışıyordu.
İstanbul
işgal altındayken 8 Aralık 1921’de Meletios
adlı bir papaz Patrik yapıldı. Meletios’un
yardımcısı Metropolit Nikola,
“İstanbul
Yunanistan’a”
adıyla yürütülen çalışım (kampanya) için gittiği
İngiltere’de, “Fener
Rum Patrikhanesi, Türk boyunduruğundan artık kurtulduğunu ve
anavatan Yunanistan’a iltihak ettiğini ilan etmektedir”
diyordu. Fener Rum Patrikliğine bağlı, “Osmanlı
Yurttaşı!”
İzmir Metropoliti Hrisostomos,
Yunan ordusu, 15 Mayıs 1919’da İzmir’i işgal edip, Müslüman
kırımı yaparken, kilisede verdiği vaazda, şunları söylüyordu:
“Bugün
sizleri, muhteşem ve ilahi bir törene davet ettik. Bu öyle bir
tören ki, milletler uzun yüzyıllar boyunca, ancak bir kez
gerçekleştirme şansına sahip olabilir. Huşu ve saygıyla
eğiliniz. Tanrı korkusuyla ruhlarınızı eğiniz, ama başınızı
dik tutunuz. Kardeşler beklenen an gelmiştir. Yüzlerce yıllık
arzular yerine gelmektedir. Olağanüstü yıllar yaklaşmıştır.
Irkımızın büyük umudu, anamız Yunanistan’la birleşmek
yolunda, bağrınızı kızgın bir demir gibi yakan ve kavuran o
şiddetli, derin ve yakıcı arzumuz işte bugün, tarihi minnetle
anılması gereken 15 Mayıs günü gerçekleşiyor. Bugünden sonra
büyük vatanımız Yunanistan’ın ayrılmaz bir parçası
oluyoruz.
Yunan
tümenleri, küçük Asya sahillerine çıkmaya başlamıştır.
Yaşasın Helenizm...”
Dün
bunlar yaşanmışken, bugün olanlar herkesin gözü önündeyken,
gelecek için ne düşünebilirim? Değerli okurlarınızla hep
birlikte karar verelim: Ne düşünebiliriz? Samsun’a yeniden
çıkmanın, Kuvayı
Milliye
düşüncesine sarılmanın ya da Müdafaa-i
Hukukları
yeniden kurmanın zamanı gelmedi mi? Hep birlikte böyle düşünürsek,
doğru bir iş yapmış olmaz mıyız?
Adem
Binici : Dinlerarası
Diyalog çağrısını samimi buluyor musunuz?
Metin
Aydoğan :
“Çok
samimi!!”
buluyorum. Türkiye Cumhuriyeti’ni parçalamayı görev edinenler,
Anadolu’daki Türk varlığına son vermek isteyenler için “çok
samimi!”
bir çağrıdır bu. Samimi bir ihanet çağrısıdır.
Adem
Binici : Islahat
Fermanı
ve sonrasını düşünecek olursanız, mevcut AB sürecinde
çıkartılan yasalar (gayrimüslimlere ait mülkiyet, vakıf, okul
açmayla ilgili) bugün ya da ilerde Türkiye açısından ne gibi
olumsuzluklarla karşılaşılabilir?
Metin
Aydoğan :
1856 İslahat
Fermanı
(buna 1838
Türk-İngiliz Ticaret Anlaşması, 1839 Tanzimat Fermanı’nı
da eklemek gerek) ile günümüzdeki AB Katılım
Ortaklığı Belgeleri,
IMF Niyet
Mektupları
arasında, şaşırtıcı bir benzerlik vardır. Tarihin, bu denli
yeniden
yaşanması
üstelik Kurtuluş Savaşı’na ve devrimlere karşın yaşanması,
bana göre ulusal bir üzünçtür (dramdır) ancak ne yazık ki
gerçektir.
Sözünü
ettiğim benzerlikleri ben tüm belgeleriyle kitaplarımda yazdım.
Ancak değerli okurlarınız, artık her evde bulunan ansiklopedilere
bakarlarsa bu günün geçmişle benzerliklerini göreceklerdir.
Burada, kimi özet bilgiler vermekle yetineyim.
Islahat
Fermanı’na
uyum yasası niteliğindeki “Tebaa-i
Ecnebiye’nin Emlakâ Mutasarrıf Olmaları Hakkında Kanun”,
1867 yılında yasalaştı. Yasa’da, “yabancı
devletlerin uyrukları Osmanlı ülkesinin Hicaz bölgesi dışında
kalan her yerinde, devletin uyrukları gibi ve başka bir şarta
bağlı kalmaksızın; şehir ve kasabaların içinde ya da dışındaki
yerler de toprak satın alma ve mülk edinme hakkına sahip
olacaktır”
diyordu. Bu yasayla, Osmanlı Devleti’nin temelini oluşturan
toprak düzeninde değişiklik yapılıyor ve 500 yıllık gelenek
bozuluyordu. Londra’da yayınlanan Times
gazetesi bu yasa için, 12 Şubat 1856 günlü yayınında; “Osmanlı
topraklarında yabancıların toprak satın almaları ve bu yöndeki
tüm engellerin ortadan kaldırılması, büyük sonuçlar doğuracak
diplomatik bir başarıdır. Önümüzde işlenmemiş zengin
topraklar durmaktadır. Batı sanayisi, bu toprağa nüfuz etmeli ve
ona sahip olmalıdır” diyordu.
Batı
sanayisi,
doğrudan ya da aracılarla (Özellikle Yunanistan Rumlarıyla),
Osmanlı topraklarına gerçekten çok iyi nüfuz
ettiler.
Aradan yalnızca 45 yıl geçtiğinde, kimi yerlerde durum şuydu:
İzmir’den, Aydın, Salihli, Akhisar ve Bergama’yı içine alan
varsıl bölge; İstanbul ve çevresi, Çukurova’yı içine alan
verimli topraklar, önemli oranda yabancılarca satın alınmıştı.
Toprak satışlarıyla birlikte Yunanistan’dan yoğun bir insan
göçü yaşandı. Türkiye’de halk yoksul, toprak ucuzdu.
Atina Bankası, Türkiye’de toprak alınması koşuluyla, faizsiz
kredi veriyordu. Alman Profesör K.Kruger’in
verilerine göre 19.yüzyıl sonunda İstanbul ve Batı Anadolu’daki
Rum nüfus, çoğunluğu toprak satışından sonra gelenlerin
oluşturduğu, 500 bin kişiyi aşmıştı. O dönemde 3 milyon
insanın yaşadığı Anadolu’nun Batısı için, büyük bir
miktardı.
Şefik
Aker,
“Aydın
Rum Cidali”
adlı yapıtında, toprak satışına bağlı Rum göçü konusunda
çarpıcı bilgiler verir. Bu bilgilerden birkaçı şöyledir: Kırım
Savaşı
(1853) sırasında Ezine’de hiç Rum yoktur. Önce Yunanistan’dan
gelen üç Rum aile toprak alıp kente yerleşir ve sonra arkası
gelir. “1909
yılında Ezine’de Rum Nüfus 380 haneye”
çıkar. Edremit’te olanlar ayrımlı değildir. 1852 yılında,
her ikisi de birer
Türk zengininin yanında çalışan
yalnızca iki Rum aile vardı. Ancak, 1909 yılına gelindiğinde
Edremit’te “1500
haneden fazla”
Rum aile bulunuyordu. Edremit köylerinde “tek
bir Rum yokken”
özellikle kıyı köylerinde, Rumlar Türkler’e göre çoğunluğu
sağlamıştı. 19.yüzyıl başında 100 bin olan İzmir nüfusunun
yüzde 30’u Rumken, 1910 yılında, 225 binlik kent nüfusunun
yüzde 50’si Rumlardan oluşuyordu.
Verdiğim
bilgiler belgelenebilen bilgilerin örnekleridir. Türk halkının,
Batı etkisine girmeyle başlayan yoksullaşması, yabancılara
toprak satışlarını hızlandıran bir etki yapmış ve sonunda
Osmanlı Devleti dağılmıştı. Toprak alarak Yunanistan’dan
gelen ve nedense “yerli
Rumlar”
adı verilen göçmenleri, Kurtuluş Savaşı sırasında, savunmasız
Türk halkına ölçüsüz şiddet uyguladılar, katliamlar yaptılar.
İşgalci Yunan ordusunun bir bölümünü toprak alarak Türkiye’ye
yerleşen bu göçmenler oluşturdu.
Okuyucu,
yabancılara toprak satışının Türkiye ve Türkler için ne
anlama geldiğini, aktardığım tarihi gerçekler ışığında
değerlendirmeli ve konuyla ilgili kararını yaşanmış bu olayları
gözönüne alarak vermelidir. Benim görüşüm açık ve nettir.
Eğer önlem alınmazsa Osmanlı Devleti’nin başına gelen,
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin de başına gelecektir.
Adem
Binici :
Siyasi İktidarın konuya yaklaşımını nasıl buluyorsunuz?
Metin
Aydoğan :
İzin verirseniz bu soruya, yine yaşanmış, benim söylemimden daha
etkili olacağına inandığım bir alıntıyla yanıt vereyim.
Aktaracağım alıntı, yalnızca misyonerlik
konusuna değil, onunla birlikte, günümüzde yaşananlara ilgi
çekici bir açıklık getirmektedir; Atatürk’ten
sonra Türkiye’nin nasıl yönetildiğini gösteren çarpıcı bir
belgedir.
Osmanlı
İmparatorluğu, ilk dış borcu 1854 yılında almış, aradan
yalnızca 21 yıl geçmişken borçlarını ödeyemez hale gelmişti.
1875 yılında bunu açıklamış, altı yıl sonra da 1881’de
çıkarılan Muharrem
Kararnamesi’yle
borçlar yeniden “yapılandırılmıştı”.
Bu gelişmelerin yaşandığı o dönemlerde (1889) Fransa Maliye
Bakanlığı Müşaviri ve Osmanlı Devleti’nden alacağı olan
devletlerin Hesap Komisyonu Başkanı Daniel
Ducoste
şu saptamayı yapmıştı: “Şimdi
Türkler hızla borçlanmaktadırlar. Ancak 25 yıl sonra Osmanlı
toplumunda borçlanmaya karşı muhalif unsurlar ortaya çıkacaktır.
İşte o zaman alacaklarımız ve gerekse bunların faizleri
tehlikeye düşecektir. Bu nedenle, Osmanlı Devleti’nin maliyesi,
ekonomisi ve servetleri üzerindeki çıkarlarımızı koruyabilecek
Türk yöneticilere ihtiyacımız olacaktır. Ben bu ‘yerli
misyonerlerin’
bizden ve yapacağımız siyasi baskılardan çok daha yararlı
olacağı kanısındayım. Bunlar Türk halkına kendi dilleri, kendi
ikna yöntemleri ile yaklaşma olanaklarına sahiptirler. Bu ‘yerli
misyonerler’
alacaklarımızın bir ya da birkaç yüzyıl teminat unsurlarının
en önemlilerinden biri olacaktır.”
Daniel
Ducoste,
yüzyıl önce herşeyi ortaya koymuş. Şimdi onun söylediklerini
yaşıyoruz. Ortalık “yerli
misyonerler”le
dolu. Kendilerine parti adı veren yapılar, meşruiyetlerini ulusal
varlığın korunmasında değil, Washington ya da Brüksel’de
arayarak yönetime geliyorlar. Biri gidiyor diğeri geliyor ancak
uygulanan politika hiç değişmiyor. Türkiye “çok
partiden oluşan”
adeta bir tür tek parti rejimi yaşıyor. Yabancılar karar veriyor,
“yerli
misyonerler”
uyguluyor. İşin acı yanı, bütün bunlar, bu ülkede Mustafa
Kemal Atatürk
ve Türk Devrimi yaşamışken oluyor.
Adem Binici : Son
olarak ne söylemek isresiniz?
Metin Aydoğan :
Değerli Gazeteniz aracılığıyla tüm okurlarınıza sağlık ve
esenlik dilerim.
Mart-2004
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder