Mussolini, yönetime gelir gelmez devletin elinde bulunan telefon, hayat sigortası, belediye
işletmeleri ve tüm devlet tekellerini
özelleştirdi. Devlet, 1924 yılında iflas eden Banco di
Sconto ve Banco di
Roma’nın tüm borçlarını üzerine aldı. Büyük şirket ağırlıklı nama
yazılı hisse senetlerinin tümü devlete ödettirildi. Mussolini,“biz devleti, bütün ekonomik yetkilerin
pisliğinden temizlemek istiyoruz. Demiryolcu, postacı sigortacı devlet yeter”
diyordu. Almanya’da; Krupp, Thyssen,
Schact gibi sanayi tekelleri Hitler’i destekledi. Bu şirketler,
başta Hitler olmak üzere Nazi
önderlerini açıkça kâra ortak ettiler. Tekelci sermayeye büyük devlet
yatırımlarının ihaleleri verildi. Bunların çoğu “şirkete göre iş” biçimindeydi.
Küreselleşme Öncüsü, İtalyan Faşizmi
İtalyan kapitalizmi
cılızdı ve başından beri devlet yardımına gereksinim duymuştu. İtalyan
burjuvazisi ancak devlet koruması ve desteğiyle zenginliğe ulaşabilirdi. Bu
olgu ulusal birliğini İtalya gibi geç sağlayan Almanya için de geçerliydi. Bu
iki ülkedeki ekonomik uygulamaları kısaca incelemek; bugün, “sınırsız
bir özgürlükle” dünyaya yerleştirilmeye çalışılan
küreselleşme uygulamalarının,
hangi ideoloji ile örtüştüğünü göstermesi açısından yararlı olacaktır.
Mussolini siyasi partileri ve tüm kitle örgütlerini kapatıp
yönetimini sağlamlaştırdıktan sonra, 1927 yılında ekonomik gerçeklere uygun
düşmeyen bir kararla ve yönetimini yaymaca (propaganda) amaçlı olarak liretin
değerini yükseltmişti. Dışsatım daralmasına yol açmasına karşın bu uygulama
hammadde ve ara mallar dışalımlıyan (ithal eden) büyük sanayi kümeleri için
yararlı olmuştu.1 Yeterli sermaye birikimine sahip olmayan küçük ve
orta işletmeler, bu dönemde büyük şirketler tarafından yutularak yokedildiler.2
Liretin değerinin ani
ve aşırı yükselmesinin büyük sanayinin bir bölümünde yarattığı hoşnutsuzluk ise
devletin ekonomik varlıklarının bu kesimin emrine verilmesiyle giderildi. Mussolini,
politik terörün kendisine verdiği güçle, devleti çok kısa bir süre içinde
tekelci şirket çıkarlarını gözeten bir örgüt durumuna getirdi. Önemli kamu mal
ve işletmeleri bu firmalara devredildi. Devlet yatırım fonları, kredi ve
teşvikler şirket kasalarına akıtıldı.
21 Nisan 1927’de kabul
edilen Çalışma Bildirisi’nin (Carta del Lavaro) 7. ve 9.Başlamları (maddeleri) şöyle diyordu: “Ulusal çıkarların sağlanmasında en etkili ve yararlı araç özel
girişimdir... Devletin üretime müdahalesi ancak, özel girişimin olmadığı
durumlarda sözkonusu olacaktır”.3 Oysa Mussolini yönetime gelene dek, “çürümüş
liberalizme” karşı olduğunu söylüyordu.
Büyük şirket istemlerinin egemen devlet politikası
durumuna gelmesi bugün olduğu gibi, halkın yaşam düzeyinin düşmesine ve
işsizliğin yayılmasına yol açtı. Ücretlerdeki düşüşe karşın, sendikaları
kapatılan, öncüleri hapsedilen işçiler doğal olarak herhangi bir tepki
gösteremedi. İşgücü ve sermaye, endüstri
ve tarım; “ulusal uyuşum” (armoni) adı verilen ve büyük sermaye ile toprak sahiplerinin belirleyici
olduğu “korporasyon” örgütlenmelerinde
biraraya getirildiler. Faşist hükümet, işçi–patron, kapitalist–emekçi gibi
ayırımları örtmek amacıyla bunların hepsine birden “üreticiler”,
oluşturulan örgütlere de “üreticiler
birliği” adını verdi.
Günümüze Benzerlik
Otoyollardan sulama ve
bataklık kurutma projesine kadar bütün devlet yatırımları, önce ihale, daha
sonra özelleştirme adıyla büyük sermaye kümeleri ile toprak sahiplerine
devredildi. Hükümet yetkilileri ve başta Popolo
D’İtalia olmak üzere faşist basın, bu uygulamaları İtalya halkına
abartılmış yaymacalarla, “İtalya’nın
güçlü kılınmasını sağlayacak çağın gereği gelişmeler” olarak duyurdu.
Mussolini’nin, devletin ekonomideki yeri konusundaki görüşleri,
günümüz politikacılarının görüşleriyle hemen hemen aynıydı. Mussolini, Marcia du Roma’nın
birinci yıldönümünde şunları söylüyordu: “Biz
devleti, bütün ekonomik yetkilerin pisliğinden temizlemek istiyoruz.
Demiryolcu, postacı sigortacı devlet yeter”.4
Faşist diktatörlük
altındaki İtalya’da İlva Grubu, Ansoldo, Fiat, Breda, Pirelli, Burgo gibi sanayi gruplarıyla Banco di
Commerciale, Banco di Sconto, Credito D’İtalia, II Credito D’İtalia ve
Banco di Roma gibi bankalar, devlet
kaynaklarını ve kamusal işletmeleri devralan ya da sınırsız bir biçimde
kullanan büyük sermaye kümeleriydi. Tekelci sermayenin tek amacı, baskı yöntemleriyle
kamu yetkesine (otoritesine) egemen olmaktı. Bu amaç ayrıcalıklılar şebekesinin
hizmetindeki faşist parti yönetimi ile gerçekleştiriliyordu.5
Mussolini, gelir gelmez devletin elinde bulunan telefon, hayat
sigortası, belediye işletmeleri ve tüm devlet tekellerini
özelleştirdi (bunların büyük bölümü 2.Dünya Savaşı’ndan sonra
devletleştirildi). Devlet, 1924 yılında iflas eden Banco di Sconto ve Banco di Roma’nın tüm borçlarını üzerine aldı ve bu
bankalara 1926’ya kadar süren bir dizi kurtarıcı destek verdi. Büyük şirket
ağırlıklı nama yazılı hisse senetlerinin tümü devlete ödettirildi.
Savaş sırasında
yasadışı yollarla elde edilen varsıllıkları soruşturan Araştırma Kurulu, Mussolini yönetime geldikten 20 gün sonra kaldırıldı. Topraksız
köylülere toprak edinme olanağı veren Visocchi Kanunu iptal edildi. Tarıma yapılan teşvikler üretici
köylülere değil, “L’associazione dei geogofili” ve “Federconsorzi” adıyla büyük toprak sahiplerinin
oluşturduğu örgütler aracılığıyla, tarım tekellerine verildi.
Devlet, bankalar başta
olmak üzere büyük sanayi işletmelerinin zararlarına karşı garanti oluşturan
sigorta organı haline getirildi. Anonim şirketlerin gelirlerinden alınan
vergiler indirildi, fiyatların ve kazançların belirli olması yolu kaldırıldı.6
SIP adı verilen bir
yapılanma ile kazançların büyük özel işletmelere, zararların ise devlete
yüklendiği bir dizge oluşturuldu. 1933 yılında, “güçlük içinde” olan
işletmelere akçalı yardım yapmakla görevli IMI ve zarar eden kuruluşları
devralan IRI adlı devlet örgütleri kuruldu. IRI savaş sonuna kadar firmalara 8
milyar Liret dağıttı. Bu para İtalyan halkının aynı dönem içinde ödediği
vergilerin toplamı kadardı.7 Bunun açık anlamı, halktan alınan
vergilerin tümü bir avuç büyük endüstriciye ve bankere dağıtılmasıydı.
Faşist diktatörlükle yönetilen İtalya’daki ekonomik
uygulamalarla günümüzdeki özelleştirme uygulamaları arasındaki benzerlik birçok
kişiye şaşırtıcı gelebilir. Ancak bunlar yaşanmış gerçeklerdir. Mussolini,
sınırsız bir özgürlük içinde devlet kurumlarını özelleştirerek İtalyan halkını
sonu kanla bitecek bir maceraya sürüklerken; aynı yıllarda Atatürk, yoksul Anadolu’da devletçilik yoluyla mucizeler
yaratıyor, güçlü bir halk devleti kuruyordu.
Alman Uygulaması
Tekelci şirket
çıkarlarını gözeten uygulamaların yoğun olarak uygulandığı bir başka ülke Nazi
Almanya’sıdır. Nazizmin ekonomik uygulamaları, aynı İtalya’da olduğu gibi,
siyasi baskının ardından gelmişti. Sürekli kılınan terör ortamında tekelci
sanayi sermayesinin ve büyük toprak sahiplerinin istemleri, herhangi bir
engelle karşılaşmadan hızla yerine getirildi. Dünyanın her yerinde olduğu gibi
Almanya’da da, politik terörü “ekonomik terör” izledi.
Yönetime gelinince
Nasyonal Sosyalist Parti’nin izlence (program) ve yaymacasından,
anti–kapitalist söylemler çıkarıldı ve büyük şirket istemleri, hükümet
politikalarına tam olarak yerleşti. Toplumda uygulamalara karşı çıkacak örgütlü
bir güç kalmamıştı. “Kapitalizmin dizginlenmesini” isteyen “inançlı Nazilerden” oluşan SA’lar (Hücum Kıtaları) bile yok
edildi. İçlerinde Hitler’in eski “dava arkadaşlarından” Röhm
ve Strasser’in de bulunduğu ve
yönetim öncesinde dile getirilen anti–kapitalist söylemlerin uygulanmasını
isteyen yüzlerce SA yöneticisi, büyük sanayi kümelerinin isteği üzerine 30
Haziran 1934 gecesi SS’ler
tarafından topluca öldürüldü.8
İtalya’da Mussolini’yi destekleyen büyük şirketler
Almanya’da Hitler’i desteklediler. Krupp, Thyssen
ve Schact, 1 Haziran 1933’de Adolf Hitler–Spende
der Deutschen Wirtschaft’ı (Adolf Hitler Bağışı) kurumlaştırarak,
başta Hitler olmak üzere Nazi önderlerini açıkça kâra ortak ettiler.9
Bu karardan 45 gün sonra, büyük sermayenin temsil örgütü Generaltrat der
Wirtshaft (Genel Ekonomi Konseyi), devlete ve partiye karşı
özerkliği olan bir örgüt durumuna getirildi ve Alman ekonomisine yön vermeye
başladı. 1933’de uygulamaya konulan Dört Yıllık Plan, tümüyle büyük sermayenin
önceliklerini gözetiyordu.10
Değişmez Tutum
Hitler, Mussolini’nin
ekonomik politikasının hemen aynısını daha kapsamlı bir biçimde Almanya’da
uyguladı. 1929 dünya bunalımının olumsuz etkilerini azaltmak için tekelci
sermayeye büyük devlet yatırımlarının ihaleleri verildi (bu uygulamayı aynı
dönemde Roosvelt yaygın olarak
ABD’nde gerçekleştirdi). Bunların çoğu “şirkete göre iş” biçimindeydi
ve devlet açısından işe yaramayan verimsiz yatırımlardı. Tekelleşme büyük bir
istekle desteklendi.
15 Temmuz 1933’te
çıkarılan bir yasayla, Ekonomi Bakanlığı’na, şirketleri birleştirme yetkisi
verildi. 1933 Temmuz’u ile Kasım’ı arasında 30 kartel birleşmesi (Tekelci
sermaye piyasasında, şirketlerin daha çok kazanmak ya da başka birliklere karşı
tutunabilmek için kurdukları birliktelik) gerçekleştirildi. Sermaye
yoğunluğunun daha düşük olduğu sanayi dallarında 38 yeni kartel kuruldu.11
Karteller, 1936’ya dek biçimsel olarak, Ekonomi Bakanlığı’nca
denetlenirken, 1936’dan sonra yönetim ve denetim tümüyle sermaye sahiplerine
bırakıldı.12
Naziler yönetime gelir gelmez, kendinden önceki
hükümetlerin devletleştirdiği tüm işletmeleri özelleştirdi. Daha sonra başka
devlet işletmeleri de hızlı bir biçimde büyük sermaye kümelerine devredildi.
1929 büyük bunalımı nedeniyle batan ve 1931 yılında devlet denetimi altına
giren bankalar, sermaye artışları devlet bütçesinden karşılanıp akçalı güçleri
arttırıldıktan sonra yeniden özelleştirildiler. Gemi yapımı ve deniz
ulaşımı ile belediye
işletmelerinin tümü özel kesime devredildi. Batan şirketleri kurtarmak
amacıyla daha önce devlet tarafından satın alınan hisse senetleri şirketlere
geri verildi.
Özel girişimin yatırım
yapmadığı alanlara devlet yatırımları yapıldı. Verimsiz sayılan bu alanlara
yatırılan sermaye için hisse senetleri çıkarıldı. Yatırılan sermaye için
temettü garantisi verildi. Zararları ise, devlet üzerine aldı. Yatırım riskleri
azalınca da bu kuruluşlar özel şirketlere devredildi.
Büyük yol, bina, santral, iletişim vb. yatırımları yapıldı. Buralarda bir yandan işsizlerin
düşük ücretle örgütsüz olarak çalışmaları sağlanırken bir başka yandan
ayrıcalıklı büyük firmalara kolayca sermaye birikimi sağlayacak yüksek kazançlı
iş alanları yaratılmış oldu.
Teşvikler ve krediler firma kasalarına akıtıldı. Sonuçta
büyük şirketlerle devlet iç içe girdi. Daha doğrusu devlet tam olarak büyük
sermayenin devleti durumuna geldi. Bu kaynaşmaya en çarpıcı örnek kısa sürede
büyük bir sanayi devi durumuna gelen Rheinmetall Börsig şirketinin
Denetleme Kuruludur. Bu kurulda,
Karl Bosch, Börsig, Deutsche Bank ve
Dresten Bank temsilcilerinden
ayrı olarak şu üyeler vardı: Nasyonal Sosyalizmi kabul ettiğini açıklayan
beysoyluluğun (aristokrasinin) temsilcilerinden Gota Dükü Soxe Cobourg, Devlet Bakanı Trendelenburg,
Maliye Bakanlığından bir temsilci, Ordu Temsilcisi olarak Emekli Albay Thomas ve kamu nitelikli bir kredi
kuruluşu olan Reichskredigesellschaft’ın bir temsilcisi. Almanya’da, Vögler, Reusch, Thyssen, Krupp, Von
Bohlen, Bosch, K.F.Siemens, Frowein, Cuno gibi büyük sanayiciler ve bankerler,
Nazilerin devlet destekleri ve özelleştirme uygulamalarıyla çok kısa zamanda
sermaye imparatorlukları durumuna geldiler.13
Şirketler ve Küresel Faşizm
Mussolini ve Hitler,
bugün tüm Batılı ülkeler tarafından yeriliyor ancak kurdukları ekonomik düzen
hemen hiç eleştirilmiyor, tersine bu düzen, etki alanı genişletilerek
saltıklaştırılıyor (mutlaklaştırılıyor) ve uygulanıyor. Bugün, Batıda geçerli
olan ekonomik işleyiş ve tekelci yapı, 1930 İtalya ve Almanya’sındaki
uygulamalardan çok daha yoğun ve geniş kapsamlıdır.
Şirket evlilikleri ve
birleşmeleriyle sağlanan uluslararası “sermaye
entegrasyonunun”, dünyayı küçülttüğü ve savaşları önlediği söyleniyor. Aynı
şeyler 1930’larda da söyleniyordu. İngiliz Unilever, Brown–Boveri,
Amerikan Ford, General Motors başta olmak üzere birçok Batılı sermaye
kümesi, Nazi Almanya’sında büyük yatırımlar yapmış, şirket satın almış ve
ortaklıklar kurmuştu. Almanya o yıllarda, Fransa’dan sonra dünyada en çok
uluslararası şirket birleşmesi olan ülkeydi. Hitler hükümeti, dışarıya
açılan Alman şirketlerini ve dışsatımcı firmaları birçok dışsatımcıbağışıklık
(muafiyet) ve teşvikle desteklemişti.14 Ancak tüm bunlar tırmanan
siyasi gerilimleri ve gelen savaşı önlemeye yetmemişti.
Faşizm bir araçtır,
tekelci şirket egemenliğinin çekinceye düştüğü anda devreye sokulan bir araç.
Çekince oluşmadığı sürece, dünyaya yön veren büyük sermaye elitleri ve onların
politik uzantıları; “inanmış barış severler” ve kararlı “anti–faşistlerdir”.
Ancak, çıkarlarına ve düzene yönelecek en küçük bir tehdit söz konusu olduğunda
kolayca barbar savaşçılar olurlar. Bu gerçeği, 1930’larda Hitler bile
açıkça dile getirmiyordu. Ancak Amerikalılar bugün yaptıklarını açıkça ilan etmekten
çekinmiyorlar: “Çıkarlarımıza ters düşen her yere müdahale ederiz.”
1930 Almanya’sı ile günümüz ekonomik uygulamaları
arasındaki benzerlikleri inceleyen Fransız ekonomist Charles Bettelheim
şunları söylemektedir: “Nazi Almanya’sında devletle büyük sermayenin iç içe
geçmesi, tekelci kapitalist ekonominin eğilimlerinin son aşamasına vardığını
gösterir. Zorunlu karteller, yoğun devlet siparişleri, kredi garantisi, dünya
pazarlarıyla saldırgan ilişkilerin yerleşmesi, ekonomik sübvansiyonlar ve
fiyatların düzenlenmesindeki işleyiş varılan noktayı gösteren örneklerdir.
Örneklerin günümüz uygulamalarıyla benzerlikleri rastlantı değildir. Bu
benzerlikler, güncel kapitalizmin gizli olarak nazi Almanya’sının ekonomik
yapısına benzer bir ekonomik yapı içerdiğini gösterir”.15
Yapısal Uyum
Küreselleşme ile faşizm arasındaki ekonomik yapı
benzerliği kaçınılmaz olarak, siyasi ve hukuksal alandaki yapısal uyumun da
özdeksel (maddi) temelini oluşturmaktadır. Ortak ekonomik temel; ortak düşünce,
ortak davranış ve ortak kültür demektir. Geçerli kılınmaya çalışılan demokratik
düzen anlayışı, emperyalist dönem demokrasisiyle faşizmi birbirinden ne denli
ayırmaya çalışırsa çalışsın; aynı temel üzerine oturmaktadır. Bu iki anlayışın
benzerlikleri sürmektedir. Siyasi demokrasinin günümüzdeki işleyiş kuralları
içinde insanlar, kendi geleceklerine nereye kadar karar verebileceğini
bilmemektedir. Demokrasi sınırının, halk kitlelerini dışarda bırakarak
daralması ve bu sınırın küçük bir azınlığı çıkarlarıyla örtüşür duruma gelmesi
demokrasiden söz etmeyi olanaksız kılmaktadır. Eğer günümüzde demokrasiden söz
edilecekse bu demokrasi kuşkusuz “tekelci şirket demokrasisinden” başka
bir şey olmayacaktır.
DİPNOTLAR
1
“Devrimler ve Karşı Devrimler
Ansiklopedisi” Gelişim Yayınları,
Sayı 14, sf.331
2
“Almanya’da Nazizm ve Sosyalist Hareket”,
Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, 3.Cilt,
sf.82
3
a.g.e. sf.825
4
“Devrimler ve Karşı Devrimler
Ansiklopedisi” Gelişim Yayınları,
Sayı 14, sf.333
5
“Almanya’da Nazizm ve Sosyalist Hareket”
Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, 3.Cilt, sf.821
6
“Devrimler
ve Karşı Devrimler Ansiklopedisi” Gelişim Yayınları, Sayı 14,
sf.333
7
“Almanya’da Nazizm ve Sosyalist Hareket”
Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, 3.Cilt, sf.82
8
a.g.e. sf.825
9
Le Figaro Magazine, 24.07.1999
10
“Almanya’da Nazizm ve Sosyalist Hareket” Sosyalizm
ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, 1.Cilt, sf.55
11
a.g.e. sf.102 ve 234
12
a.g.e. sf.192
13
“19.Yüzyılda Fransa’da İşçi Kültürü” Ahmet
İnsel, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi,
İletişim Yayınları, sf.78
14
a.g.e. sf.78
15
a.g.e. sf.386
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder