Türkiye’de
geçerli olan siyasi dizge (sistem), söylendiği gibi çok partili
bir düzen değil, gerçekte bir tür tek parti düzenidir. İçişleri
Bakanlığı’na dilekçe veren herkes parti kurabilir ve Türkiye’de
bu biçimde kurulmuş çok sayıda parti vardır. Her partinin adı,
genel merkezi, genel başkanı başkadır. Ancak, bunlardan baraj
geçip Meclis’e girenlerin tümü, hükümet kurduklarında dış
istekleri yerine getirecekler ve IMF, Dünya Bankası ya da AB
izlencelerinden oluşan tek bir politikayı uygulayacaklardır. Bunu
yapmadıklarında hükümette kalamazlar. İç-dış ilişkiler
ağının açık ya da dolaylı desteğiyle bulunduğu yere gelen
parti başkanı, tek
belirleyicidir.
Partinin milletvekili adaylarını o belirler. Bunu yaparken,
kendisini bulunduğu yere getiren güçlerin önceliklerine uygun bir
kadroyu seçer. Böylece yasama gücünü temsil eden
milletvekillerini gerçekte halk değil, parti başkanları, bağlı
olarak iç-dış sermaye kümeleri belirlemiş olur.
Partilerin
Ortaya Çıkışı
Türkiye’de
Partilerin yönetim düzeni içinde yer alıp günümüzdeki konuma
gelmesi, Batıda başlayan ve son iki yüz yılı kapsayan bir süreç
içinde olmuştur. Siyasi partilerin, ortaya çıkışları, gelişip
siyasete yön vermeleri, 19.yüzyıl Batı kapitalizminin
gereksinimlerine ve gelişim isteğine uygun düşer. “Demokrasi”nin
kurulup geliştirilmesi amacıyla değil, sınıf savaşımını
yürütmek için kurulmuşlardır. Batı Avrupa’da çok sert geçen
sınıf çatışmalarının ürünüdürler.
Türkiye
partileri ise, Batıdan ayrımlı olarak, toplumsal düzenin doğal
sonuçları olarak değil, Batıya benzeme isteğinin ürünleri
olarak ortaya çıkmıştır. Genel olarak yapay ve öykünmecidirler.
Bu nedenle, genel bir özellik olarak, Türk toplumun gelişme
isteklerine, gereksinimlerine yanıt verememişlerdir. Ne
öykündükleri Batı partileri gibi olabilmişler ne de halk içinde
güven duyulan bir güç olmuşlardır.
Türkiye’nin
Özgünlüğü
Türk
toplumu, Batıdan çok ayrımlı bir tarihe ve geleneklere sahiptir.
Her alanda var olan özgün yapısı, özellikle katılımcılığa
dayanan yönetim
biçimi
belirgindir.
Türkler,
bozulma ve güçsüzlük dönemleri dışında, genellikle toplumun
tümünü kapsayan bir katılımcılık ve dayanışma ilişkisi
içinde olmuşlar, bu ilişkiyi yönetim düzenine
yansıtabilmişlerdir. Türk tarihine ve geleneklerine uyum gösteren
siyasi örgütlenmeler başarılı olmuş, başka toplumlara benzeme
çabaları Türk halkı tarafından hiçbir dönemde kabul
görmemiştir.
20.yüzyıl
başında gerçekleştirilen Müdafaa-i
Hukuk
örgütleri,
Birinci
Meclis
ve 1930 CHP’si, halkla
bütünleşen,
özünü
koruyarak gelişmeye ve
katılımcılığa
dayalı,
yenileşmeci
örgütlerdir. Bu nedenle başarılı olmuşlardır.
Öykünme
Türkiye
siyasi partileri, genel bir özellik olarak, kitleleri yeterince
örgütleyememiş; parti çalışmaları, halktan kopuk, dar
kümelenmelerin etkinliği olarak kalmıştır.
Cumhuriyet’ten
önce ülkedeki parti etkinliklerinin hemen tümü, yalnızca
İstanbul ve Selanik çevresinde toplanmış, özellikle Anadolu
halkıyla herhangi bir bağ kurulmamıştır. 1919-1938 arası, halk
örgütlenmesinin yaşanmış tek başarılı dönemidir.
1945
sonrasındaki çok
partililik
ise, denetim altında tutulan, halka kapalı öykünmeci
bir
parlamentoculuk
ve siyasi yabancılaşma dönemidir. Batıya bağlanırken halktan
uzaklaşmayı, bağlı olarak siyasi çözülmeyi getiren bu dönem,
üstelik yoğunlaşarak bugün de sürmektedir.
Yaşanan
siyasi çözülme ve yabancılaşma o denli yoğundur ki, Türkiye’de
yönetime gelmek isteyen partiler artık, genel başkanlarını
Washington ya da Brüksel’e yollamak ve Batıya kendilerini kabul
ettirmek zorundadırlar. Partiler, meşruiyetlerini Türk ulusunun
varlığında ve Kurtuluş Savaşı’nda değil, Batı merkezlerinde
aramaktadırlar.
Para
ve Siyaset
Türkiye’de
siyaset artık, parası olmayan insanlar için yapılması olanaksız
bir eylemdir. Küresel güçlerle bütünleşen büyük sermaye,
akçalı (mali) ilişkiler ve basın gücüyle siyasete tümüyle
egemen olmuş; ulusal devlet, önemli oranda, kendisini yok edecek
dış bağlantılı kadroların eline geçmiştir.
Bu
durum akçalı ve siyasi güç sahiplerine, üzerinde özgürce
hareket edebilecekleri geniş bir alan yaratmaktadır. Küresel güç,
işbirlikçi sermaye ve politikacı ekseninde sağlanan birliktelik,
yoksul ve örgütsüz kılınan halkın politikadan uzak tutulmasını
sağlamıştır. Politikanın işlevi, artık, halkın ve ulusun
çıkarlarının savunulması değil, çıkar elde etme amacıyla
küresel güçlerle kurulan yakınlık ve onlara
verilen hizmettir. Burada söz konusu olan, siyasi
demokrasinin bilinen işleyişi değil, paranın egemenliğidir.
Dışa
Bağlılık
Türkiye’de
geçerli olan siyasi dizge, söylendiği gibi çok partili bir düzen
değil, gerçekte bir tür tek parti düzenidir. İçişleri
Bakanlığı’na dilekçe veren herkes parti kurabilir ve Türkiye’de
kurulmuş çok sayıda parti vardır. Her partinin adı, genel
merkezi, genel başkanı başkadır. Ancak, bunlardan baraj
geçip Meclis’e girenlerin tümü, hükümet kurduklarında dış
istekleri yerine getirecekler ve IMF, Dünya Bankası ya da AB
programlarından oluşan tek bir politikayı uygulayacaklardır. Bunu
yapmadıklarında hükümette kalamazlar.
Ekonomiyi
ve iletişim gücünü ele geçiren uluslararası sermaye,
işbirlikçileri aracılığıyla siyaseti denetim altına almış,
partiler üzerinde kesin bir egemenlik kurmuştur. Parti
yöneticilerinin pek çoğu, elde edilmiş elemanlar
ya da küresel güçlere karşı direnemeyecek yetersiz kişilerdir.
Bu nedenle; parti izlencelerinde (programlarında), seçim
bildirgelerinde ne yazılırsa yazılsın, seçim meydanlarında ne
söylenirse söylensin, yönetime geldiklerinde dışarda belirlenen
izlenceleri uygulayacaklardır. Partiler artık, ülkenin ve halkın
sorunlarını çözmenin değil, yönetimdeki bozulmanın araçları
durumuna gelmiştir.
“Çok
Partili” Tek Parti Düzeni
Türk
halkı, her çeşit partiyi denemiş ve her dört ya da beş yılda
bir önüne koyulan sandığa oy atarak bunları sırayla yönetime
getirmiştir. Son yirmi yıl içinde ANAP, SHP, DYP, CHP, RP, MHP,
DSP ve AKP; hükümetlerde yer almış ve tümü aynı politikayı
uygulayarak, halkın sorunlarını gidermek yerine daha da
ağırlaştırmıştır.
Bu
durum gerçekte, son yirmi yılla sınırlı da değildir. 1919-1938
dönemi dışında, Tanzimat’tan
günümüze dek, Türkiye’de sürekli olarak Batı yanlısı
politikalar uygulanmıştır. 19. yüzyıl sonundaki Prens
Sabahattin’in
ademimerkeziyetçiliği
ile AKP’nin Kamu
Reformu Yasası
arasında niteliksel bir ayrım yoktur. 20.yüzyıl başındaki
Hürriyet
ve İtilaf’ın
liberalizmiyle, bugünkü Gümrük
Birliği
uygulamaları aynıdır. Dünün Osmancılığı
bugün
barış
süreci olmuştur.
Yaşananların
kaçınılmaz sonucu, ülke sorunlarının sürekli artmasıdır. Bu
tür politikalar Osmanlı İmparatorluğu dağıttı. Bugün Türkiye
Cumhuriyeti çekince altındadır. Siyasi ve ekonomik sorunlar,
giderek çözümü güç ulusal sorunlar durumuna geliyor. Siyasi
partiler ve yöneticileri artık, halkın saygı duymadığı, çıkar
peşinde koşan, güvenilmez kişilerdir. Toplum katında, sevgi ve
güvene dayalı bir saygınlıkları yoktur.
Partiler
kendilerini, katılımcı işleyişe sahip, demokrasiye inanan
örgütler olarak göstermek isterler. Ayrımlı bir yönetim
seçeneğini içinde barındırmayan, bu nedenle sonucu değiştirmeyen
seçimler, bu tür partiler ve temsil ettikleri güçler için
“demokrasinin”
tek göstergesidir. Parti yöneticileri, sermaye sözcüleri ve
basın, konuyu sürekli bu biçimde dile getirir. Ancak, gerçekte
hiçbir parti, demokratik işleyişin hiçbir kuralını, hiçbir
zaman işletmez.
İç-dış
ilişkiler ağının açık ya da dolaylı desteğiyle bulunduğu
yere gelen parti başkanı, tek
belirleyicidir.
Partinin milletvekili adaylarını o belirler. Bunu yaparken,
kendisini bulunduğu yere getiren güçlerin önceliklerine uygun bir
kadroyu seçer. Böylece yasama gücünü temsil eden
milletvekillerini gerçekte halk değil, parti başkanları, bağlı
olarak iç-dış sermaye kümeleri belirlemiş olur.
Bu
tür ilişkiler yazılı ya da sözlü buyruklarla yürütülmez.
Parti başkanı, dışarının kendisinden beklediği uygulamaları
bilir ona göre davranır. Halk, önüne konulan sandığa oy
atmaktan başka bir şey yapamayan edilgen bir kalabalık durumuna
getirilmiştir. Kime oy verse sonuç değişmez ve sandıktan her
zaman benzer nitelikte insanlar çıkar. Çünkü yönetime
gelebilecek tüm partilerin genel başkanları aynı şeyi yapmış
ve Batıcılığı
tek doğru kabul eden insanları aday göstermiştir. Halkın ya da
onu temsil edecek aydınların
Meclis’e girmesi olanaklı değildir. Birkaç aykırı örnek,
genel durumu değiştirmez.
Yapaylık
Değişmez
parti egemenleri olan genel başkanlar, “demokratça”
açıklamalar yaparlar, her düşünceye saygı gösteriyor
görünürler. Ancak, bu yalnızca görünüşte böyledir. Gerçekte,
en küçük bir eleştiri ve tartışmaya bile katlanamazlar. Bu
tutum, yaptıkları işin niteliğinden kaynaklanan bir davranıştır.
Halkın
çıkarlarını değil, küresel politikayı savunmaları, onların,
parti ve meclis kümesi (gurubu) üzerinde deliksiz bir egemenlik
kurmasını zorunlu kılar. Bunu ne denli başarırlarsa, bağlantılı
oldukları çevrelerde o denli değer kazanırlar. Aday yapıp, halka
seçtirdikleri milletvekillerine söz geçiremediklerinde, hemen
ortaya çıkan genel başkan adaylarından birine, koltuklarını
kaptıracaklarını bilirler.
Böyle
bir ortamda katılımcılığın, düşünceye saygının, ilkeli
çalışmanın ya da tartışmanın kuşkusuz yeri yoktur. Gösterişli
kurultaylar, parti içi seçimler, genel başkanın belirlediği
kişilerin onaylanmasından başka bir değeri olmayan, göstermelik
işlerdir. Bu nedenle, günümüz siyasi partileri, partiden çok
aşiret ya da tarikat türünden feodal yapılara, parti başkanları
da bu yapıların reislerine benzer. Küreselleşmeci ideologların,
yeni-feodalizm
adını vererek yücelttikleri böylesi bir ortam içinde, küresel
egemenliğin ana ereği olan ulus-devlet çıkarları, parti
politikalarında doğal olarak yer almaz, tersine devlet, bilinçli
bir biçimde etkisizleştirilir.
Nesnellik
Türkiye’de
ülke yararına siyaset yapmak isteyenler, toplumun tarihsel,
toplumsal, ekonomik ve kültürel özelliklerini tam olarak bilince
çıkarıp, örgütlenmeli ve örgütlerini bu özelliklerle
bütünleştirmeyi başarmalıdırlar. Çağdaşlık, gelişkin olana
benzemeğe çalışmak değil, kimliğini koruyarak günün
gereklerine yanıt verecek biçimde geliştirmektir. Toplumu tanımak,
koşullarını ve gelişimini bilmek, onu değiştirip geliştirmenin
ön koşuludur. Topluma yabancı kalan bir siyasi örgüt, ne denli
ileri
ve çağdaş
görünürse görünsün, etkili olma şansına sahip değildir.
Her
toplum; yapısına, gelişim düzeyine ve geleneklerine uyum gösteren
bir siyasi yapılanma içinde olmak zorundadır. Kişisel ya da
kümesel istekler, gerçeklerden kopuk zorlamalar ya da başka
toplumlara özenmeler, başarı şansı olmayan girişimlerdir.
Siyasetle
uğraşanların yapması gereken, iyi olacağına inandığı kişisel
yargılarını topluma kabul ettirmeğe çalışmak değil, toplumun
gelişme isteklerini saptayıp, bu istekleri bütünlüğü olan bir
izlence durumuna getirerek uygulamaktır. Bunun için kitleleri
örgütlemek ve halktan kopmadan ona öncülük etmek gerekir.
Hiçbir
toplumsal düzen sonsuz değildir. Ortaya çıkar, gelişir ve
karşıtına dönüşerek ortadan kalkar. Bu; nesnel, önlenemez ve
yinelenemez evrensel bir süreçtir. Siyasetçinin görevi, hangi
süreç yaşanıyorsa ona uygun davranmak, toplumu, koşulları
oluşmuş bir ilerlemeye yöneltmektir. Koşulları oluşmayan hiçbir
toplumsal dönüşüm gerçekleştirilemez. Ancak, koşulları oluşan
her toplumsal dönüşüm de kendiliğinden gerçekleşmez. Bunun
için insan eylemine gereksinim vardır. İnsan eylemi, yani siyasi
örgütlenme, toplumsal dönüşümler için gerek ancak yetmez
şarttır. Yeterlilik, doğal sürecin olgunlaşmasıdır.
Aydınlar
Türk
aydınları,
gördüğü ağır baskının sonucu olarak, toplumsal koşullara
uygun ve ulusal gereksinimlere yanıt veren bir siyasi örgütlenmeyi
gerçekleştirememiştir. Bir kısım aydın
ise, Türk toplumunun özgün yapısını kavrayamamış, öznel
yargılarla devinerek (hareket ederek), yaşamdan kopuk bir siyasi
davranış içine girmiştir.
18.yüzyıldan
sonra Batının artan gücü ve Osmanlı İmparatorluğu’nun
çözülüşü, yaygın ve kalıcı bir kimliksizleşme sorunu
yaratmış, kendine güven yitirilmiştir. Ekonomik ve kültürel
çöküşe neden olan Batı,
bilgisiz ve bilinçsiz bir ortam içinde, kurtuluş aracı olarak
görülmüştür.
Çağdaşlık
adına Batıcılığa,
din adına Arapcılığa
ve özgürlük adına etnik
ayırımcılığa
dayanan siyasi kümeler, bu görüşün ortaya çıkardığı
oluşumlardır. Tanzimat anlayışındaki partiler, tekke ve
tarikatlar, bölücü örgütler, tümü birden Batıyla uzlaşan,
kimi zaman Batı tarafından kurulan ve Türkiye’ye karşı
kullanılan yapılanmalardır. Bu tür yapıların kolayca ortaya
çıkarılıp Türkiye karşıtlığında kullanılmasının ve
Batının Türk siyasi yaşamında bu denli etkili olabilmesinin
temel nedeni; Türkiye’de ulusal sanayinin güçlenememesi, ulusal
pazarı koruyacak ulusal sermayenin yeterince gelişmemiş olması ve
bu süreci kavrayan yeterince aydının ortaya çıkmamasıdır. Halk
ve ulus yararına çalışacak partiler bu gerçeği bilmeli ve
ulusal sermayenin korunup geliştirilmesi için her türlü önlemi
almalıdır.
Olması
Gereken
Türk
toplumu, savaşım öncelikleri ve temel amaçlar bakımından, Batı
toplumlarından çok ayrı özelliklere sahiptir. Örnek alma ya da
benzemeğe çalışma bu nedenle başarılı olamaz. Gelişmiş ülke
partilerinin, kendi aralarında benzer özellikleri vardır, çünkü
benzer toplumsal yapıların ürünüdürler.
Oysa
azgelişmiş bir ülke olarak Türkiye’nin gelişmiş ülkelerle
ilişkisi, sömüren-sömürülen ilişkisidir. Türkiye için
yararlı olan, Batı için zararlıdır. Bunun tersi de geçerlidir.
Emperyalizmin ekonomik ve siyasi işgali
altında aşiret ve tarikat ilişkilerini içinde barındıran bir
ülke olan Türkiye, bağımsız
olma
ve uluslaşma
gereksinimi içindedir. Bu nedenle, emperyalizme ve Orta
Çağ
kalıntılarına karşıtlık, halkın ve ulusun sorunlarını çözmek
isteyen örgüt ve partilerin temel ilkesi olmalıdır.
Emperyalizme
karşıtlık tam
bağımsızlık,
feodalizme karşıtlık ise demokrasi
demektir. Bağımsızlık
ve demokrasi
için savaşımı, izlencesinin başına koyan partiler, başarılı
olur ve kitlelere ulaşabilir. Çünkü işbirlikçi olmayan herkes,
yani ulusun büyük bir bölümü, böyle bir savaşımın özlemi
içindedir. Bu özlemi giderecek parti, kaçınılmaz olarak sınıfsal
değil, ulusal bir partidir.
Türkiye gibi emperyalist boyunduruktan kurtulmak zorunda olan
ülkelerde, geçerli parti türü budur.
Devlet
ve Ordu
Türk
toplumunda kamusal işleyişe büyük önem verilir. Bu önem,
tarihin her döneminde geçerlidir ve başka toplumlardan başkadır.
Devlet yalnızca toplum düzenini sağlayan bir aygıt değil, aynı
zamanda bireyler arasında eşitliği amaçlayan ve tüm kesimlerce
saygı duyulan dayanışmacı bir örgüttür. Toplumsal ve
ulusaldır.
Devletin
temel dayanağı ve koruyucu gücü olan ordu, bireylerin her şeyiyle
bağlı olduğu ana kurumdur. Bu iki kurum, çok eski dönemlerden
beri Türkler için her koşulda ve her ne pahasına olursa olsun,
korunup güçlü tutulması gereken temel kurumlardır.
Batının
bu iki kurum üzerine bugün yöneltmiş olduğu yoğun baskının
nedeni budur. Onlar bilirler ki, devlet ve ordu çökertilmeden Türk
toplumuna egemen olmak, olanaksızdır. Ulus yararına çalışma
yapacak partiler, bu gerçeği bilmeli ve savaşımını buna göre
biçimlendirmelidir.
Devlet
ve orduyla uyumsuzluğu ya da çelişkisi olan partilerin, Türkiye’de
başarılı olma şansları yoktur. Bunlar, ancak dış destekle
ayakta kalabilir. Varlıkları, Türkiye’nin ulus olarak varlığıyla
tam olarak çelişir. Bu tür partiler, devlet güçlendikçe
zayıflar, devlet zayıfladıkça güçlenir.
Önderin
Önemi
Türk
toplumunda önder
önemlidir. Devlet ve ordu başkanlarına ya da halk içinden çıkan
doğal önderlere büyük saygı gösterilir, buyruklarına istekle
uyulur. Halk öndere,
görevinde başarılı olması için her türlü desteği verir, ona
son derece saygı gösterir. Ancak, önder
de halkı düşünmek, sorunlarını çözmek zorundadır.
Gösterilen
saygı ve bağlılık içtendir ancak sonsuz değildir. Halkın ve
ulusun sorunlarını çözemeyen önder,
gözden düşer ve görevden uzaklaştırılır. Siyasi, ekonomik ve
kültürel tüm örgütlerde, önder
örgütle, örgüt de önderle
özdeşleşir.
Devlette
hakan, orduda komutan, tekkede şeyh, esnaflıkta ahi
büyüğü ile topluma yerleşen öndere
saygı
geleneği, etkisini önemli oranda bugün de sürdürmektedir. Bu
gelenek, doğru biçimde kullanılırsa, toplum yararlarının
korunması açısından önemli bir olanaktır. Türk halkı öndere
güven duyarsa, onun yetkilerini arttırır ve onu uzun süre görevde
tutar, sık sık değiştirmez.
Günümüz
partilerinde, parti genel başkanları bu geleneği, genellikle
olumsuz bir biçimde kullanmakta ve buyrukçuluğu
temel
davranış durumuna getirmektedirler. Bunlara göre, yalnızca parti
yöneticileri değil, ulus adına görev yapması gereken
milletvekilleri de, başkanlarının
isteklerini sorgulamadan yerine getirmelidir. Bunu yapmayıp doğru
bildiği yönde davrananlar, partide barındırılmazlar.
Ülke
sorunlarına çözüm bulmak isteyen partiler, Türk halkında
yerleşik ve özgün bir yaklaşım olarak varlığını sürdüren
önderlik
anlayışını iyi değerlendirmek ve doğru yönde kullanmak
durumundadırlar. Parti önderleri ise, yönetimde katılımcılık
ve danışmanın
devlet geleneği olduğu bir toplumda bulunduklarını asla
unutmamalıdırlar.
Tarihi
Bilmek
Ülke
sorunlarını çözmek isteyen parti yetkilileri, geleneklere ve
ulusal onura önem vermeli tarihi bilmelidir. Türk halkı,
geleneklerine ve kimliğine karşı son derece duyarlıdır. Aynı
duyarlılığı kendisini yönetenlerden de bekler. Beklentilerinin
karşılanmaması durumunda, ciddi gördüğü bir başka önderlik
altında toplanır.
Öz
ve biçim olarak doğru yaklaşıldığında, hemen örgütlenir.
İlerlemeden yana her türlü yeniliğe açıktır. Kendisine yapılan
iyiliği, sağlanan gönenci asla unutmaz. Dayançlıdır
(sabırlıdır) ancak kandırıldığını ya da oyalandığını
anladığında, kendi olanakları içinde önlem almakta gecikmez.
İnandığı devinime, yönetime ya da örgüte içtenlikle katılır.
Ulusal varlığa yönelen silahlı gözkorkutma (tehdit) karşısında,
toplumsal direnme gücü kendiliğinden devreye girer ve sıradışı
bir dirence dönüşür. Başarılı olmak isteyen parti ve örgütler
bu özelliği kesin olarak dikkate almalıdır.
Yapılması
Gereken
Ulusa
hizmet etmek isteyen partiler, sosyal
dayanışmaya,
yardımlaşma
ve katılımcılığa
özel önem vermelidir. Her tür inanca saygılı olmanın laiklikle
olanaklı olduğunu unutmamalıdır. Haksızlık ve sömürünün her
türüne karşı çıkmalı, yoksul ve güçsüzün yanında yer
almalıdır. Türk kimliğine sahip çıkmalı ancak ırkçı
olmamalıdır. Etnik
ayırımcılığa
karşı çıkmalı, ulusun bütünlüğünü savunmalı ve
ayrılıkçılığa yol açacak olay ve gelişmelere izin
vermemelidir. Eğitim, çocuk ve kadın sorunlarına öncelik
vermeli, çözüm üretip uygulamalıdır. Yönetim işleyişinde
yansız, adil, hukuka saygılı ve meşruiyetçi
olmalıdır. Türkiye’de meşruiyetin
ancak ulusal bağımsızlıktan, Kurtuluş Savaşı’ndan ve
Cumhuriyet Devrimlerinden alınabileceğini unutmamalıdır.
Bunlar
yapıldığı sürece, başarısızlık gibi bir sonuç, asla
olmayacaktır. Çünkü bu yaklaşımlar, Türkler’in yaşamlarında
alçak gönüllülükle ve önemseyerek uyguladığı, doğal
davranışlardır. Kurtuluş Savaşı ve Türk
Devrimi,
bu gerçekliğin en belirgin göstergesi, en açık kanıtıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder