Türk tarihi,
Büyük
Göçler
ve göçleri
ortaya çıkaran nedenler bilinmeden; dünya tarihi ise, bu göçlerin
başka toplumlara yaptığı etki ve yarattığı sonuçlar
anlaşılmadan kavranamaz. Yedi bin yıl süren göçler
Türk
toplumunun özyapısına
(karakterine)
biçim vermiş ve bugün de yaşamakta olan, belli ki daha da
yaşayacak olan birçok toplumsal özelliğe kaynaklık etmiştir.
Göçlerle gidilen yerler yurt yapılmalı, buraya sağlamca
yerleşilmeli ve bir
daha göç etmek zorunda kalınmaması için
bu yurt ne pahasına olursa olsun korunmalıydı, bunun için,
örgütlü ve güçlü olunmalıydı (devlet). Bu yaklaşım,
Türkler’in neredeyse genlerine işleyen kutsal
bir milli ülkü halini almıştı.
Zorunluluklara dayanan bu ülkü
onlara; Çin’den Mısır’a, Hindistan’dan Avrupa’ya dek çok
geniş alanlarda, devletler kurdurdu; kültürünü bu alanlara
yaydırttı; Türkler’in, dünya tarihi içinde, hiçbir kavmin
yapamadığı kadar uzun ve etkili yer almasını sağladı.
Tarihin en
karanlık çağlarından bugüne kadim bir medeniyet halini gelmiş
olan Türklerin yönetim geleneği üzerine ne yazık ki çok fazla
çalışma bulunmamaktadır. Genç araştırmacımız Hacı
Mehmet POYRAZ,
son yıllarda adından sıklıkla bahsettiren mimar-yazar Metin
Aydoğan
ile “Antik
Çağdan Küreselleşmeye Yönetim Gelenekleri ve Türkler”
isimli iki ciltlik kapsamlı çalışması üzerine konuştu. İktisadi.org
Hacı
Mehmet Poyraz: Gerek
iki ciltlik “Antik
Çağdan Küreselleşmeye Yönetim Gelenekleri ve Türkler”
isimli çalışmanız gerekse diğer çalışmalarınız oldukça
kapsamlı ve üzerinde bir hayli emek sarf edilmiş eserler. Aslen
mimar olmanıza rağmen bu denli bilgi birikimini nasıl elde
ettiniz?
Metin
Aydoğan:
Mimarlık, çoğu kişinin sandığı gibi, konut ya da işyerlerinin
tasarını (planını) yapan, kolay edilinen, sıradan bir iş
değildir. Eğitimi güç, ustalaşması zaman ve uygulamayı
gerektiren, daha önemlisi yüksek kültür isteyen bir meslektir.
Sanata olduğu kadar, tarihe ve toplumbilimine yakınlığı
vardır/olmalıdır.
İnsanla, bağlı olarak toplumla ilgili her şey, mimarın ilgi
alanı içindedir. Doğal çevrenin dışındaki yaşam alanlarının
tümü, mimar tarafından yaratılır. Bunun için okuluna gitmek de
koşul değildir. Kendine ev yapan köylü, yaptığı evin
mimarıdır. Geçmişte şahaserler yaratan insanlar da okula
gitmemiş, usta-çırak ilişkileriyle uygulamalar içinde
yetişmiştir.
Günümüz
mimarlığı kuşkusuz ayrımlı. Toplum yaşamının gelişkinliğine
bağlı olarak kapsamlı bir eğitim istiyor. Mimar adayları,
günümüzün “gecekondu”
üniversitelerinde değil de nitelikli eğitim veren bir okulda
eğitim görüyorsa; tarihi, sanat tarihini, toplumbilimi ve kent
kültürünü öğreniyor demektir. Okul sonrasında bilgisini
geliştirip mesleğine özen gösterirse, gerek mimarlığını ve
gerekse aydın olma niteliğini yükseltecektir. Ben bu yolu seçtim,
kendimi geliştirmek için çaba gösterdim. Bunlar mesleğimle
ilgili yanıtımdır.
Mesleğim
dışında kişisel konum olarak şunları söyleyebilirim: Kitaba ve
okumaya önem veren bir çevrede büyüdüm. Ortaokuldan beri ders
dışı kitap okumayı hiç bırakmadım. Dostoyevski’yi
ortaokul 2. Sınıfta okumuştum. Okuma alışkanlığım eksilmeden
hala sürüyor. Bu alışkanlık bana çok şey kazandırdı.
Hacı
Mehmet Poyraz:
Türklerin
yönetim geleneği gibi bakir bir konuyu çalışmaya nasıl karar
verdiniz?
Metin
Aydoğan:
Yalnızce
Türk
yönetim gelenekleri değil Türk tarihiyle ilgili hemen her şey
Türkiye’de ne yazık ki “bakir”
durumdadır. Bakir sözcüğü yerine, “önlenmiş”
ya da “engellenmiş”
sözcüğünü kullansak belki de daha doğru bir tanım kullanmış
oluruz. Abartılı gibi görülebilir ancak Atatürk’ün
öncülük ettiği tarih araştırmaları, neredeyse onun bıraktığı
yerde duruyor. Kişiye bağlı nitelikli çalışmalar az da olsa var
ancak devlet kurumlarında Türk tarihi araştırılmıyor. Yaşanmış
bir örnek vereyim. Küçük kızım tarihçi. Başarılı bir
öğrenciydi ve iyi bir eğitim aldı. Doktorasını Öntürkler
üzerine yapmak istedi. Ancak Türkiye’de bu konuda doktora yapacak
üniversite bulamadı. Şimdi Almanya’da Osmanlılarda uç sorunu
ve coğrafi algı konusunda doktora yapıyor.
Benim
Antik
Çağdan Küreselleşmeye Yönetim Gelenekleri ve Türkler’i
yazmam, düşünülüp tasarlanmış bir çabanın ve yoğun bir
çalışmanın ürünüdür. 1990’larda Sovyetler Birliği’nin
dağılmasından sonra, dünya tek kutuplu duruma gelmiş adeta 20.
Yüzyıl başına geri dönmüştü. Yüzyıl başında emperyalizm
tartışılıyordu,
yüzyıl sonunda Yeni
Dünya Düzeni
adını verdikleri küreselleşme
tartışılır
oldu. Yazılı ve görsel basında, küreselleşmenin erdemlerinden
sözeden ve yaymacaya dönüşen bilim ve gerçek dışı yayınlar
yapılıyordu. Küreselleşmeyle dünyanın küçüldüğü,
çalışmanın yük olmaktan çıktığı barış ve özgürlük
çağına girildiği, temsili demokrasi ve ölçek ekonomisinin
çağdışı kaldığı söyleniyor, günümüz için tarihin
sonu
deniliyordu. Oysa yaşananlar ne yeni ne de düzenliydi. Dünya,
uluslararası gerilim ve çatışmaların yoğunlaştığı karışık
ve karmaşık bir dönem yaşıyordu.
Bu durumun
insanlarımıza, gerçeği yansıtan, belgeyle kanıtlanan ve kolay
anlaşılır biçimde anlatılması gerekiyordu. Bu konuda doyurucu
bir çalışma yoktu ya da ben bilmiyordum.
Döneme
yönelik bir başka saptamam şuydu: Atatürk’ten
çok söz ediliyor ancak onun önderlik ettiği Türk
Devrimi’nin
niteliği,
nasıl gerçekleştirildiği, dünyaya etkisinin ne olduğu yeterince
bilinmiyordu. Kemalizm,
Türk
tarihi gibi adeta gömülmüş bilinmeyen bir konu durumuna gelmişti.
Atatürk’ü
sevenler çoktu ancak bilenler çok değildi.
Atatürk’le
küreselleşmenin birbirini etkileyen ilişkisini görüyordum.
Günümüzü de ilgilendiren bu ilişkinin, geleceğe yönelik sonuç
çıkarmak için incelenmesi gerekiyordu. Küreselleşme sözcüğüyle
tanımlanan uluslararası ilişkiler bütünü, emperyalizmden başka
bir şey değildi. Batı Avrupa sömürgeciliği, 19.yüzyıl sonu -
20. Yüzyıl başında emperyalizme yönelmiş, liberalizmin yerini
tekelci şirket egemenliği yani emperyalizm almıştı.
Kemalizm,
emeryalizmi daha “daha
gençlik yaşındayken”
yenilgiye uğrattı ve ezilen uluslara örnek olarak emperyalizme
büyük zarar verdi. Bu yüzden de hiç afedilmedi. Mustafa
Kemal,
uluslararası bir ulus devinimi yarattı.
Bu
iki konuyu yani küreselleşme ve Kemalizm konusunu, yergi ya da
övgüden uzak durarak, belgeli ve kanıtlı bir araştırmayla
incelemek, sonuçları halkımıza sunmak istedim. Bin sayfalık
“Yeni
Dünya Düzeni, Kemalizm ve Türkiye - 20. Yüzyılın Sorgulanması”
bu isteğin sonucu olarak ortaya çıktı.
20.yüzyılı
sorgulamış, günümüzü incelemiş ve geleceğe yönelik
önermelerde bulunmuştum. Yüz yıl toplum yaşamında uzun bir süre
değildi ancak Türk toplumu bu yüz yılda, sıradışı
değişimlerden geçmiş, çelişkilerle dolu karmaşık bir dönem
yaşamıştı. Yeniyle eski, tutuculukla devrimcilik iç içe geçmiş,
eskiye dayanan yozlaşma, 20. Yüzyıl başında özellikle yönetim
anlayış ve işleyişinde bozulmalara yol açmıştı.
Ancak, yönetici
konumunda olanlar ne denli yetersiz olursa olsun devlet işleyişi,
her şeye karşın eksik de olsa sürüyor ve sanki kendi kendine
işleyen bir makine gibi işlevini ağır aksak sürdürüyordu.
Bunun bir nedeni olmalıydı. Korunup geliştirmek bir yana, içten
ve dıştan ağır bir saldırı altındayken devletin işlevini
sürdürmesi, sorunlarını çözemese de halkın ona verdiği değer,
duyduğu saygı ilgi çekiciydi. Kimi zaman kendine karşı güç
kullanan bir devlete halk neden güven duyar, ona neden bağlı
kalırdı.
Bu
soruların yanıtının tarihte saklı olduğunu düşündüm.
Amerikalıların yaptığı bir araştırmada, Anadolu Türklerinin
bin yıl önceki değer yargılarının yüzde 38’ini yaşattıkları,
bu oranın Orta Asya’daki Türklerde yüzde 67’ye çıktığı
söyleniyordu.
Yönetim
biçimi ağırlıklı olarak Türk tarihini incelemeye, araştırmaya
başladım. Ve tam bir dipsiz
kuyuyla karşılaştım.
Türk tarihi o denli geniş, o denli görkemliydi ki şaşırmamak
elde değildi. Dünyanın hemen her yerine gitmişler, kimi bakir
yerlerde oranını otantik halkı olmuşlar, başka toplumlarla
kaynaşmışlar, büyük uygarlıklar kurmuşlar, etkileyip
etkilenmişlerdi. Türkler kadar dünyaya yayılan başka bir
milliyet (kavim) yoktur. Çinliler, Hintliler ya da Mısırlılar
yüksek uygarlıklar kurmuşlar ancak başka bölgelere
gitmemişlerdi.
Çalışmalarım
sırasında konunun tam olarak anlaşılması ve günümüze yönelik
sonuç çıkarmak için başka uygarlıkların de incelenmesi
gerektiğini gördüm. Doğudan Batıya tarihe iz bırakan büyük
uygarlıkları inceledim, Türklerin bu uygarlıklara yaptığı
etkiyi arştırdım. Ulaştığım sonuçları yorumlayarak
kitaplaştırdım. Antik
Çağdan Küreselleşmeye Yönetim Gelenekleri ve Türkler
böyle oluştu.
Hacı
Mehmet Poyraz: Kitabınıza
“küreselleşme”
olgusu ile başlamışsınız. Okuyucularımızın bilgilenmesi
açısından küreselleşme sizin için ne ifade etmektedir? Artıları
ve eksileri nelerdir?
Metin
Aydoğan:
Yukarda açıkladım. Küreselleşme emperyalizmin günümüzdeki
adıdır. Benim için emperyalizm ne ifade ediyorsa küreselleşme de
onu ifade ediyor. Olumlu bir yanı yoktur.
Hacı
Mehmet Poyraz:
Hiç
kuşkusuz, antik çağlardan bugüne Türklerde sağlam bir
örgütlenme kültürü olduğu aşikâr. Bu sağlam örgütlenme
kültürünü neye bağlayabiliriz?
Metin
Aydoğan: Türklerde
gerçekten
gelişkin bir örgütlenme yeteneği vardır ve bu yeteneğin kökleri
bana göre çok eski dönemlere, büyük Türk göçlerine
dayanmaktadır. Bu göçler; bir kümenin, boyun ya da aşiretin bir
yerden bir yere gitmesi değildir. Bir ulusun, yeni bir yurt için
göçmesidir. Binlerce yıl süren büyük bir olaydır.
Türk
tarihi, Büyük
Göçler
ve göçleri
ortaya çıkaran nedenler bilinmeden; dünya tarihi ise, bu göçlerin
başka toplumlara yaptığı etki ve yarattığı sonuçlar
anlaşılmadan kavranamaz. Yedi bin yıl süren göçler
Türk
toplumunun özyapısına
(karakterine)
biçim vermiş ve bugün de yaşamakta olan, belli ki daha da
yaşayacak olan birçok toplumsal özelliğe kaynaklık etmiştir.
Yokolmamak
için örgütlü, güçlü ve bilgili olmayı gerektiren göç
eylemi;
Türk toplumunu, geçmişine önem veren, paylaşımcı, dayanışmacı
ve yenilikçi bir toplum yapmıştır. Durağanlığı, tutuculuğu
ve uyuşukluğu sevmeyen; her zaman devingen ve atak, öğrenmeye ve
bilime önem veren, doğayı ve insanı esas alan Türkler, bu
nitelikleri büyük oranda binlerce yıl süren göç
eylemi
nedeniyle kazanmıştır.
Çin’e,
Hindistan’a ya da Batıya yönelen Büyük
Göçler,
toplumun tümünün katıldığı bir eylem olduğu için:
taşınabilir tüm malların yanında, insan unsuru olarak her
meslekten insanı da kapsıyordu. Daha önce yerleşik
yaşama geçmiş olan tarımcı, madenci, zanaatçı, yazıcı, bilim
adamı, din görevlisi ve bunların oluşturduğu kültür; Büyük
Göçler’le
çok uzak yörelere taşınıyordu.
Ayrıca,
binlerce yıl süren bu göçler çoğu kez, daha önce göçüp
yerleşmiş olanları da, eğer göç yollarına denk geliyorsa
sürüklüyor
ve içine alarak götürüyordu.
Göç
olayının kendisi, başlıbaşına bir örgütlenme şahaseridir.
Bilinmezliklerle yüklü yerlere gidiliyordu.
Öncüler, artçılar, yancılar çıkarılmalı; bunlar göç
koluyla sürekli ilişkide olmalıydı. İnsanların (ve hayvanların)
gereksinimleri karşılanmalı, güvenliği sağlanmalıydı. Bu güç
ve karmaşık işte “her
kafadan bir ses çıkmaması için” bir
önder ve yöneticı küme belirlenmeli ve onların buyruklarına
kesin olarak uyulmalıydı (öndere bağlılık).
Yeni
yurda sağlamca yerleşilmeli ve bir
daha göç etmek zorunda kalınmaması için
bu yurt ne pahasına olursa olsun korunmalı, bunun için de örgütlü
ve güçlü olunmalıydı (devlet). Bu yaklaşım, Türkler’in
neredeyse genlerine işleyen kutsal
bir milli ülkü halini almıştı.
Zorunluluklara dayanan bu ülkü
onlara; Çin’den Mısır’a, Hindistan’dan Avrupa’ya dek çok
geniş alanlarda, devletler kurdurdu; kültürünü bu alanlara
yaydırttı; Türkler’in, dünya tarihi içinde, hiçbir kavmin
yapamadığı kadar uzun ve etkili yer almasını sağladı.
Hacı
Mehmet Poyraz:
İslam
ile tanışan Türklerin yönetim geleneğinde ne tür değişiklikler
oldu?
Metin
Aydoğan: İslamiyeti
9.yüzyıldan sonra kabul etmeye başlayan Türkler, büyük bir
çoğunlukla, bin yılı aşkın bir süredir, bu dine bağlı olarak
yaşadı, yaşıyor. Çatışmalarla dolu, uzun bir süreçten
geçerek benimsedikleri bu dinin edilgen inananları olmamış,
Müslüman olan başka uluslardan ayrımlı olarak, bu dini çok
geniş bir coğrafyaya yayarak kurumsallaştırmış ve korumuştur.
Peygamber’in
söz ve davranışlarından oluşan Hadis’lerin
toparlanmasını Türkler
sağlamış, Sunni
mezhebinin oluşumunu Türkler
gerçekleştirmiştir. İslam
dünyasının en büyük ve en seçkin
bilim adamları, en
parlak düşünürleri
Türktür. Haçlı seferlerine karşı koyanlar, İstanbul’u
alanlar, İslamiyet’i Avrupa’nın ortasına, Çin’e,
Hindistan’a dek götürenler Türklerdir.
Türkler,
İslamiyetken çok şey alıp ona çok şey verdiler; onunla
bütünleşip gerçek
temsilcileri
ve yayıcıları
oldular. Yalnızca İslamiyet’i değil, hiç bir dini hiçbir
dönemde bağnazlıkla ele almadılar. Kendilerine ve yönettikleri
topluluklara dini baskı yapmadılar. Dinleri önemli oranda kendi
yaşam biçimine ve geleneklerine uydurdular. Örneğin, Çin’de
Budizmi kabul eden Türkler, bu barışçı dini savaşçı bir din
haline getirmişti.
Türkler,
İslamiyeti kabul etti ancak Araplarda olmayan alışkanlıklarını
sürdürdüler. Kadının özgürlüğü, aile ve toplum ilişkileri,
yurda ve devlete bağlılık, yardım ve dayanışma vb. Araplardan
ve başka Müslüman ülkelerden çok ayrımlıydı. Yatır, türbe,
tekke, tarikat ve zaviyeler Türklere özgü yapılanmalardı. Ölüye
verilen önem, cenaze töreni, musalla taşı, mezar taşı, mezar ve
mezarlık Araplarda yoktu.
İslamiyeti,
birçok konuda kendi yaşam biçimine uygun duruma getiren Türkler,
yönetim anlayış ve işleyişinden ödün vermediler, yönetim
geleneklerini sürdürdüler. Ancak, bu konuda ikisi de Osmanlılar
döneminde olmak üzere iki kırılma yaşandı.
Birinci kırılma 2.
Mehmet
(Fatih) döneminde oldu. Fatih,
Sadrazam Çandarlı
Halil Paşa’yı
öldürttü ve Türk yönetim gelenelerinin devlet politikasındaki
belirleyiciliğine son verdi.
Türklerde
kimi aileler, kuşaktan kuşağa çocuklarını devlet yönetiminde
görev almak üzere yetiştirir, onlara geçmişten gelen yönetim
biçimini koruyup geliştirecek yüksek düzeyli bir eğitim
verirlerdi.
Çandarlılar
bu ailelerin en köklülerindendi. Halil
Paşa’dan
sonra, devlet yönetimine giderek artan biçimde, Türk olmayan
devşirmeler yerleşmiştir.
İkinci
kırılma,
1.Selim
(Yavuz)
döneminde yaşandı. Yavuz,
Mısır seferinden
kutsal emanetler
ile halifeliği
İstanbul’a
getirdi.
Kendi halife olmadı ancak bu girişimiyle, hiç bir Türk devletinde
olmayan, dinin devlet işlerinde kullanılmasının yolunu açtı. Bu
gelişme, Türk yönetim anlayışında kalıcı bir bozulmaya yol
açtı.
Hacı
Mehmet Poyraz:
Türklerin
yönetim geleneği, etkileşim halinde olduğu medeniyetlerden ne
ölçüde etkilendi ve onları ne ölçüde etkiledi?
Metin
Aydoğan: Türkler,
büyük göçlerle dünyanın hemen her yerine gittiler. Doğal
olarak gelişkin ya da azgelişkin birçok kültürle karşılaştılar.
Yurt tuttukları yerlere getirdikleri kültürle, insansız
bölgelerde tek başlarına, yerleşik yerlerde ise yerel
uygarlıklarla kaynaşarak daha ileri uygarlıkların oluşmasına
neden oldular. Kimi yerde yerel uygarlıklar içinde eriyip
kimliklerini yitirdiler, kimi yerde (çoğunlukla) onları kendi
içinde eritip
Türkleştirdiler.
Ancak her iki tür gelişmede de tarım ve hayvancılık merkezli
ikili yaşam biçimi, varlığını uzun süre korudu; sonuçta,
geniş bir coğrafya alanı, Türkleşti,
Türkler buralarda yerel
halk durumuna
geldi.
Türkler,
değişik dönemlerde hanedanlıklar oluşturup Çin’i
yönettiler. Ünlü Çin
Seddi
Türk akınlarını önlemek için yapıldı. Öncekileri saymazsak,
Gazneli
Mahmut’un
1001 yılında Hindistan’a girmesinden 1857’ye dek 8 yüzyıl
Hindistan’ın büyük bölümünüTürkler yönetti. İran
çok uzun bir süre Türkler’in
yönettiği bir ülkeydi. İlk Müslüman
Türk devleti
olan Samanoğulları’ndan
(874),
Pehlevi
hanedanlığına
dek (1925),
(14.yüzyıldaki
Moğol egemenliği ve 1750-1779 arasındaki 29 yıllık Zent
hanedanlığı dışında)
yaklaşık
bin yıl,
İran Türk asıllı hanedanlar tarafından yönetildi.
Hacı
Mehmet Poyraz:
Türklerin
yönetim anlayışında ordunun rolü nedir? Ordunun paralı
askerlere dayanmaması ne ölçüde etkili olmuştur?
Metin
Aydoğan:
Türkler’in yüksek disiplinli, donanımlı, iyi örgütlenmiş,
büyük ve güçlü ordular
kurup bu orduları, adeta bir yenilmezlik efsanesine
dönüştürebilmeleri; yaşam biçimlerine olduğu kadar, kuşkusuz
teknolojik gelişkinliğe de bağlı bir sonuçtur.
Eski Türkler’in
kurduğu ordularda, asker sayısının genel nüfusa oranı, başka
hiçbir kavim ya da ulusta görülemeyecek denli yüksektir. Ordunun
temel gücünü doğal olarak genç nüfus oluşturur; ancak
Türklerde gerektiğinde yaşlılar, kadınlar ve hatta çocuklar da
savaşa katılırlar. Her yaştan insan, savaşta ölmeyi hastalıktan
ölmeye yeğler; savaşmayı, ülkeyi ve kavmi korumanın kendilerine
yüklediği bir görev olarak görür. Bu uğurda ölmek, onlar için
görevini yerine getirmenin en ihtişamlı biçimiydi.
Yaşama
tutkuyla bağlıydılar. Dünyayı severler, ölmekten nefret
ederlerdi ancak millet varlığına yönelen bir tehlike söz konusu
olduğunda, ölmekten hiç çekinmezlerdi. Bir gelenek halinde, iç
içe geçerek günümüze dek gelen bu ikili davranış, kalıcılığı
olan bir töre ve bu töreye dayanan bir ulusal
bilinçti.
Savaşlara, çoğu kez halkın tümünün katılması, ordu
örgütlenmesinde
disiplini gevşetecek bir sonuç doğurmaz ve orduya
katılım, başka hiçbir toplumda görülmeyen düzeyde gönüllülüğe
dayanırdı. Hiçbir
askere ücret ödenmez, hiçbiri paralı asker değildir, kimse
kimseyi zorlamaz, herkes savaşa isteyerek katılır; Türk ordusu
ayağa kalmış bir halk, yürüyen bir ulustur.
Babalar
ve askere gitmeyen kardeşler, yoksul da olsalar, neleri varsa askere
giden oğullara ya da kardeşlere verirdi. Aileler,
devletin herhangi bir istemi olmamasına karşın, çocuklarının
giyim ve gıda gereksinimlerini karşılar, askere öyle yollardı.
Ordu
sefere çıktığında büyük şenlikler düzenlenir, bayram gibi
kutlanır. Günümüzde askere giden gençlerin coşkuyla
uğurlanması, bu törenlerin bugüne dek gelen bir uzantısıdır.
Orduyu
oluşturan insanlar, kişiselliği aşan ortak bir ülkünün,
duygulu birlikteliğine sahiptir. Ancak, ordu
örgütlenmesinde, duygusal olmayan yüksek bir disiplin ve
gerçekçilik egemendir. Bütün birimler neyi, ne zaman ve nasıl
yapacağını bilir, bütünlüklü bir dayanışma içinde olurdu.
Hacı
Mehmet Poyraz:
Türklerin
yönetim geleneğinde kadının rolünü nasıl görüyorsunuz?
Metin
Aydoğan: Devlet
politikasını belirleyen önemli kararlar, silah
taşımaya
ya da savaşma
yeteneğine
sahip herkesin katıldığı Kurultaylarda
alınırdı. Kurultay
toplantılarına, savaşlara
katılma yeterliliğinde oldukları için kadınlar da katılırdı.
Hititlerde
yönetim deneyimine sahip yetkililerin katıldığı Pankuş
adı verilen bir meclis vardı. Bu meclis hükümdarın yetkilerini
kısıtlıyabiliyor ve uygulamalarını denetliyordu. Hükümdardan
sonra meclise karşı sorumlu en üst yetkili, tavanna
denilen hakanın eşiydi?
Eski
Türkler’de kadının siyasi yaşamda önemli bir yeri ve kabul
edilmiş hakları vardı. O dönemdeki inanç düzenini, erkeğin
kutsal kuvvetini
öne çıkaran Toyonizm
ile kadına önem veren Şamanizm’in
oluşturması, kadın ve erkek arasında tüzel (hukuksal) olduğu
kadar siyasi bir denge yaratıyordu. Toplantılara, kadın ve erkek
birlikte katılırdı. Toplumu ilgilendiren siyasi kararlarda, hakan
kadar hatunun
da yetki ve sorumlulukları vardı. Herhangi bir buyruk
yazıldığı zaman, buyruğun
uygulanması için hakanın
yanı sıra hatunun
da imzası olması gerekiyordu; hatunun
imzası eksikse o buyruğa
boyun eğilmezdi.
Hakan,
yabancı ülke elçilerini tek başına kabul etmezdi. Elçiler,
hakanın
sağda, hatunun
solda oturduğu devlet kurulunda, huzura
kabul edilirlerdi. Şölenlere,
genel
toplantılara (kengeş),
kurultaylara,
dinsel törenlere; hatun,
kesinlikle hakanla
birlikte katılır ve bu toplantılarda herhangi bir örtünme
kuralına bağlı olmazdı. Hakanın
yönetimdeki ortağı olan hatunun
ünvanı Türkandı.
Türkan,
tümüne birden hatun
denilen hakan
soyunun prensesleri içinden seçildiği için, ona da yalnızca
hatun
deniliyordu.
Göktürk
Hakanı Gültekin
Han’ın
devlet yönetimini eşi Kutlulu
Sultan
ile paylaşması, konuyla ilgili ilginç bir örnektir. Bu paylaşım,
göstermelik bir değer vermeye değil, kesin olarak Kutlulu
Sultan’ın
iyi yetişmiş, yetenekli bir yönetici olmasına dayanıyordu.
Hacı
Mehmet Poyraz:
Osmanlı’nın
yıkılışında yönetim geleneğinin bozulması ne ölçüde
etkiliydi?
Metin
Aydoğan:
Osmanlı
İmparatorluğu’nu çöküşe götüren nedenler, nesnel koşullar
yanında asal olarak yönetim geleneğindeki bozulmadır. Bu bütün
devletler için geçerli olan bir durumdur. Bir devlet, döneminde ne
denli güçlü ve gönençli olursa olsun; toplumu ayakta tutan
değerleri geliştirip yaşatamıyorsa, yönetim işleyişini çağına
uygun duruma getirip yenileyemiyorsa, ayakta kalamaz, varlığını
sürdüremez. Bu evrensel bir kuraldır.
Türk
yönetim geleneği, 2.
Mehmet (Fatih)
ve 1.Selim
(Yavuz)
dönemindeki
kırılmalar, beraberinde duraklama ve gerilemeye neden olan süreci
başlattı.2.
Mehmet’in
başlattığı,
1.Süleyman’ın
(Kanuni) genişlettiği ve Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışına
dek süren kapütülasyonlar
ise
duraklamanın, gerilemenin ve çöküşün nedeni oldu. Yönetimde
başlayan bozulma kaçınılmaz olarak ekonomik alana yayıldı,
devleti ve toplumu güçsüz kıldı.
Oysa,
Osmanlı devletinde Türk yönetim geleneklerinin uygulandığı ilk
üç yüzyıl içinde, Anadolu’da; artı ürün veren, toplu
üretime dayanan ve pazar için üretim yapan gelişkin bir ekonomik
düzen, Selçuklular’dan beri varlığını sürdürüyordu. Üretim
çeşitliliği oldukça geniş bir alana yayılmıştı. Eskiden
gelen ve yabancı mallara karşı üstünlüğü olan, kimileri tekel
durumuna gelmiş mal
ve ürün
üretimi yapılmaktaydı. Yerli üretim dışa karşı korunuyor,
üretim destek görüyordu.
Ekonomide bağımsızlığın
önemi biliniyor ve önlem de alınıyordu. İmparatorluğun çok
geniş bir alana yayılması, başlangıçta alınabilen ve etkili
olan önlemleri yetersiz duruma getirdi ve yönetim düzeninden
başlayarak ekonomiye dek uzanan, yaygın bir bozulma yaşandı.
Birbiri
içine giren ve birbirinin hem nedeni hem sonucu olan kapitülasyon
süreci, ekonomik yaşama giderek yön veren yabancılara, devletin
güçlü olduğu dönemlerde bile, devlet üzerinde baskı oluşturma
olanağı verdi. Bunlar savaşta yenilseler de, ekonomik üstünlüğün
sağladığı güçle, siyasi yapı üzerinde dolaylı baskı
kurabiliyor, değişik yöntemlerle isteklerini kabul ettiriyorlardı.
Hacı
Mehmet Poyraz: Önceki
soruyla bağlantılı olarak, günümüz Türkiye’sinin yönetim
sisteminin Osmanlı’nın yönetim sisteminin devamı olduğunu
düşünüyor musunuz?
Metin
Aydoğan: Günümüz
Türkiye’sinden ereğiniz Cumhuriyet dönemi ise, bu dönemi
Atatürk’ün
yaşadığı dönem ve bügün yaşananlar olarak iki bölüme
ayırmak gerekir. Atatürk
dönemi, yönetim anlayışı ve Türk yönetim geleneklerine uyum
bakımından Osmanlının yadsınmasıdır (inkarıdır). Bu dönem
yeniliğe açık, gelişmeci ve devrimci bir süreçtir. Yeni devleti
kuran 1. Meclis, Batı parlamentolarından çok, Göktürk toylarına
benzer,
yaşadığımız dönem ise, Osmanlılığa özenilen, dünyadan ve
ülke sorunlarından kopuk ilkel bir öykünme (taklit) dönemidir.
Hacı
Mehmet Poyraz:
Küreselleşmenin
etkileri Türklerin yönetim geleneğini ne ölçüde etkiledi?
Ayrıca, günümüz modern Türkiye’sinde devlet ve devletin
otoritesine duyulan saygı ve inanç giderek azalıyor mu?
Metin
Aydoğan: Küreselleşme
(yani emperyalizm) Türkiye’yi silahsız ele geçiriken, karşısında
amacına uygun hazır bir ülke buldu. Atatürk’ün
ölümünden sonra ülkeyi yönetenler, Batının Sevr
ile elde etmek istediği hemen her şeyi onlara verdi; bunun
koşullarını yarattı. Bu tutum, yurdun güvenliği ve ulusun
gönencini sağlamaya dayanan Türk yönetim geleneğinin
bağımsızlıkçı özünü ortadan kaldırdı. Küreselleşme denen
dış saldırı, ulus-devletin yaşam alanını ele geçirdi.
Yurdunu
ve ulusunu koruyamayan, korumayan, korumacağını dolaylı da olsa
açıklayan ve açıklamalarını uygulayan devlet karşıtlarının
yönetici olduğu bir ülkede devlete saygı ve güven olabilir mi?
“Devleti
küçülteceğiz”,
“devletin
ekonomide yeri yoktur”, “devlet yalnızca güvenlik
ilgilenmelidir”
sözlerini anımsayınız.
Hacı
Mehmet Poyraz:
Son
soru olarak, bir mimar ve bu eserin müellifi olarak Türklerin
yönetim sistemi ile mimarileri arasında bir bağ olduğunu
düşünüyor musunuz?
Metin
Aydoğan: Bu
sorunuza yukarda yanıt verdiğimi sanıyorum. Yönetim anlayışı
ve biçimiyle mimarlık arasında dolaysız ve etkili bir bağ
vardır. Bu bağ o denli güçlüdür ki mimarlık, toplumların
ekonomik, tolumsal ve kültürel yapısının aynası gibidir.
Günümüzde olduğu gibi geçmişteteki toplumların eriştiği
uygarlık düzeyi, yarattığı mimarlık yapıtlarıyla ölçülür.
Binalar, anıt ve tapınaklar, yaşanan çevre, yerleşim biçimi ve
kent tasarları ile bunların tümünün oluşturduğu yaşam ortamı
mimarlığın ilgi alanıdır. Mimarlık yapıtları, tarihçi ve
kazıbilimcilerin buluntuların yaş ve niteliğini saptarken
dayandıkları en sağlam kaynaktır.
Hacı
Mehmet Poyraz: Değerli
vaktinizi bizlere ayırdığınız için teşekkür ederiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder