“Batı
tarihçiliği iki tür bencilliğin hala etkisi altındadır. Biri
Hıristiyan bencilliği
(Christocentrism),
diğeri ırk bencilliği (etho-centrism). Batı tarihçiliğindeki bu
iki bencilliğin en iyi göstergesi ‘Türktür’. Tüm nesnellik
örtüleri, konu Türke gelince hemen ortadan kalkar ve Hıristiyan
kültürüyle Avrupa ırkçılığı her yandan sırıtmaya başlar.
Türkten ağzı burnu çarpılmadan söz eden Batı tarihçisine
rastlamak güçtür.” Niyazi
Berkes
Tanım
Türkçülüğün
ve Kemalizmin önde gelen düşünürlerinden Yusuf
Akçura,
Türkleri şöyle tanımlıyor: “Türkler
dediğimiz zaman etnoğrafya
(uygarlık tarihini kavimleri karşılaştırarak inceleyen, kültür
oluşumlarını araştıran bilim y.n.), filoloji
(dil yoluyla bir toplumun kültürünü inceleyen bilim, dil bilimi
y.n.) ve
tarihle ilgili olanların bazen ‘Türk-Tatar’, bazen
‘Türk-Tatar-Moğol’ diye andıkları bir ırktan gelme,
adetleri, dilleri birbirine çok yakın, tarihi yaşamları birbirine
karışmış olan kavim ve kabilelerin tümünü murad ediyoruz. Bu
açıdan İranlı ve Avrupalı bazı yazarların ve onlara uyarak
bazı Osmanlı yazarlarının Tatar dedikleri Kazanlar ve
Azerbaycanlılar yanında, Kırgızlar ve Yakutlar da Türk tanımının
içindedirler”.1
Akçura’nın
genel çerçeve olarak belirlediği tanıma; Başkırt,
Uygur,
Türkistanlı,
Karaçay,
Balkar,
Gagavuz,
Altaylı,
Çuvas,
Çeçen,
Ingus
ile çok sayıdaki küçük boylar da katılırsa, kabul gören bir
Türk tanımı ortaya çıkacaktır. Tek tek ad sayılmayacaksa,
Türkçe
konuşan herkesi
Türk kabul etmek herhalde doğru olacaktır.
Tanımlanan
birliktelik, eski bir tarihe dayanan ve canlılığını koruyarak
varlığını bugün de sürdüren, ortak bir ırkı temsil eder.
Ancak, Türklük kavramı etnik köken birlikteliğiyle sınırlı
kalmaz; onu aşarak, dil ve kültür birliğine dayanan, geniş ve
köklü, ortak bir uygarlığı tanımlar.
Irk
öğesinin, aynı din gibi, toplumsal gelişimi açıklamada tek
başına yeterli olamayacağı açıktır. İnsanlar arasındaki
yaşambilimsel (biyolojik) ayrımları inceleyen insanbilimin
(Antropolojinin) ilgi alanına giren ırk konusu, tarih-toplum
ilişkilerini inceleme ve anlamanın gerek
ancak yetmez koşuludur.
Tarih
ve Nesnellik
Tarihi
incelerken yapılabilecek en büyük yanlışlık, güncel siyasetin
önceliklerinden etkilenerek nesnellikten uzaklaşmak ve geçmişi
yaşanan çağın değerleriyle yargılamaktır. Tarih, bulunmayı ve
çözülmeyi bekleyen bir bilinmezler
yumağı
ise, bu yumağın
çözümü için girişilecek zorlu uğraşta yeri olmaması gereken
tek şey; siyasi eğilimlere, duyguya ve isteme bağlı kalarak
davranmaktır. Ancak, en çok yapılan davranış biçimi de, ne
yazık ki budur.
Dünyanın
hemen her yerinde görülen, isteğe
bağlı tarih araştırması
ya da bir başka deyişle tarihin
çarpıtılması,
Avrupa’da neredeyse başlı başına bir “bilim”
gibidir. Aydınlanma
çağında, beysoylular (aristokratlar) ve varsıllaşan kentsoylular
(burjuvalar) gösterişli saray eğlenceleri ve törenlerde, Antik
Çağ Grek uygarlığına hayranlık gösterilerinde bulunuyor, ona
övgüler düzüyorlardı. Tarih, felsefe ve edebiyat üzerine
söyleşiler yapan bu insanlar; kazılar ya da buluntuların değil,
çarpık bir tarih anlayışının gelişmesine aracılık
ediyorlardı.
Prof.Niyazi
Berkes,
Batıda gelişip kurumlaşan ve doğal ki en başta Türkler’i
aşağılayan bu anlayış için şunları söylemiştir: “Batı
tarihçiliği iki tür bencilliğin hala etkisi altındadır. Biri
Hıristiyan bencilliği
(Christocentrism),
diğeri ırk bencilliği (etho-centrism). Batı tarihçiliğindeki bu
iki bencilliğin en iyi göstergesi ‘Türk’tür. Tüm nesnellik
örtüleri, konu ‘Türk’e gelince hemen ortadan kalkar ve
Hıristiyan kültürüyle Avrupa ırkçılığı her yandan sırıtmaya
başlar. ‘Türk’ten ağzı burnu çarpılmadan söz eden Batı
tarihçisine rastlamak güçtür. Hiçbir Batılı okuyucu da
bunların önyargılarında; nesnelliğe, bilime aykırı birşey
görmez. Onun için bunlar, evrensel gerçeklerdir. ‘Türk’, Batı
tarihçiliğinin bilim efendiliği ölçülerinin dışında kalan
bir şeydir. Batılı tarihçi bu konuda dilediği gibi
konuşabilir”.2
Tarihi
Gizleyenler
Doğu
tarihi, özellikle de onun içinde etkili bir yeri olan Türk Tarihi,
ustalıkla kurgulanan ve yalnızca Antik
Grek
ve Roma
uygarlığına
dayandırılan Avrupa
merkezci
tarih anlayışı için, aşılması
yani yok sayılması gereken bir engel, hatta gizil (potansiyel) bir
çekinceydi (tehlikeydi).
Batılıların
gerçekleri gizlemeye dayanan tarih anlayışı, özellikle
19.yüzyılda ortaya çıkarılan ve gerçeği yansıtan bulgularla,
büyük bir sarsıntı geçirdi. Saygınlığı olan birçok tarihçi
güç durumda kalmış ancak bulunan sayısız belge ve bilgiye
karşın ünlerine
yakışmayan
bir savunma içine girmişlerdi.
Bunlardan
biri olan Ernest
Renan
(1823-1892), Orta
Asya
ve Mezopotamya’da ortaya çıkarılan buluntular üzerine şunları
söyleyecektir: “Toprak
altından çıkarılan bu eski ve yüksek Babil uygarlığını;
Türkler, Finuvalar (Ural
kökenli Laponlar ve Finliler y.n.),
Macarlar gibi, şimdiye dek yakıp yıkmaktan başka marifet
göstermemiş ve kendilerine özgü bir uygarlık yaratmamış ırklar
nasıl yapmış olabilirler? Gerçi gerçek bazen gerçeğe benzemez
gibi görünebilir. Eğer bize, Samilerden ve Arilerden önceki
uygarlıkların en güçlü ve en değerlisini kuranların Türkler,
Finovalar, Macarlar olduğu kanıtlarla ifade ve ispat olunursa
inanırız. Ancak bu kanıtların, onu kabul etmenin doğuracağı
fecaat (yürekler
acısı durum y.n.)
kadar güçlü olması gerekir”.3
Türklerin
Anavatanı
“Büyük
Kadırgan (Kingan)
Dağlar’ından Baykal Havzası’na giden, oradan Altay Dağları
boyunca İtil Havzası’na vararak, Hazar Denizi Havzası, Hindukuş,
Pamir, Karakurum, Karanlık Dağları yoluyla ve Sarı Irmak’la
yeniden Kingan Dağlar’ına ulaşan çizgi içinde kalan bölgeye
Orta Asya Yaylası denir. Türklerin anavatanı bu yayladır”.4
Atatürk’ün
destek ve önerisiyle 1930 yılında Türk Ocağı bünyesinde
kurulan Türk Tarih Kurulu, Orta
Asya’yı
ve Türkler için anlamını böyle tanımlıyor. Kurulda yer alan
Afet
İnan,
Tevfik
Bıyıkoğlu,
Semih
Rıfat,
Yusuf
Akçura,
Dr.Reşit
Galip,
Hasan
Cemil,
Sadri
Maksudi Arsal,
Şemsettin
Günaltay,
Vasıf
Çınar
ve Yusuf
Ziya Özer,
kısa ancak yoğun bir çalışmayla Türk
Tarihinin Ana Hatları
adlı 606 sayfalık bir çalışma hazırladılar ve bu çalışma
100 adet basılarak tartışmaya açıldı.
Orta
Asya Yaylası’nın
Türklerin
anavatanı
olması üzerinde, daha sonra sert tartışmalar yapılacak ve
değişik düşünen çok sayıda insan, bu konuda görüş
bildirilecektir. Asya’nın önemli bir bölümünü kapsayan bu
büyük yaylanın, Türkler’in
anavatanı
olmasının tarih açısından bir önemi var mıdır? Varsa, bu
önemin kapsamı, düzeyi ve bugüne etkisi nedir? Bu etkiye nasıl
bir sınır çizilebilir?
Orta
Asya’nın
çok eskiden beri “Türkler’in
anayurdu”
olması, bilinen ya da sanılandan daha önemli sonuçları olan ve
günümüzü dolaysız etkileyen bir tarih gerçeğidir. Bu olguyu
önemli kılan, kuşkusuz Türkler’in bugün ve geçmişte yaşamış
oldukları yerin belirlenmesi değildir. Tarih açısından önemli
olan, ilk uygarlık gelişiminin bu yörede başlaması ve buradan
yayılması olasılığıdır.
Bu
olasılığın, kanıtlayıcı bulgularla tarihsel gerçek durumuna
gelmesi, yüzyıllardır sürdürülmekte olan Batı
merkezci
tarih anlayışının çöküşü anlamına gelmektedir. Renan’nın
“fecaat”
olarak tanımladığı bu durum, gerçekten “tarihin
yeniden yazılmasını”
gerektirecek kadar önemli bir sonuç ortaya çıkarmıştır.
Tarihin
Yeniden Yazılması
“Tarihin
yeniden yazılması”
sürmektedir. Uygarlığa kıdem biçmek isteyen her çalışma,
ister istemez Orta
Asya’ya
yönelmektedir. Bu yönelişte, bilime bağlı Avrupalı tarihçiler
de yer almışlardır.
Bunlardan
biri olan Macar tarihçi L.Ligeti,
Bilinmeyen
İç
Asya
adlı kitabında Avrupa dışındaki uygarlıklar konusunda şunları
söylemiştir: “Eğer,
uygarlık alanında derece ve şeref eskiliğe, ilk olmaya verilecek
olsa, zafer dalı herhalde biz Avrupalılar’ın değil,
başkalarının olurdu. Çünkü başka yerlerde, yüzlerce binlerce
yıllık uygarlıklar yaşayıp parıldarken, Avrupa kavimleri
barbarlığın uyuşukluğu içine gömülmüş bulunuyordu”.5
Orta
Asya
Orta
Asya’nın
değişik yerlerinde yapılan kazılar, buluntular ve okunan
yazıtlar; başka bölgelerde avcılık ve toplayıcılık dönemi
yaşanırken, burada yaşayanların, hayvancılığı ve tarımı
bildiğini ortaya çıkarmıştır.
Hayvan
evcilleştiren,
alet
geliştiren,
tarım
için orman açan
ve tohumluk
bitki yetiştiren,
maden
işleyen,
yerleşim
yerleri kurup devlet oluşturan,
yazıyı
bulan
bu insanlar; uygarlığın başlatıcısı olmuşlar ve bu uygarlığı
daha sonra başka bölgelere taşımışlardır.
Amerikalı
kazıbilimci
(arkeolog) R.Pumpelly,
Aşkaabat
yakınındaki Anav’da
yaptığı kazılar ve elde ettiği bulgular sonucunda; M.Ö.9 binde
Neolitik
uygarlığın (Ortataş ve Madencilik arasındaki Cilalıtaş
Dönemi), 8.binde hayvancılığın, 6.binde ise madenciliğin, Orta
Asya’da başladığını açıklamıştır.6
Bu tarihler, madencilikte en eski merkez olan Sus’tan bin yıl
öncesine gitmektedir.
Cordon
Childe
gibi kimi tarihçiler, Anav’da
saptanan uygarlığın dışardan geldiğini ileri sürse de, kazıyı
yapan Pumpelly
ve Toung-Dekien,
Anav’ın
merkez olduğunu ortaya çıkarmışlardır. Anav
ve Aşkaabat
bölgesi, o dönemlerdeki Önasya (Sümer ve Sus), Güney Asya
(Hindistan, Sind, Harappa) ve Uzakdoğu’da (Çin, Yunan, Yang-Shoo,
Mançuri) daha sonra gelişen üç büyük uygarlık arasında bir
ilişki aracı ya da onların başlangıç merkezi olmuştur.7
Tarihçi
Sinolog (Çin tarihini, dilini ve uygarlığını inceleyen bilim
dalı) Karlgren,
Honan
ve Mançurya’daki
Neolitik
uygarlığı buraya, Çin’in batısında yaşayan daha ileri bir
uygarlığa iye (sahip), Çinli olmayan bir kavmin getirdiğini
belirtmiş ve bu kavmin “Orta
Asya’da yaşayan Türkler”
olduğunu söylemiştir.8
Aynı
alanda kazı ve inceleme yapan Arne
de, Karlgen’le
aynı kanıya varmış ve “Çin’e
ilk uygarlık ürünlerinin, Batıdan gelen ve daha gelişkin bir
kültüre sahip olan işgalciler tarafından getirildiğini”
ileri sürmüştür.9
Uygarlık
Taşımak
Günümüzden
9 bin yıl öncesine dek giden10
Orta
Asya
uygarlığı, yalnızca Çin’e değil aynı zamanda Mezopotamya,
Mısır ve Hindistan’a da gitmiştir.11
Önce
Mısır ve Mezopotamya’da, daha sonra Hindistan’ın Kuzeyinde ve
Hazar çevresinde bulunan yapıtlardaki ortak nitelikler12,
Orta
Asya
uygarlığının yayıldığı alanın Çin’le sınırlı
olmadığını göstermiştir.
Sir
Avrel Stein,
Andersson,
Arne,
Richthofen,
Karlgen
gibi bilim adamları, Orta
Asya’nın
eski uygarlıkların kaynağı olduğu konusunda birleşmektedirler.13
Son
dönemlerde ise A.Belenitsky
(1987), D.Sch.Beserat
(1987) ve V.A.Rano
(1993); Orta
Asya’da,
Cilalıtaş dönemindeki yerleşik kültürlerin varlığını
saptamışlar bu bölgede, “yerleşik
kültür merkezlerinin (station), Paleolitik (Yontmataş) döneminden
beri var olduğunu”
ayrıntılarıyla ortaya koymuşlardır.14
Yazıtlar
Orta
Asya’dan
Batı Avrupa’ya, Mısır’dan İsveç’e, İtalya’dan
Anadolu’ya dek çok geniş bir alanda 410 yazıt okunmuştur.
Okumalar ve yaş saptamaları sonucunda, ilk kez Orta
Asya’da
ortaya çıkan resim
ve yazıya dönüşen harflerin
(tamga)
hemen aynısıyla, bu bölgelerdeki yazıtlarda da kullanıldığı
görülmüştür.
Yalnızca
Doğu ve Güneydoğu Anadolu ve Mezopotamya’da, M.Ö.15 binden
başlayıp bin yılına dek inen 45 bine yakın kaya üstü piktogram
ve petroglif
bulunmaktadır. Bu yörelerde ayrıca, çok eskiye giden ve Türkler’e
özgü özellikler taşıyan fosiller bulunmuştur. Konya
Çatalhöyük’de bulunan Ana
Tanrıça’nın
gövdesini örten yazıtlar, önTürkçe harflerle yazılmıştır.
Tarihçi
J.Mellart,
Çatalhöyük’ün tarihini M. Ö.6500 olarak saptamaktadır.
Mezopotamyadaki Tell
Es Sawwan
seramiklerindeki yazıtlar da ön-Türkçe harflerle yazılmıştır
ve yaşı M.Ö. 5500 olarak saptanmıştır.15
Ön-Türkçe
Ön-Türkçe’nin
okunması, Orta
Asya
uygarlığı ve en az onun kadar önemli başka tarihsel sonuçları
da ortaya çıkardı. Yeni bulgular, uygarlığın başlangıcı
konusunda Batıda onay gören tarih anlayışıyla çelişmektedir.
Üstelik bu çelişmenin, “göçebe
barbarlar”
ya da “tarihi
olmayan kavim”
olarak değerlendirilen Türklerden kaynaklanması, Batı tarihçileri
için kolay kabul edilebilir bir gelişme değildir.
Durumu
kabul edilmez kılan temel öğe, Türkçe konuşan ve yazan
insanların, çok eskilerde Asya’da oluşturduğu uygarlığın
ortaya çıkarılması değil, bununla birlikte bu uygarlığın
göçler aracılığıyla dünyanın büyük bölümüne taşındığının
belgelenmesiydi.
Dilbilim
araştırmacısı Abdullah
Rıza Ergüven
bu konuda şu saptamayı yapmaktadır: “Asya’da,
Orta Asya’da, İç Asya’da kazılar sürdükçe insanlık
tarihini alışılmış Avrupa ambargosundan kurtaracak durumlar,
buluşlar ortaya çıkıyordu. Yeni buluşların önüne geçmek
için, Avrupa Üniversiteleri araştırma ödeneklerini Afrika’da
çalışma yapacak dilbilimcilere ya da kazıbilimcilere vermeye
başladı. Çünkü onlara göre Asya’da yapılacak araştırmaların
altından ‘bir çapanoğlu’ çıkacaktı. Kültür konusundaki
‘liderliği’ yitirmek istemiyorlardı”.16
Abeceyi
(Alfabeyi) Bulanlar
Kavram
ve düşüncelerin resim ve çizgilerle anlatılmasından kurallı
yazıya, bağlı olarak abeceye (alfabeye) geçilmesinin, M.Ö.8
binlerde başladığı kabul edilmektedir. Kuzey Orta Asya’daki
Ulukem
Vadisi,
Sülyek
Köyünde bulunan, tarihi M.Ö.7000’e giden kaya yazıtı bugüne
dek bulunabilen en eski yazıttır. Ulukem
yazıtları,
bağrış ve haykırışla anlatım döneminin bu bölgede sona
erdiğini ve tek
çekirdekli
bir dilin, ön Türk dilinin ilk kez burada oluştuğunu ortaya
çıkaran belgelerdir.
Bu
dilin başlangıçta yazıya dönüşen 22 harfi bulunuyordu. Harf
sayısı, iki bin yıl işlenerek M.Ö.5000’lerde 35’e ulaştı
ve sağlam kök yapısı olan bir dil ile bu dili kalıcı kılan
kurallı bir yazı ortaya çıktı. Başka hiçbir dilin bu denli
eski bir belgeye sahip olmaması, dokuz bin yılı aşkın geçmişi
olan Ulukem
ve Talas
vadisi
yazıtlarına, yalnızca Türk değil, dünya tarihi açısından da
olağanüstü bir önem yüklemiştir. Tahta çubuklara yazılı
Talas
Vadisi
yazıtları aynı zamanda, tarihteki ilk devlet belgesidir.17
19.Yüzyıl
sonlarında Türkistan’da kazı ve tarih araştırması başlatan
R.Pumpelly,
1908’de Washington’da, araştırma sonuçlarıyla ilgili
Exploration
in
Turkestan
adlı bir yazı yayınladı. O güne dek Batıda tartışmasız kabul
gören tarih anlayışını temelinden sarsan yazıda, Aşkabat’ta
M.Ö.9 binlerde yerleşik bir kültürün varlığından söz
ediliyor ve dayanakları gösteriliyordu. Anav
adı verilen bu kültürün yaşını daha sonra, A.Belenitsky
(1965) M.Ö.5 bin, D.Schmandt-Besserat
(1987) M.Ö.6 bin, V.A.Ranov
ise (1993) M.Ö.7 bin olarak vermiştir.18
Millet
Kavramı
M.Ö.6.yüzyıl
başlarında hükümdar olan Yolug
Tigin,
devletine Biriki
Budun
(Birleşik
millet)
adını vermiş ve diktirdiği anıta şunları yazdırmıştı:
“Babamız
ve amcamızın kazanmış olduğu milletin adı ve gücü yok olmasın
diye, Türk milleti için gece uyumadım, gündüz oturmadım. Ökül
Tigin ve İki Uşud (başbakan) ile birlikte, herşey yitirilmek
üzereyken kazandım. Kazanarak ‘Biriki Budun’un dağılmasını
önledim”.19
Yolug
Tigin’in
bu sözlerle dile getirdiği yönetim anlayışı, Türk tarihinin
her döneminde geçerli olan bir geleneği temsil eder. Devlete ve
devletin geleceğine verilen önemi gösteren bu yaklaşım, Göktürk
yazıtlarında da konu edilecek ve hemen tüm Türk devletlerinin
temel politikası bu anlayış üzerine kurulacaktır.
Eşitlikçi
Toplum
Ön-Türk
devletleri, ortaya çıkış döneminin eskiliği kadar, toplumsal
ilişkiler ve yönetim biçimi bakımından da dikkat çekici
özelliklere sahiptirler. Bu devletlerde, yöneticiler kadar milleti
oluşturan bireyler de kutsal
ve eşittirler.
Milleti ilgilendiren önemli yönetim kararlarında oy hakları
vardır.
Töreyle
yönetilen boylar, ortak bir hukuğu olan devlet yapısı içinde
birleştirilmiştir. Buğ
(yönetici önder)
seçimle belirlenir. Töreler bir tür anayasal düzenlemelerdir.
Yazı bulunduğu için okullar açılmış ve özellikle devlet
görevlerine getirilecek olanlar, her yönden eğitilmişlerdir.
Yerleşik yaşama geçtikleri için kentler kurmuşlar, yönetim
merkezi olarak kullanılan başkent
kavramını geliştirmişlerdir.20
DİPNOTLAR
- “Türkçülüğün Tanımı” Yusuf Akçura, Kaynak Yay., 1998, sf.17
- “Türk Düşününde Batı Sorunu” Prof.Niyazi Berkes, Bilgi Yay., 1975, sf.267–268
- “Histoire de Peuple d’Israel” Ernest Renan ak., “Türk Tarihinin Ana Hatları” Kaynak Yay., 2.Bas.,1996, sf.69
- “Türk Tarihinin Ana Hatları” Kaynak Yay., 2.Bas., 1996, sf.57–58
- “Bilinmeyen İç Asya” L.Lageti, Türk Dil Kur.Yay., 1986, sf.5
- “Türk Tarihinin Ana Hatları” Kaynak Yay., 2.Bas., 1996, sf.68
- “Umumi Türk Tarihine Giriş” Ord.Prof.Zeki Velidi Togan, Edebiyat Fakültesi Bas., 2.Bas., İstanbul–1970, sf.7 ve 397
- “Compte rendu des publications d’Andersson 1924 Karlgren ak. “Türk Tarihinin Ana Hatları” Kaynak Yay., 2.Bas., 1996, sf.86
- “Painted Stone Age Pottery From The Proumce of Honan, Chine 1925” Arne, ak. a.g.e, sf.86
- “Hist de l’Asie”, Herbert H.Gowen, 1929, sf.18, ak.a.g.e. sf.87
- “Türk Tarihinin Ana Hatları” Kaynak Yay., 2.Bas., 1996, sf.87
- “La Civilisation Chinoise” Marcel Granet, 1929 ve “I’Hist de l’Eyt Orient” Renée Grousset C.1, 1929, ak. a.g.e. sf.87
- “Türk Tarihinin Ana Hatları” Kaynak Yay., 2.Bas., 1996, sf.87
- “Ön Türk Tarihi” Haluk Tarcan, Kaynak Yay., 1.Bas., 1998, sf.22
- “Ön Türk Tarihi” Haluk Tarcan, Kaynak Yay., 1.Bas., 1998, sf.41, 123, 147 ve 151
- “Ön Türkçe: Batı Uygarlığının Kökeni” Abdullah Rıza Ergüven, Teori Dergisi Ekim 2000, sf.45
- “Ön Türk Tarihi” H.Tarcan, Kaynak Yay., 1.Bas., 1998, sf.144
- “Ön Türk Tarihi” H.Tarcan, Kaynak Yay., 1.Bas., 1998, sf.56 ve 71
- “Erken Türk Devletleri ve Türük Bil” K.Mirşan, MMB–1999, sf.34
- “Ön Türk Tarihi” H.Tarcan, Kaynak Yay., 1.Bas., 1998, sf.58
Bugün Avrupa'ya, dünü ise Eski Yunan'a mal edilen uygarlığın kökeninin bir önceki kaynağı Anadolu'dur. Kazıbilimci (arkeolog) Fahri Işık bunu topraktan çıkan yapıtlarla kanıtlamaktadır. Orta Asya'dan Batı'ya tarih boyunca göçlerin olduğu bilinen bir gerçektir. Türklerin oldukça dinamik, hareketli kıpır kıpır bir tarihi geçmişleri vardır. Bu bakımdan Çin'in kuzeyinden Avrupa içlerine, Yemen'e ve Hindistan'a kadar olan oldukça geniş bir coğrafyayı etkilemişlerdir. Ünlü tarihçi Hammer'in Türkler hakkındaki görüşü şöyledir. "Türk, Heredot'tan, Tevrat'tan çok eski yüzyılların tanıdığı bir ulustur. Sadelik içinde görkemi, sükunet içinde ihtişamı, tahakküm kabul etmeyen bir yüreklilik, alabildiğine geniş bir fetih aşkı, sonsuz bir teşebbüs kabiliyeti, bölgelere uymaktan çok bölgeleri kendine uydurma zevki ve alışkanlığı Türk milletinin asırlar dolduran tarihinde açıkça görülür."
YanıtlaSilYazıda da belirtildiği gibi Batılı tarihçilerin Türk tarihine bakışı emperyalist geleneklerine uygundur. İşte bunu aşmak için geniş bir coğrafyada izleri bulunan Türk tarihinin Türk kazıbilimci (arkeolog) dilbilimci (filolog) ve tarihçiler tarafından araştırıldıktan başka bunların halka indirilerek belletilmesidir. Değilse bugün olduğu gibi tarihimizi İslamla başlatır, İslam öncesini yok sayar, bir zincirin halkaları gibi arka arkaya dizilmiş Anadolu Uygarlıklarını "bizden değil" diye yok sayarak çöl Arapları gibi kendimizi bir çadır kültürüne mahkum etmeye devam ederiz.