Türkiye
Cumhuriyeti’ndeki Kürtler,
Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Ermeni
ya da Rumlar
değildir. 20.yüzyıl başında, emperyalizmin oyununa gelen bu iki
halk, yaşadıkları yerleri bırakıp gitmek zorunda kaldılar ve
Türkiye Cumhuriyeti için önemli bir olumsuzluk yaratmadılar.
Ancak, bugün ne Kürtler bir yere gidebilir ne Türkiye etnik
ağırlıklı parçalara bölünebilir. Ne gidilecek bir yer ne de
belirlenebilecek bir sınır vardır. Türkler ve Kürtler, Türk
ulusunun asal unsurlarıdır; toplumsal ve kültürel kaynaşmayla iç
içe geçerek Türkiye’nin
her yerinde
beraber yaşamaktadırlar. Doğu ya da Güneydoğu’da, biçimi ve
adı ne olursa olsun, oluşacak ayrı bir yönetim birimi, Kürtler
için daha geri bir konuma düşme, yani hak
kaybına
uğramaktan başka bir şey değildir.
Emperyalist Kışkırtma ve
Kürtler
Türk-Kürt
birlikteliği, yüzlerce yıllık ortak yaşamın getirdiği çok
yönlü bir kaynaşma
üzerine kuruludur. Kaynaşma’nın
niteliğini görmek, gerçek boyutlarıyla kavramak ve buna göre
davranmak; ulusal birliği koruyup geliştirmek ve özellikle Kürtler
üzerinde yoğunlaşan etnik kışkırtmayı etkisiz kılmak için
gereklidir. Böyle bir girişim, her şeyden önce, bilgili ve
bilinçli olmayı, içinde yaşanan toplumu tanımayı gerektirir.
Ulus-devlet
varlığının korunmasını dolaysız ilgilendiren bu girişim,
yalnızca Türk ve Kürt kökenlileri ya da yalnızca devlet
yetkilileriyle onlara karşı savaşım verenleri değil, Türkiye
Cumhuriyeti’ni oluşturan herkesi ilgilendiren bir konudur.
Anadolu’da Türk-Kürt ayrılığının olabilirliğini düşünmek,
gerçekleşme olasılığı bulunmayan sanal erekler peşinde koşmak
demektir. Bu iki halk, bin yıllık ortak geçmiş içinde o denli
kaynaşmış, o denli iç içe girmiştir ki, bunları birbirinden
ayırmaya çalışmak, üstelik bunu emperyalist destekli çatışma
yoluyla yapmak, Türkiye Cumhuriyeti ve Türkler’e olduğu kadar ve
kuşkusuz onlardan daha çok, Kürtler’e büyük zarar
veren/verecek olan bir girişimdir. Bu tür girişimler, sonu felaket
olan çıkmaz sokaklardır.
Türkiye
Cumhuriyeti’ndeki Kürtler,
Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Ermeni
ya da Rumlar
değildir. 20.yüzyıl başında, emperyalizmin oyununa gelen bu iki
halk, yaşadıkları yerleri bırakıp gitmek zorunda kaldılar ve
Türkiye Cumhuriyeti için önemli bir olumsuzluk yaratmadılar.
Ancak, bugün ne Kürtler bir yere gidebilir ne Türkiye etnik
ağırlıklı parçalara bölünebilir. Ne gidilecek bir yer ne de
belirlenebilecek bir sınır vardır.
Anadolu’da
Türk ve Kürt etle
tırnak
gibidir; her ikisi de Türk ulusunun asal unsurlarıdır; toplumsal
ve kültürel kaynaşmayla iç içe geçerek Türkiye’nin
her yerinde
beraber yaşamaktadırlar. Ekonomiden siyasete toplumun her alanında
ve her düzeyinde yer alan Kürt kökenlilerden İstanbul’da iki,
İzmir’de bir milyon insan yaşamaktadır; ortak yaşam, hemen her
kent ve hatta ilçe için geçerlidir. Bu insanları birbirinden
ayırmak olanaksızdır. Doğu ya da Güneydoğu’da, biçimi ve adı
ne olursa olsun, oluşacak ayrı bir yönetim birimi, Kürt kökenli
yurttaşlar için daha geri bir konuma düşme, hak
kaybına
uğramaktan başka bir şey değildir.
ABD
ve AB yönlendirmesindeki ayrılıkçı örgütler, para ve siyasi
desteğin itici gücüyle, bugün henüz
halka inmemiş olan,
Türk-Kürt çatışmasını içeren bir yaymaca yürütüyor.
Bunlar, sonu gelmeyen çatışmalarla dolu bir karmaşa ortamı
yaratarak, bölgeye yönelik emperyalist politikaların
uygulayıcılığını yapmaktadır. Bolca kullandıkları eşitlik,
özgürlük gibi söylemlerin kuşkusuz hiçbir değeri yoktur.
Anadolu’da bin yılda oluşmuş dengeleri bozma peşindedirler.
Kürt
halkı, Türk-Kürt ayrımcılığı için çaba harcamanın, sonu
acılarla dolu bir serüven olduğunu anlıyor. Yabancıların
desteğiyle oluşan siyasi oluşumların kalıcı olamayacağını ve
sorun yaratmaktan başka bir şeye yaramayacağını görüyor. Uzun
bir geçmiş içinde oluşan, akrabalıklarla dolu birlikteliğin kök
sağlamlığını ve bu sağlamlığın yarattığı tarihsel
varsıllığı biliyor. Ancak, ülkenin tüm insanları gibi sahipsiz
bırakılmış durumda. Batı Trakya ve Balkanlar’da yüz yıl
öncesinde olduğu gibi, devlet bölgeden çekilmiş. Halk, ayrılıkçı
örgütlerle baş başa bırakılmış. Herşeye karşın, Türk ve
Kürt halkının nesnelliğe dayanan karşılıklı sahiplenmesi
nedeniyle Türkiye, Sovyetler Birliği ya da Yugoslavya gibi olmuyor;
Batılılar bunu bir türlü başaramıyor.
Geçmişten
Gelen
Osmanlı
döneminde, merkezî yönetime asker verilmesi karşılığında
tanınmış olan özerklik hakları, Kürt aşiretlerince uzun süre
serbestçe kullanıldı ve Kürtler, Araplar’dan sonra
İmparatorluğun en ayrıcalıklı uyruğu olarak yaşadı. Bugün,
emperyalist devletlerle uzlaşan kimi Kürt kümelerinin sürekli
yineledikleri, “Kürtler
Türkler tarafından yüzyıllardır ezilip sömürülüyor, etnik
kimlikleri tanınmıyor”
türündeki sözlerin gerçekle bir ilgisi yoktur. Osmanlı döneminde
ezilmekten
ya da baskı
altına alınmaktan
söz edilecekse, bunu herhalde Kürtlerin
değil,
Türkmenlerin
dile getirmesi gerekir.
Gerileme
dönemiyle başlayan yönetim bozulması, 19.yüzyılda yoğunlaşan
dış karışmayla birleşince, toplumun her kesimini etkileyen
sorunlar ortaya çıktı. Bu sorunlardan doğal olarak Kürt unsurlar
da etkilendi. Büyük devletlerin, gizli-açık kışkırtma ve
desteğinin etkisinde kalan, az sayıdaki Kürt aşireti, merkezî
yönetime karşı, bu dönemde harekete geçti/geçirildi. Aynı
dönemde, yine dış kışkırtmaya bağlı olarak Ermeniler de
ayaklanmışlardı.
Cumhuriyet
döneminde, uluslaşmanın zorunlu koşulu olarak etnik (ve dinsel)
ayrılık ve ayrıcalıkların ortadan kaldırılması gerekiyordu.
Bu yöndeki girişimler, yüzyıllarca denetimsiz bir özerklik
içinde yaşayan kimi aşiretleri, alışkanlıklarının değişecek
olması nedeniyle rahatsız etti. Tutuculuğu temsil eden bu
rahatsızlık, Batılılar tarafından ustaca kullanıldı ve
ayrılıkçılık desteklendi. Kürt nüfusun küçük bir bölümünü
içine çekebilen, ulus karşıtı ayaklanmalar bu dönemde gelişti.
Dış
Karışma
Batı
Avrupa sömürgeciliğinin kabuk değiştirdiği 19. yüzyıla dek,
önemli bir Kürt-devlet çatışması yaşanmadı. Sanayi devriminin
yol açtığı üretim artışı nedeniyle pazar edinme yarışına
girişen Batılı büyük devletler, Ortadoğu’da sert bir çatışma
içine girmişti. Osmanlı İmparatorluğu’nun başta petrol olmak
üzere doğal varsıllığı bu çatışmanın gerekçesiydi. Ayrıca,
bu topraklar, yeraltı-yerüstü varsıllığıyla, yalnızca değerli
bir pazar değil, onunla birlikte, Doğu-Batı ticaret yollarının
kavşak noktası ve enerji kaynaklarının merkeziydi.
Uzakdoğu’da
sömürgesi olan İngiliz ve Fransızlar, pazar edinme peşindeki
Almanlar ve Amerikalılar, sıcak
denizlere inme
peşindeki Ruslar, Osmanlı topraklarıyla yakından
ilgileniyordu.
Yürütülen politikaların yöneldiği ana amaç; Osmanlı
Devleti’nin politikalarına yön vermek, bunun için işbirlikçi
edinmek, misyoner okullarını, akçalı bağımlılıkları, etnik
ve dinsel yapıları kullanmak ve daha sonra bu büyük ülkeyi
paylaşmaktı. Gerileme döneminin çöküşe
dönüşmesi, amaç sahiplerine bu olanağı veriyordu.
“Doğu
sorunu”
adı verilerek yürürlüğe sokulan, Batı politikasının
merkezinde; ekonomik bağımlılığı sağlamak, din ve etnik köken
ayrımlılıklarını, ayrılıkçı amaçlar için kullanmak vardır.
Para ve siyasi destekle yürütülen kışkırtma, dizgeli ve sürekli
bir dış karışma politikası durumuna getirildi. Bu politika,
yoksullaşan halkın sorunlarına yanıt vermeyen kötü yönetimlerle
birleşince, iç gerilimler ve ayrışmalar için uygun bir ortam
oluştu; etnik ya da dinsel, ayrılıkçı devinimler ve çatışmalar
ortaya çıktı.
Osmanlının
Son Dönemi ve Kürtler
Osmanlı
İmparatorluğu’nun son dönemlerinde yaşanan olaylar, bu
politikanın acılı sonuçlarıdır. 19.yüzyılın ikinci yarısında
ve 20.yüzyıl başlarında; İngilizler Arap, Kürt ve Rumlarla;
Fransız ve Amerikalılar Ermenilerle; Ruslar Ermeni ve Kürtlerle
ilgilendiler
ve bu ilginin
sonucu, Ortadoğu kan gölüne döndü.
Ermeniler
ve Rumlar, yüzlerce yıl Türklerle birlikte barış içinde
yaşadıkları toprakları bırakıp başka yerlere gitti. Ancak, tüm
kışkırtmalara karşın Kürtler Türklerle, halkı kapsayan bir
çatışma içine girmedi. Kışkırtıcıların, misyonerlerin,
arkeolog
ve antropolog
görünümlü görevlilerin yoğun çalışma yaptıkları, para ve
ihanetin kol gezdiği bir ortamda ve tüm olumsuz koşullara karşın,
Türk-Kürt
birlikteliği,
güçlüklere göğüs gerdi ve bugünlere geldi.
Kürtlerin
Ermeni ve Rumlardan Ayrımı
Etnik
ya da dinsel, yerel ayrımlara dayanan, kışkırtmaya yönelik Batı
politikası, Türkiye’de, azalan artan yoğunluklarla iki yüz
yıldır sürmektedir. 20.yüzyıl başlarında ve günümüzde, en
yoğun dönemini yaşayan uygulamaların, bize gösterdiği açık
sonuç; harcanan onca para ve çabaya karşın, Kürtlerle Türklerin
düşmanlaştırılmasının
tam olarak hala başarılamamış olmasıdır.
Yüzyıl
başında Ermeni ve Rumlar üzerinde uygulanan, dün Yugoslavya’da
kolayca sağlanan, halkları birbirine çatıştırma politikası;
yüz yıllık uğraşıya karşın, Türkiye’de, şimdiye dek
yürümedi. Türk ve Kürt kökenli insanlar, aynı devletin eşit
konumlu yurttaşları olarak; yalnızca dış kışkırtmaya karşı
değil, içteki kötü yönetime karşı da direniyor. Halk, ağır
yoksulluk koşullarına karşın, içten ya da dıştan yapılan
sözveri ve kışkırtmalara kanmıyor ve kana bulanan toplu bir
çatışma içine çekilemiyor. Batının devlet yetkililerini
şaşırtan bir sağduyuyla, yaşanan tüm olumsuzluklara karşın,
halk hala oyuna gelmiyor; çıkar ve gelecek özlemlerinin, kurulmuş
olan birlikten geçtiğini biliyor.
Hiçbir
Şey Sonsuz Değildir
Yaşamda
hiçbir olay ve olgu, sonsuza dek kalıcı değildir. Toplumsal
ilişkilerde yaşayan değerler, ne denli köklü olursa olsun, eğer
üzerinde durulup önemle korunmuyorsa varlıklarını sürdüremezler.
Toplumun eğitilmesi ve sahip olunan değerlerin yaşatılıp
geliştirilmesi için devletin bu işe öncülük etmesi ve kesin
olarak toplumsal gönenci sağlaması gerekir. Bu yapılmadığında,
toplumsal birliğin ve içindeki değerlerin yaşatılması kuşkusuz
olanaklı değildir.
Türkiye,
içine sokulduğu bağımlılık ve ona bağlı yoksulluk kıskacından
kurtulamadığı sürece, yalnızca Türklerle
Kürtler
arasında değil, Türklerle
Türkler
ve Kürtlerle
Kürtler
arasında da ayrılıklar oluşacaktır. Yaratılacak ayrılıklar,
üstelik etnik düzeyde kalmayacak, siyasi görünüm verilerek inanç
alanlarını da kapsayacaktır. Bu konuda oldukça yol alınmış ve
Türkiye, varlığını tehdit eden bir ayrılıklar sürecine
sokulmuştur.
Geçmişte
yaratılan birlikteliklerin, küreselleşme adına sahipsiz
bırakılarak, dış karışmaya açık duruma getirilmesi,
birlikteliği yitirmekten başka bir sonuç doğurmaz. Ekonomik
gönencin olmadığı toplumlarda, her türlü çözülme ve
dağılmanın kaçınılmaz olduğu unutulmamalıdır. Tarih bunun
örnekleriyle doludur.
İngiltere'nin
Kürt Politikası
İngilizler,
19.yüzyıla girildiği yıllarda, Osmanlı topraklarında yaşayan
Kürtlerle ilgilenmeye başladılar ve on yıllık bir ön çalışmadan
sonra, sömürgecilikte uzmanlaşmış ünlü Doğu
Hint Şirketi’nin
bir şubesini, Bağdat’ta açtılar. Şirketin görünen amacı;
bölgede “serbest
ticareti”
geliştirmek, yerel üreticinin ürünlerini “dünya
pazarına açmak”
ve “refahı
arttırmak”
tı.
Yasal
güvenceye bağlanmış şirket çalışmaları; diplomat, misyoner,
arkeolog ve antropolog görünümlü casuslarla iç içe geçmiş,
geniş bir alanı kapsayan, tasarlanmış bir yaymaca eylemiydi.
İngiliz diplomatlarıyla doğrudan ilişki içinde olan şirket
“yetkilileri”,
İngiltere’nin Ortadoğu’daki etkisini arttırmak için, Arap
ve Kürt
aşiretleri
içinde çalışmalar yapıyor, para dağıtıyor ve “insan
satınalıyor”
du. Şirket temsilcisi James
Richard,
yanına yardımcısını alarak ilerlemiş yaşına karşın, Kürt
aşiretlerini dolaşıyor, satın alınacakları saptıyor; bu arada,
Babil kalıntılarından ele geçirdiği antik yapıtları, Britisch
Museum’a
yollamayı da unutmuyordu.
Paranın
gücü ve emrindeki Hintli askerlerle, o denli güçlü ve özgürdü
ki, vali başta olmak üzere, herkese buyruk veren bir derebeyi gibi
davranıyordu.1
James
Richard
1820’de öldüğünde, bölgedeki İngiliz siyaseti sağlam bir
temele oturmuştu. Sonra gelenler, çalışmalarını onun bıraktığı
yerden sürdürdüler; üstelik İran’ı da içine alacak biçimde
genişlettiler. İngiltere ve Hindistan’dan gelen İngiliz
subayları, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da, Kürtlerle Ermenilerin
yaşadığı bölgeleri dolaşıyor, Irak ve İran’daki Kürt
aşiretleriyle “görüşmeler”
yapıyordu. Yaymaca ve örgütlemenin ana amacı, Osmanlı
yönetimiydi. Ancak bölgede çalışma başlatan Ruslar da artık
hedef alınıyordu.
1820’den
sonra Londra’ya gönderilen yazanaklarda, niteliksel bir değişim
göze çarpar. İngiltere’nin bugüne dek süren Kürt
politikası,
biçimlenmeye başlamıştır. Yazanaklarda; Kürt ve Ermeniler’in
“Osmanlı
yönetimine karşı”
nasıl kullanılması gerektiği, “bölgeye
yönelen Rus tehdidine karşı”
ne gibi önlemler alınabileceği ve yönetime karşı silahlı
savaşımın her an başlatılabileceği gibi konular yazılmaktadır.
1829
yılında, giderlerini Doğu
Hint Şirketi’nin
karşıladığı iki İngiliz subayı, Kuzey Irak’ta Kürtlere
askeri eğitim veriyor ve Londra’ya gönderdikleri yazanaklarda:
“Kürtler
artık her an için, Britanya İmparatorluğu’nun politikaları
uğruna istenilen hedefe yöneltilebilecek duruma getirilmiştir”
diyorlardı.2
Elli
üç yıl sonra 1882 yılında, Fraizer
imzasını taşıyan yazanakta da hemen aynı şeyler söyleniyordu:
“Eğer
kuvvetli bir destek verilirse, Kürtler yaka silktikleri bu yönetime
(Osmanlı
yönetimi y.n.)
karşı, eyleme geçmeye hazır durumdadırlar.”3
Osmanlı’da
Kürt Ayaklanmaları
Osmanlı
yönetimine karşı ilk Kürt ayaklanması, İngilizlerin bölgeye
geldikleri yıllarda, 1806’da ortaya çıktı. Kuzey Irak’ta,
Süleymaniye çevresinde yaşayan, Babanlar
aşireti reisi Babanzade
Abdurrahman,
İngilizler’in Bağdat’ta “şirket”
açtığı yılın sonlarında ayaklandı. Ayaklanmanın nedenini
kimi araştırmacılar, “Süleymaniye’ye
yeni vali atanmasına tepki”,
kimileri de “Kürt
bağımsızlığını sağlama girişimi”
olarak açıkladı.4
Gerekçesi
ne olursa olsun, Babanzade
Abdurrahman Ayaklanması’nın
önemi; Osmanlı Devleti’ne karşı girişilen, ilk ciddi Kürt
ayaklanması ve İngilizlerin bugün de sürmekte olan ikiyüz yıllık
Kürt politikasının bu ayaklanmayla yürürlüğe sokulmuş
olmasıydı.
1835-1837’deki
Revanduz
Ayaklanması’na
da, “ilk
Kürt bağımsızlık hareketi”
hatta “Revanduz
İhtilali”
diyenler olmuştur. Oysa, bu ayaklanmanın bir öncekinden ve doğal
ki sonrakilerden önemli bir ayrımı yoktur. Bölgedeki
çalışmalarını genişleterek, Kürt politikasında yetkinleşen
İngilizler, olayların hem başlatıcısı hem yönlendiricisiydiler.
Bu yönlendirmeye bağlı olarak, “Selahattin
Eyyübi’nin soyundan geldiğini”
ileri süren Revanduz
aşiretinin
reisi Şeyh
Mehmet,
Zaho
ve Amadiye
aşiretlerinin desteğini alarak ayaklandı.
Ayaklanmanın
ayrımlı yanı, bağımsızlık isteminin açıkça dile
getirilmesiydi. Şeyh
Mehmet,
Osmanlı Devleti’ne kafa tutan ve İngilizler’in gözyummasıyla
Mısır’ı ele geçiren Kavalalı
Mehmet
Ali
Paşa’ya
özenmiş ve İngiliz desteğiyle benzer bir yönetim birimi
oluşturmak istemişti. Revanduz
ayaklanması ve onu örnek alarak, 1842’de ortaya çıkan Bedirhan
ayaklanması, kısa sürede bastırılmıştır.
Rus
Karışması
Rusya,
Kürt ve Ermenilerle 19.yüzyıl başlarında “ilgilenmeye”
başladı. “İlgi”,
1820’den sonra yoğunlaştı ve Ruslar yaklaşmakta olan 1827-1829
Rus-Osmanlı savaşına “bir
hazırlık olmak üzere”
Kürt aşiretleri üzerindeki çalışmalarına hız verdiler.
Savaşta kimi aşiretleri yanlarına çekmeye, kimilerini de
yansızlaştırmaya çalıştılar.
Afriyanof
adlı bir Rus subayı, yanındaki ekiple birlikte, Doğu ve Güneydoğu
Anadolu ile Kuzey Irak’ta dolaşarak altın dağıtıyor, siyasi
sözverilerde bulunuyordu Afriyanof,
Moskova’ya gönderdiği yazanaklarda Kürt aşiretlere yaptığı
önerileri şöyle açıklıyordu: “Kürt
reisleri, aşiretleri üzerindeki
(Osmanlı Devleti’nin tanıdığı y.n.) bütün
hak ve imtiyazları koruyarak, kendilerine bağlı olanlarla
birlikte, Rus vatandaşlığına geçmeyip göçebe gezmek isteyen
aşiretlere hiçbir kısıtlama getirmeyecektir.”5
Daha
çok Batıda gerçekleşen 1827-1829 savaşları, yalnızca Ruslarla
yapılmadı ve Osmanlı İmparatorluğu’na büyük zarar verdi.
Batı desteğiyle başlayan Yunan
ayaklanması
bastırılmak üzereyken; Rusya,
İngiltere
ve Fransa,
Osmanlı donanmasını Navarin’de
yok etti. 1829’da, Edirne’de yapılan anlaşmada, Yunanistan’a
önce özerklik (1829), bir yıl sonra da bağımsızlık (1830)
verildi. Aynı yıl, Fransızlar Cezayir’e girdi, Sırbistan özerk
oldu. Doğu Güneydoğu Anadolu’dan bir Kürt aşireti Rus
vatandaşlığına geçti.6
Rus
vatandaşlığına geçen Kürtler, Dağlık
Karabağ
bölgesine yerleştirildi. Botan,
Revanduz,
Badinan
ve Hakkari
aşiretleri Osmanlı uyruğu olmalarına ve “devlete
asker vermekle yükümlü”
bulunmalarına karşın, asker vermediler ve “yansız”
kaldılar. Böylesi bir tutum, geleneksel Osmanlı Kürt
ilişkilerinde ilk kez yaşanıyordu. Aynı dönemde, Hasan
Ağa
yönetimindeki Yezidi
Kürtler,
Rus saflarında Osmanlı Devleti’ne karşı savaştılar. Bu tutum
da bir başka ilk’di.7
1855
yılında, Yezdan
İzzettin Şer
Bitlis’te ayaklandı; Nasturi
ve Mesihilerin
desteğiyle Van’ı aldı ve ayaklanmayı, Bağdat’a dek geniş
bir alana yaydı.8
Tüm gücünü Kırım
Savaşı’na
(1853-1856) ayıran Osmanlı Devleti, ayaklanmayı güçlükle de
olsa, 1855’te bastırdı.
Ayaklanmanın
hazırlığında ve yürütülmesinde önemli payı olan Rus
binbaşısı Lihotini,
ayaklanmadan bir yıl önce (1854) Moskova’ya gönderdiği raporda
şunları yazıyordu: “Osmanlı
Hükümeti çeşitli unvan ve armağanlar ile bazı Kürt aşiret
reislerini safına çekmeyi başardı. Ancak, ağır vergi yükü ve
adaletsizlikler altında ezilen yoksul halkı kendisine tam olarak
bağlayamadı. Bu nedenle biz, halk kesimini kendimize çekebiliriz.
Osmanlıların aldığı vergilerden Kürtleri muaf tutacağımıza
ve adaletli davranacağımıza onları inandırırsak, bu yoksul ve
mazlum halk derhal bize dönecektir.”9
Rus
binbaşının tanımıyla “yoksul
Kürt halkı”
ne o dönemde, ne de daha sonra Ruslar’dan yana “dönmedi”.
Ancak Ruslar, sayıları az da olsa kimi aşiret reisini, para ve
kandırmayla yokluk ve yoksulluk içinde savaşan Türk askerine
karşı kullanmayı başardı.
Nakşibendi
tarikatından Şeyh
Ubeydullah
bunlardan biriydi. Ubeydullah,
çevresindeki aşiretlerle anlaşarak, 1878’de, Rusya’yla savaşan
ve ciddi gıda sıkıntısı çeken Türk Ordusu’na erzak
sattırmadı. Osmanlı Devleti, ulaşım yollarının yetersizliği
nedeniyle ordusuna, kendi ülkesinde yiyecek bulamaz duruma düşmüş
ve halkın “Doksanüç
Harbi”
adını verdiği 1878 savaşında Türk Ordusu “Ruslar’a
değil, açlığa ve tifüse”
yenilmişti.10
İstanbul’un
Aymazlığı
Türk
askerinin savaşta yaşadıkları, yöresel ihaneti olduğu kadar,
İstanbul’un aymazlığını da ortaya koyan ve ders alınması
gereken acılı olaylardır. Ordu, kendi kaderiyle başbaşa
bırakılmıştı; her türlü hastalık
ve sefalet
askerler arasında kol geziyordu. Diyarbakır’daki Rus Konsolosu,
1878’de şunları yazıyordu: “Türk
askerleri üç yıldır aylık alamıyor. Elbiseleri paçavraya
dönmüş, başlarında birer keçe külah var ve çoğu yalınayak
durumda. Bu nedenle savaş yeteneğini yitirmişler. Ordunun ileri
gelen subaylarından birisinin, valinin karşısında ağlayarak,
askerin birikmiş kırk aylık maaşlarına karşılık, hiç olmazsa
ekmek ve tütün parası olarak beşer kuruş verilmesi için
yalvarmasına tanık oldum.”11
Osmanlı
İmparatorluğu’nun yenilgisiyle sonuçlanan savaştan hemen sonra,
1880’de, Şeyh
Ubeydullah
220 aşiret reisini Şemdinan‘da
topladı ve başlatacağı ayaklanma için destek istedi. Ardından;
Ermeniler’i,
Keldanileri
ve Nasturileri
yanına çekmeye çalıştı. Rus Çarı, Mısır Hidivi ve Mekke
Emiri’yle bağlantı kurarak onların da desteğini istedi.12
İngilizlerle
iki yıldır, zaten ilişki içindeydi. Şeyhin etkili olduğu yerler
İngiliz kışkırtıcılarının yoğun çalışma yaptıkları
yerlerdi. Bir İngiliz görevlisi, Başkale’de
Ubeydullah’ın
yardımcısıyla görüştü, konsolos yardımcısı 1879’da, Şeyhi
Hakkari’de ziyaret etti. Bu görüşmelerden sonra, kafileler
halinde savaş malzemesi ve silah Şeyh’e gönderilmeye başlandı.
İngiliz yetkililer İstanbul’a, “kıtlık
bölgesine yiyecek gönderdiklerini”
söylüyorlardı.13
1880’de
başlayan ayaklanma; Osmanlı, Rus ve İran sınırları arasında,
geniş bir Kürt devleti kurulmasını amaçlamıştı. İngilizler’in
ilgi ve desteği bu nedenle yoğundur. Ubeydullah,
“Kürt
milleti için mücadeleye girdiğini”
ileri sürüyor ve amacının “kendi
topraklarında bağımsız bir Kürt devleti kurmak olduğunu”
açıklıyordu.14
Ayaklanma, 1880’de İran ve Rusya’nın dolaylı desteğini alan
Osmanlı Ordusu tarafından bastırıldığında, kimi Kürt
araştırmacıların “ilk
milli Kürt Hareketi”
adını verdiği, 19.yüzyılın son Kürt ayaklanması bastırılmış
oluyordu.
Abdülhamit
ve Hamidiye Alayları
Abdülhamit,
27 Ekim 1890’da çıkardığı bir yasayla, başlarında Kürt
aşiret reislerinin bulunduğu, Hamidiye
Alayları
adı verilen değişik bir örgütlenmeye gitti. Doğuda gelişmeye
başlayan Ermeni devinimine karşı kullanılmak amacıyla kurulan
Hamidiye
Alayları,
en az 512, en çok 1152 kişiden oluşuyor ve bu birliklerin
komutanlığını kaymakam,
binbaşı,
paşa
hatta vezir
gibi
ünvanlar verilen, “okuma
yazma
bilmeyen”
aşiret reisleri yapıyordu.
Askerleri,
“sadık”
ve “itaatkar”
Sunni aşiretlerden
seçilen ve yasal yetkilerle donatılıp “askeri
birlik”
durumuna getirilen bu “alaylar”,
Ermenilerden çok, Sunni olmayan Aleviler
üzerinde baskı kuruyordu.
Hamidiye
Alayları
girişimi, devlete herhangi bir yarar sağlamadığı gibi,
gelecekteki Kürt ayaklanmalarına kadro hazırlayan bir işlevi
yerine getirdi. Çözüm
diye getirilen bu uygulama, çözüm
değil, yeni sorunlar yarattı ve kalıcı bozulmalara yol açtı.
Cumhuriyet dönemi askeri tarihçilerinden Albay Reşat
Hallı,
“Türkiye
Cumhuriyeti’nde Ayaklanmalar”
(1924-1938) adlı yapıtında, bu konuyu şöyle değerlendirmiştir:
“II.Abdulhamit
döneminde, Kürt aşiretleri ve bunların reisleri çok şımartılmış
ve bazı reisler, vezirlik ve paşalık rütbelerine yükseltilmişti.
Babıâli tarafından tutulan ve yükseltilen birçok Kürt ileri
gelenlerinin çocukları, iyi eğitim görmüşler ve Batıdaki
milliyetçi akımlarla ilişkiye geçmişlerdi. Denilebilir ki,
Abdulhamit Devri ve bu padişahın ‘ayır ve hükmet’ siyaseti,
Kürt bağımsızlık hareketinin başlangıcını oluşturur.”15
20.Yüzyıl
Ayaklanmaları
20.yüzyıl
Kürt ayaklanmaları ve bunların büyük devletlerle ilişkileri
ayrı ve geniş bir konudur. Burada ayaklanmaların yalnızca ad ve
tarihlerinin verilmesiyle yetinilecektir.
20.yüzyıldaki
ilk Kürt
ayaklanması,
22 Haziran 1906’da Bitlis’te ortaya çıktı ve 1937’ye dek
büyük çoğunluğu dış bağlantılı, büyüklü küçüklü 23
ayaklanma ve ayaklanma girişimi oldu. Çoğunluğu Cumhuriyet’in
ilk 7 yılında ortaya çıkan ayaklanmalar ve bastırma
girişimlerinin yalnızca tarih, ad ve yöreleri şöyledir: 1908
Diyarbakır Ayaklanması ve telgrafhane işgali;
1913 Molla
Selim Ayaklanması
(Siirt-Bitlis); 11 Mayıs-19 Ağustos 1919 Ali
Batı Ayaklanması
(Mardin-Savur-Cizre-Nusaybin); 14 Şubat-17 Haziran 1921 Koçgiri
Ayaklanması,
(Zara-Refahiye-Kemah-Divriği); 12-28 Eylül 1924 Nasturi
Ayaklanması
(Hakkari); 13 Şubat-31 Mayıs 1925 Şeyh
Sait Ayaklanması
(Bitlis, Elazığ, Diyarbakır, Urfa); 9-12 Ağustos 1925 Rackotan
ve Raman Tedip
(yola getirme) Harekatı
(Garzan-Silvan-Beşiri-Sason); 10-27 Ağustos 1926 Yakup
Ağa ve Oğulları
Ayaklanması
(Eruh-Zilan-Adıyaman); Kasım 1926-Şubat 1927 Ertuş,
Güyan,
Jirki,
Şerefhan
Ayaklanması
(Çömelek-Beytuşşebap-Nordüz); 1925-1937 Sason
Ayaklanması
(Sason-Batman dağlık bölgesi); 16 Mayıs-17 Haziran 1926 1.Ağrı
Ayaklanması
(Muson-Demirkapı-Doğubeyazıt); 7 Ekim-30 Kasım 1926 Koçuşağı
Ayaklanması
(Ovacık-Çemişkezek-Beylan);
26 Mayıs-25 Ağustos 1927 Mutki
Ayaklanması
(Bitlis
Mutki-Selas ve Kalmas Dağı-Zorikli-İnler);
13-20 Eylül 1927 2.Ağrı
Ayaklanması
(Ağrı
Dağı);
7 Ekim-17 Kasım 1927, Biçar
Tedip ve Tenkil (Yola
getirme-Tepeleme)
Harekatı
(Urfa-Cizre-Cibir-Lis);
22 Mayıs-3 Ağustos 1929 Asi
Resul Ayaklanması
(Eruh-Midyat-Tanzi);
14-27 Eylül 1929 Tendürük
Tenkil Harekatı
(Ağrı Dağı-Karaköse); 26 Mayıs-9 Haziran 1930 Savur
Tenkil Harekatı,
(SavurMidyat-Cizre);
20 Haziran -7 Eylül 1930 Zeylan
Ayaklanması
(Erciş-Muradiye-Patnos-Diyadin);
16 Temmuz-10 Ekim 1930 Oromar
Ayaklanması
(Oromar-Şemdiyan);
7-14 Eylül 1930 3.Ağrı
Harekatı (Ağrı
Dağı);
8 Ekim-14 Kasım 1930 Pülümür
Harekatı
(Erzincan-Aşkirik-Dağbey-Haryi);
1937-1938 Tunceli
(Dersim)
Tedip Harekatı
(Tunceli-Pertek-Hozat).15
Tunceli’den
Günümüze
Tunceli
Ayaklanmasından PKK’nın eyleme geçtiği 1983 yılına dek, 46
yıl boyunca herhangi bir Kürt ayaklanması ortaya çıkmadı.
1980’den sonra başlayan ve aldığı dış destekle uluslararası
bir örgüt durumuna gelen PKK, etkisini sürdürmektedir. 200 yıl
süren ve büyük çoğunluğu emperyalist kışkırtma ve desteğe
dayanan ayaklanmalar, Türkiye’ye ve Kürt halkına büyük
zararlar vermiştir. Ancak, bu ayaklanmalar birtakım aşiret
yönetimleriyle sınırlı kalmış ve kitlesel bir çatışmaya
dönüşerek Türk-Kürt
birlikteliğini
bozacak bir sonuca henüz ulaşmamıştır.
Türkiye
bugün, örneği pek görülmeyen çekinceli ve ilginç bir süreçten
geçmektedir. Varlığı dış desteğe bağlı çok sayıda bölücü
örgüt, varlığı yine dış desteğe bağlı politikacıların
dolaylı-dolaysız desteğiyle, ayrılıkçı eylemlerini
alabildiğine özgür biçimde yürütmekte, halk bu yıkıcı
gidişe, doğal ve tarihsel birikimleriyle kendiliğinden
direnmektedir. Bu, Türkiye’ye özgü ve gerçekten çok
ilginç
bir durumdur. Eğer önlem alınmazsa, halkın kendiliğinden
sürdürdüğü birlik
duygusu
ve bu duygunun oluşturduğu ortak direnç,
sonsuza dek süremez. Siyasi ve yönetsel aymazlığa son verilerek
yoksulluğun giderilmesi, zaman yitirmeden bu yönde adım atılması
gerekir. Bu yapılmadığında, emperyalist kışkırtma, sonunda
başarılı olacak ve etnik köken ayrılıkları giderek yerleşik
çatışmalara
dönüştürülecektir. Bu ise, Türkiye Cumhuriyeti’nin dağılması
anlamına gelecektir.
DİPNOTLAR
1 “XIX
Yüzyılda Kürdistan Üzerine Mücadeleler”
Halfın,
Komal Yay., 2.Bas. 1992, sf.29
2 “XIX
Yüzyılda Kürdistan Üzerine Mücadeleler”
Halfın,
Komal Yay., 2.Bas. 1992, sf.31
3 a.g.e.
sf.31
4 “Kürtler,
İsyan-Tenkil”
Hıdır
Göktaş,
Alan Yay., 3.Basım 1991, sf.13
5 a.g.e.
sf.38
6 Büyük
Larousse, Gelişim Yay., 14.Cilt, sf. 8940 ve a.g.e. sf.38
7 “XIX
Yüzyılda Kürdistan Üzerine Mücadeleler”
Halfın,
Komal Yay., 2.Bas. 1992, sf.39
8 “Kürtler,
İsyan-Tenkil”
Hıdır
Göktaş,
Alan Yay., 3.Basım 1991, sf.17
9 “XIX
Yüzyılda Kürdistan Üzerine Mücadeleler”
Halfın,
Komal Yay., 2.Bas. 1992, sf.48
10 “Cumhuriyet
Dönemi Sağlık Hizmetlerinin Tarihçesi”
Prof.Dr.
Ahmet Saltık,
Bilim ve Ütopya Dergisi, Şubat 1998, Sayı 44, sf.17-19
11 “XIX
Yüzyılda Kürdistan Üzerine Mücadeleler”
Halfın,
Komal Yay., 2.Bas. 1992, sf.80
12 “Kürtler,
İsyan-Tenkil”
Hıdır
Göktaş,
Alan Yay., 3.Basım 1991, sf.18
13 “XIX
Yüzyılda Kürdistan Üzerine Mücadeleler”
Halfın,
Komal Yay., 2.Bas. 1992, sf.80
14 a.g.e.
sf.86– 87
15 “Türkiye
Cumhuriyeti’nde Ayaklanmalar (1924-1938”
Reşat
Hallı;
ak. “Kürtler,
İsyan-Tenkil”
Hıdır
Göktaş,
Alan Yay., 3.Basım 1991, sf.23
16 a.g.e.
sf.117
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder