“Yunan mitralyözleri, dalga dalga gelen Türk askerlerini ot gibi biçti. Biraz sonra, ölüler tel örgülerin önünde ehramlar gibi üst üste yığılmış, katı toprağın yüzünde akan kanlardan kızıl gölcükler oluşmuştu. Ancak arkadan gelenler, arkadaşlarının ölüleri üzerine basarak tırmanıyor ve tel örgüleri aşıyordu. Kemalettin Sami, bu kırıma fazla bakamadı, başını çevirdi. Sonra tepeden bir imamın ezan sesini duydu. O zaman anladı ki, mevzi ele geçirilmiştir.” L. Kinross
Hazırlık
Mustafa
Kemal,
Sakarya Savaşı’ndan sonra, ulusa seslendiği 14 Eylül
bildirisinde; yakın olan kurtuluşa dek “bütün
milletin azami gayret ve fedakarlık göstermesini beklerim”
demişti.1
Zaman yitirmeden çalışmalara başladı. Her zaman olduğu gibi;
dikkatli, soğukkanlı, sonuç alıcı ve gerçekçiydi. Sakarya’da
önemli bir yengi elde edilmiş, düşmana büyük zarar verilmişti;
ancak, “Sakarya
kesin zafer değildi”.
Ordu yorgundu ve güç yitirmişti, eksikleri çoktu. Silah, donanım
ve yeni asker bulmak, askeri giydirip beslemek gerekiyordu. Aylar
sürecek uzun hazırlık döneminde; halkın direnme ve dayanma
gücünü canlı tutmalı, ulusal birliği pekiştirmeliydi.
Deneyimli
komutanlar İsmet
(İnönü) ve Fevzi
(Çakmak) Paşanın yardımıyla, “bir
an bile yitirmeden”,
ikinci bir milli ordu çıkarmaya girişti. “Bu
ezici bir çalışmaydı”
ve “her
şey yeniden kuruluyordu”.2
Silah ve askeri donanım sağlamak için çok uğraştı. Sovyetler
Birliği’nden para ve silah sağladı. Aldığı parayla,
“Fransa’dan,
İtalya’dan, Bulgaristan’dan, Amerika’dan silah satın aldı.”3
Ordu
Kurmak
Son
vuruş
için, iyi donanmış 200 bin kişilik bir ordunun gerekli olduğuna
inanıyordu. Bunun için, savaşabilecek durumdaki herkese gereksinim
vardı. Askerlik yaşını; alttan küçülten üstten büyüten,
yeni askere
çağrı dönemleri
açtırdı. Aralarında güçlü hatiplerin bulunduğu ve çoğunluğunu
milletvekillerinin oluşturduğu gezici Hatip
Kolları
kurdurdu. Bunlar, çatışma dönemleri dahil, cephede askerlere;
cephe gerisinde halka, milli duyguları yükselten, coşkulu
konuşmalar yaptılar.
Yusuf
Akçura,
Samih
Rıfat,
Mehmet
Akif
(Ersoy), Hamdullah
Suphi
(Tanrıöver), Mehmet
Emin
(Yurdakul), Tunalı
Hilmi,
Halide
Edip
(Adıvar) Hatip
Kolları’nda
görev yapan ünlü konuşmacılardı.
Cephedeki
askerlerin gönülgücünü (moralini) yüksek tutmak için, dinlenme
anlarında izleyecekleri gezici tiyatro kolları (Seyyar Cephe Temsil
Kolu) oluşturuldu. Tiyatro Kolları; dekorlarını, katırlar ya da
kağnılarla cepheye taşıyor, kahramanlık konularını işleyen
dramlar, eğlenceli komediler sahneliyordu. Selçuklu Türkleri’ne
dek giden ve Bizansla yapılan savaşlarda uygulanan bu gelenek,
Kurtuluş Savaşı’nda da etkili biçimde kullanıldı. Küçük
Hüseyin Kumpanyası,
Otello
Kazım Gurubu
o günlerin ünlü cephe tiyatrolarıydı.4
Ulusal
İmece
İmalatı
Harbiye Mektebi’nin
asker-sivil çalışanları Anadolu’ya çağrıldı. Çok sayıda
usta ve işçi çağrıya uyarak önce Eskişehir’e, orası elden
çıkınca Ankara’ya geldiler. Eskişehir Demiryolu atölyesinde,
uygun alet ve makine olmamasına karşın, top kamaları yapıldı.
Ankara’da bir süvari
alayı ahırı
temizlenip atölye haline getirildi. Burada, kamadan başka; çeşitli
top parçaları, tüfekler ve kılıçlar üretildi.
Ankara’nın
Samanpazarı semtinde demirciler, bahçe korkulukları, sabanlar ve
ele geçirdikleri her çeşit hurda demirden süngü yapan
imalatçılar haline geldi. Kadın ve çocuklar, bulunabilen “soğuk
ve bakımsız barakalarda”;
fişek doldurmakta, sargı bezi hazırlamakta, iç çamaşırı ya da
çarık dikildi. Üretilen mallar, yiyecekler ve değişik biçimde
elde edilen silahlar, yine kadın, çocuk, hatta yaşlılarla
kağnılar ya da deve kervanlarıyla cepheye ulaştırıldı.
“Mustafa
Kemal Nesli”
Ulusun
tümü, görülmemiş bir imeceyle, yokluklar içinden bir ordu
yaratıp onu savaşa hazırlıyordu. Ş.S.Aydemir
bu büyük çaba için şunları söyler: “Kurtuluş
Savaşı’nda insan unsuruna gelince; eşekle, kağnıyla ya da
sırtlarıyla cephelere cephane taşıyan kadınlardan, dağdaki
asker kaçaklarını vatan savaşçıları haline getiren teşkilatçı
ve sabırlı adsız kahramanlara kadar binlerce insan; büyük
sıkıntılar, sonu gelmez alın terleri ve gözyaşlarıyla, beş on
bin savaş artığı askerden, 200 bin kişilik silahlı, muzaffer
bir ordu yarattılar. Zafere giden çetin ve kanlı yolun kaldırım
taşlarını, onlar döşediler. Şimdi biz, geriye baktığımız
zaman, bu yolun izleri belki pek göze batmaz. Ancak, bizim bugün
bulunduğumuz noktaya, Mustafa Kemal’in nesli, işte o taşların
her birine kendi kanlarından, kendi gözyaşlarından ve alın
terlerinden bir şeyler bıraktılar, bir şeyler kattılar.”5
Yoğun
Emek
Sakarya’dan
sonra yaklaşık bir yıl, orduyu güçlendirmek ve iç
cephe
diyerek çok önem verdiği toplumsal birliği sağlamak için
uğraştı. Savaşın belki de kendisi kadar güç olan bu uğraşta;
hemen tümü dış kaynaklı etnik ve dinsel kışkırtmalar, Padişah
ajanları, işbirlikçi İstanbul basını ve düzeysiz siyasi
karşıtlarla uğraştı. Bir İngiliz ajanı, mutfağında yemeğine
zehir koyacak adam bulacak kadar ona yaklaşabilmişti. Çok
çalışıyor ve çok az uyuyordu. Biraz dinlenmesini söyleyenlere,
gülerek,“dinlenmek
mi, ne dinlenmesi?”6
biçiminde yanıtlar veriyordu.
Sağlık
sorunları sıkça yineleniyor ancak o herkesi şaşırtan ve nereden
geldiği
bilinmeyen
bir güçle
aralıksız çalışıyordu. Meclis’i yönetiyor, yerli-yabancı
kişi ve kuruluşlarla görüşüyor, orduyu örgütlüyor, ülkenin
hemen her yeriyle neredeyse 24 saat ilişki içinde bulunuyordu. Yasa
ve anayasa taslakları hazırlıyor, uzun-kısa telgraf metinleri,
genelge ve buyruklar yazıyor, halka dağıtılacak bildiriler kaleme
alıyor, Hakimiyeti
Milliye
gazetesindeki başyazılarını aksatmadan sürdürüyordu.
Sevgi
ve Güven
Kurduğu
yeni ordunun subay ve erleri, ona, başkomutanlık sınırlarını
aşan bir sevgi ve güvenle bağlıydılar. Güçlü kişiliği
herşeye egemendi. Varlığı askerlere güven veriyor, “onlara
dişlerini sıkarak, her kayaya, her karış toprağa yapışarak
direnme cesareti”
ve “en güç anda,
Kemal Paşa yeni bir taktik ve cesur bir atılımla müdahale eder,
durumu düzeltir”
duygusu veriyordu.7
Subayları, buyruklarının doğruluğuna o denli inanıyorlardı ki,
bunları yerine getirmeyi, vatan savunmasının gerekli kıldığı
kutsal bir görev sayıyorlardı.
Savaşta,
“her siperin
durumunu, her bölümün değerini, her adamın yeteneğini ya da
zaafını ezbere biliyordu”.8
Siperdeki erden üst düzey komutanlara dek herkes, “başkomutanın
karargahtan kendisini gördüğünü, en küçük hareketini bile
kontrol ettiğini sanırdı”.9
Komutanı olduğu ordu üzerinde, saygı ve güvene dayanan kesin bir
egemenliği vardı.
Tek
ve Güçlü Darbe
1922
yazında, ordu hazırdı. Son bir yıl içinde, içte ve dışta
yoğun bir siyasi savaşım yürütmüş ve tüm olanaksızlıklara
karşın 200 bin kişilik bir ordu kurmuştu. Silah ve cephane
bulmuş, birlikleri donatmış ve orduyu en alt düzeyde de olsa
beslenebilir duruma getirmişti.
Amacı,
“savaşı
bir tek darbeyle bitirmekti”.10
Bu, gerçekleştirilmesi kolay olmayan çekinceli (riskli) bir
amaçtı. Bütünlüğü olan, iyi düşünülmüş gerçekçi bir
stratejinin
belirlenmesi, bu stratejiyi
yaşama geçirecek yaratıcı taktiklerin
geliştirilmesi ve bunların hiçbir aksamaya meydan vermeden
uygulanması gerekiyordu. Bu zorlu uğraş, başkomutan olarak ancak
onun başarabileceği bir işti.
Güvenliğe
önem veren ve askerlik mesleğinin çağdaş ilkelerini iyi bilen,
hatta bu ilkelere evrensel boyutta katkı koymuş bir asker olarak,
tüm hazırlığını yaptı. Savaşın başarısı, her şeyden
önce, baskın biçiminde geliştirilecek ani saldırıya
dayanıyordu.
Yaptığı
hazırlığa ve ordusuna o denli güveniyordu ki, utkuyu kesin gören
bir ruh sağlamlığı içindeydi. Ankara’dan ayrılacağı akşam,
Keçiören’de yakın arkadaşlarıyla birlikteydi. Bunlardan biri,
“Paşam
ya başaramazsanız?”
dediğinde, “Ne
demek istiyorsun? Taarruz emrini aldığınızda hesap ediniz. On
beşinci gün İzmir’deyiz
yanıtını almıştı. Zafer’den sonra Ankara’ya döndüğünde,
o gece beraber olduğu arkadaşlarına, “İzmir’e
on dört günde girdik. Bir günlük yanılgım var ama kusur bende
değil, Yunanlılarda” diyecektir.11
Savaş
25
Ağustos akşamı, Anadolu’nun dış dünyayla haberleşmesini
tümüyle kesti. Karargahını Şuhut
yakınlarındaki dağlık bölgeye, oradan Kocatepe arkasındaki bir
tepeye taşıdı. 26 Ağustos sabahı, gün doğumuna bir saat kala,
savaşı yöneteceği Kocatepe’ye
geldi. “Düşüncelerine
gömülmüş, konuşmuyordu. Durmadan doğuya, güneşin doğacağı
ufka bakıyordu. Orada kızıl pırıltı belirip, Anadolu yaylasına
güneş doğarken birden, gürleyen bir gök gibi, topçu baraj ateşi
başladı. Yunan
Ordusu
uykusundan uyandı. Birçok komutan, o gece Afyon’da gittikleri
balodan ancak iki saat önce dönmüştü”.12
Bütün
komutanlara, birliklerini cephe hattından yönetmelerini emretmişti.
Çevreleri, ele geçirilmesi gereken ve bir çanak gibi giderek
yükselen sarp ve kayalık tepelerle sarılıydı. Her biri bir Türk
tümenine hedef gösterilen bu tepeler, zirvesine dek yokuş yukarı
bir hücumla alınması gerekiyordu.
Çok
kanlı bir savaş başlamıştı. Kuran okunarak kılınan sabah
namazından sonra erler, başlarında subayları olmak üzere,
geçilemez denilen demir örgülerin, dikenli tellerin üzerine
atıldılar. “Yunan
mitralyözleri, dalga dalga gelen Türk askerlerini ot gibi biçti.
Biraz sonra, ölüler tel örgülerin önünde ehramlar gibi üst
üste yığılmış, katı toprağın yüzünde akan kanlardan kızıl
gölcükler oluşmuştu. Ancak arkadan gelenler, arkadaşlarının
ölüleri üzerine basarak tırmanıyor ve tel örgüleri aşıyordu.
Kemalettin Sami, bu kırıma fazla bakamadı, başını çevirdi.
Sonra tepeden bir imamın ezan sesini duydu. O zaman anladı ki,
mevzi ele geçirilmiştir”.13
Zafer
Sabah
dokuz buçukta, yani birkaç saat içinde, iki tepe dışında tüm
hedefler ele geçirilmişti. Ani
vuruş
tam olmuştu. Yunanlılar, bir aydır kendilerine yaklaşan ve bir
gece önce gizlice yamaçlardan tırmanıp yanlarına dek sokulan
Türk birliklerinin varlığını, akıllarından bile
geçirmemişlerdi. Büyük saldırıyla karşı karşıya olduklarını
çok geç anladılar. Anladıklarında da artık iş işten geçmiş,
savaşı hemen hemen yitirmişlerdi. Türk süvarileri arkalarından
dolaşarak İzmir demiryolunu kesmiş ve çemberi tamamlamıştı.
Koskoca Yunan Ordusu yok olmak üzereydi.
Dört
gün sonra, 30 Ağustos’ta, büyük saldırı tamamlandığında,
Anadolu’daki Yunan Ordusu’nun yarısı, yani yüz bin asker yok
edilmiş ya da esir alınmıştı. Ordu Komutanı General Trikopis
karargahıyla birlikte, tutsak edilmişti. Ordu’nun diğer yarısı,
“köyleri,
kentleri, ekinleri yakarak; erkek, kadın, çocuk önüne gelen
herkesi öldürerek bir sürü halinde”14
denize doğru kaçıyordu. Anadolu’ya gelirken aldıkları “yok
etme emrini”,
kaçarken bile yerine getiriyorlardı.15
1
Eylül’de, orduya Akdeniz’i ilk hedef gösteren ünlü
bildirisini yayınladı. Subay ve erlerine duyduğu sevgi ve güveni
yansıtan bu bildiride ordusuna; “zalim
ve mağrur bir
ordunun
asli unsurlarını, inanılamayacak kadar kısa bir zamanda yok
ettiniz. Büyük ve soylu milletimizin fedakarlıklarına layık
olduğunuzu kanıtlıyorsunuz. Sahibimiz olan büyük Türk milleti,
geleceğinden emin olmakta haklıdır. Savaş alanlarındaki ustalık
ve fedakarlığınızı yakından görüyor ve izliyorum... Bütün
arkadaşlarımın... ilerlemesini ve herkesin akıl gücü,
kahramanlık ve yurtseverlik kaynaklarını yarıştırarak
kullanmaya devam etmesini isterim”
diyor ve “Ordular!
İlk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!”
buyruğunu veriyordu.16
Yunan
Vahşeti
Kaçış
durumundaki Yunan çekilişi, bir hafta sürdü. Bu bir hafta, Batı
Anadolu’nun uzun tarihi içinde yaşadığı, herhalde en kanlı
haftaydı. “Yunan
askerleri, özellikle Anadolu’da yaşayanları”,
önlerine çıkan bütün canlıları, “hareket
eden herşeyi”
öldürüyordu. Türk Ordusu, “kızıl
bir ölüm alevi gibi”
bütün Batı Anadolu’yu kan ve ateşe boğan Yunan birliklerinin
önüne geçmek, vahşeti durdurmak için hızla ilerliyor, Yunan
Ordusu ise sanki “işlediği
suçlardan kurtulmak ister gibi”
kaçıyordu.
Yunan
askerleri, aldıkları emre uyarak “Hıristiyan
aileleri de önlerine katıp götürmüş, Türkler’in elinde tek
bir sağlam dam bırakmamak için, evlerin tamamına yakınını yok
etmişti.”
Dizginlenemeyen bir kin ve düşmanlık içinde, denetlenemez bir
vahşetle “yakma,
yıkma, yağma, ırza geçme, ne varsa hepsini yaptılar”.17
Rumbold,
İzmir Konsolosundan aldığı rapora dayanarak, Lord
Curzon’a,
“birbirlerini
bile parçalayacaklar. Yaşananlar, insanı tiksindiren bir barbarlık
ve canavarlık rekorudur”
diyordu. Türkler’e barbar diyen Yunanlılar, “bütün
barbarlık ölçülerini aşmışlardı”.18
Uygulanan
vahşet o denli insanlık dışıydı ki, “yuvaları
yakılan ana baba, kardeş ya da çocuklarını yitiren Türk halkı”,
çaresiz bir öfke içinde büyük bir acı yaşıyordu. Her zaman
sevecen, “yumuşak
yürekli ve merhametli”
Anadolu kadınları, esir kafilelerinin peşine düşüyor, Türk
askerlerine, “hiç
olmazsa birini verin, öldüreyim”
diye yalvarıyordu.19
Mustafa
Kemal’e Sevgi
Türk
milleti, doğrudan varlığına yönelen saldırıyı durdurarak
özgürlüğünü sağlayan Mustafa
Kemal’e,
büyük saygı ve kuşaklar boyu sürecek, içten bir sevgi duymuş;
bu sevgiyi, her fırsatta göstermiştir. Çanakkale’den beri
ülkenin her yerinde, dilden dile dolaşan adı, olağanüstü
öykülere dönüşen kahramanlıkları, bir efsane halinde
Anadolu’nun en uzak köylerine, sahipsiz mezralarına dek
yayılmıştı. Türk insanı için o, herşeyin üstesinden gelen,
hem kendilerinden bir parça, hem de gizemli bir destan kahramanıdır.
Ceyhun
Atuf Kansu,
onun düşüncelerini ve halkla kurduğu ilişkiyi, büyük bir
ustalıkla aktarır. “Atatürkçü
Olmak”
adlı yapıtında, Ankara’nın Kurtuluş Savaşı günlerinde
yaşanmış olayları anlatır. “Karaoğlan
Çarşısı”
bölümünde şunlar yazılıdır: “Karaoğlan
Çarşısı’nın en anlamlı, en halkçı saatleri, onun ölüm-kalım
düğümlerini çözdüğü arkadaşlarıyla birlikte, çarşıdan
geçtiği saatlerdi. O zaman, ‘ses’ bekleyen ‘sessiz’ bir
halk kalabalığı meydanı doldurmuş olurdu. Meclis’in önünden
İstasyon’a doğru akan bir Ankara ikindisinde, çarşıda, ara
sokaklarda, Ahi Ankara’nın çalışılmış gün sonlarından inen
bir halk, onu beklerdi. Arkalarında, çarşaflı, yaşmaklı bir
kadın kalabalığı, umut ve özlemle dolu halk kadınları,
kalpaklı önderlerine bakarlardı. Onun en güzel sözü, kalpağına
doğru kalkmış sağ eliyle verdiği selamdı. ‘Selam sana Anadolu
halkı’ der gibi, bazen faytonla, bazen o eski, üstü açık
otomobiliyle,
halkın
arasından Ziraat Okulu’na, ya da İstasyon’a giderdi. Bir Ankara
akşamı iner, halk evlerine dönerdi”.20
9
Eylül 1922’de Nif’e
(Kemalpaşa)
geldiğinde, Nif’li kadınlar, sanki Ankara kadınları buraya
gelmişler gibi, aynı özlem ve bağlılıkla, ülkelerini kurtaran
önderlerine aynı derin saygı ve sevgiyi gösterdiler. Yunan
Ordusu’nun hemen ardından, önce İzmir’i tepeden gören
Belkahve’ye gelmiş, ertesi gün gireceği kente uzun uzun bakarak,
yanındakilerle birlikte Nif’e
geri dönmüştü. Birkaç basamakla çıkılan tek katlı bir evde
kalacaktır. Bunu öğrenen kasabadan bazı kadınlar eve koşmuşlar
ve o gelmeden ortalığı düzeltmeye çalışmaktadırlar. Gerisini
Halide
Edip
(Adıvar) şöyle anlatır: “Gölgeler
gibi çekingendiler. Onu o dar girişte görünce, yere doğru
eğildiler. Sarılıp dizlerinden öptüler. Başörtülerinin
uçlarıyla çizmelerinin tozlarını sildiler. Bir ikisi tozları
gözlerine sürdü. Gözlerinden onun çizmelerine gözyaşları
damlıyordu. Sonra geçip önünde el bağladılar. Ona, yaşlı
gözlerle uzun uzun baktılar”.21
DİPNOTLARI
- “Atatürk’ün Bütün Eserleri”11.Cilt, Kaynak Yay., İst.-2003, sf.391
- “Mustafa Kemal” B.Méchin, Bilgi Kit., Ankara-1997, sf.217
- a.g.e. sf.218
- “Mustafa Kemal ve Milli Mücadelenin İç Alemi” Evner Behnan Şapolyo, İnkilap ve Aka Kit., İstanbul-1967, sf.66 ve 68
- “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, II.Cilt, Remzi Kit., 8.Bas., 1981, sf.441
- “Bozkurt” H.C. Armstrong, Arba Yay., İst.-1996, sf.154
- “Mustafa Kemal” B.Méchin, Bilgi Kit., Ankara-1997, sf.214
- “Mustafa Kemal” B.Méchin, Bilgi Kit., Ank.-1997, sf.214
- a.g.e. sf.214
- “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, II.Cilt, Remzi Kit., 8.Bas., İst.-1981, sf.511
- “Çankaya” F.R.Atay, Betaş A.Ş. İst.-1980, sf.309
- “Atatürk” L.Kinross, Altın Kit. Yay., 12.Bas., İst.-1994, sf.367-368
- a.g.e. sf.369
- a.g.e. sf.370
- a.g.e. sf.370
- “Atatürk’ün Bütün Eserleri” 13.Cilt, Kaynak Yay., İst.-2002, sf.234
- “Atatürk” L.Kinross, Altın Kit. Yay., 12 Bas., İst.-1994, sf.376
- a.g.e. sf.376
- “Çankaya” F.R.Atay, Betaş A.Ş. İst.-1980, sf.332
- “Atatürkçü Olmak” C.A.Kansu, Bilgi Yay., 2.Bas., -1996, sf.139-140
- “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, II.Cilt, Remzi Kit., 8.Bas., 1981, sf.546
Gücünü doğru imanı ve Büyük Gâzî'sinden alan bu ruh, bu millet yeryüzünde varolduğu sürece ölmeyecektir!.. Günü geldiğinde, üzerine örülmüş bunca oyuna/baskıya/şeytanlığa karşı bu ruh tekrar patlamasını bilecektir!
YanıtlaSilBu vatanın evladı, Büyük Gâzî'sine minnettardır, minnettar kalacaktır.