623 yıllık Osmanlı saltanatı 1 Kasım 1922'de, TBMM'de
oybirliğiyle kabul edilen bir yasayla kaldırıldı. Yazıyı; saltanat
heveslilerinin arttığı günümüz ortamında, ders çıkarılır düşüncesiyle
yayınlıyoruz.
Vahdettin,
ulus vicdanını gerçek anlamda rahatsız eden ağır suçlar işlemişti. Anadolu’da
ordu yoksulluk içinde savaşırken; kadınlar, yaşlılar, çocuklar ölüm dahil her
türlü eziyeti göze alıp ateş hatlarına silah götürürken; İstanbul’da, “en
sıradan hamal bile özgürlüğün temeline bir taş koymak için yaşamını tehlikeye
atmaktan çekinmezken”; Padişah, tüm ulusun kutsal saydığı bu savaşa
katılmamış, tam tersi her türlü karanlık oyun içinde düşmanla işbirliği
yapmıştı. Tüm ulus, bağımsızlığı için “kendini feda ederken”, o ülkeyi
işgal edenlerle anlaşmıştı. Kendi ulusunun başarısını değil, onu yok etmeye
gelenlerin başarısını diliyordu. Düzenlediği iç isyanlarla kardeş kanı akıtmış,
Kurtuluş Savaşı önderlerini idama mahkum etmişti.
Kaçış
Osmanlı
İmparatorluğu’nun son padişahı VI.Mehmet (Vahdettin), 16 Kasım 1922 öğleden
sonra, Saray hizmetlilerine o geceyi Tören Köşkü’nde geçireceğini
bildirdi. II.Abdülhamit tarafından Alman İmparatoru II.Giyyom’u
ağırlamak için 1889’da Yıldız Sarayı’na bağlı olarak yaptırılan bu
bölüm, ivedi olarak ısıtıldı ve Vahdettin akşam Köşk’e geçti.
Görevliler, durumu
olağan karşılamış, Büyük Millet Meclisi kararıyla tahttan uzaklaştırılan
Padişah’ın, bundan böyle Tören Köşkü’nde yaşayacağını sanmıştı. Oysa,
gerçek durum başkaydı. Devrik Padişah Köşk’e yerleşmek için değil, İngilizlere sığınarak ülkeden kaçmak
için geliyordu.
Davranışı, önceden
tasarlanmış ve bir plana bağlanmıştı. Altı yaşındaki oğlu Şehzade Ertuğrul,
altı danışmanı, hekimi, iki harem ağası ve kendisi toplam on bir kişiydiler. Mücevherler,
değerli taşlar, içinde altın olan saray eşyaları, Vahdettin’in “dikkatli
gözetimi altında”, özenle sandıklara yerleştirilmişti.
17 Kasım sabahı saat 6’da,
ortalık henüz tam ağarmamışken, küçük topluluk Köşk’ten ayrıldı.
Dışarda, üzerinde kızılhaç işareti bulunan iki otomobil ve çevresinde İngiliz
subay ve erleri bekliyordu. Küçük bir askeri birlik otomobilleri izledi.
Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. İngilizler yoğun yağmura karşın,
gidilen yol boyunca, sözümona “yürüyüş ve silahlı talim için” toplanmıştı.
Gerçekte bu düzenleme,
Padişah’ın güvenliğini sağlamaya yönelik, biraz da gülünç kaçan bir önlemdi.
Arabalar, Dolmabahçe Sarayı’nın önünde durdu. İngiliz İşgal Güçleri
Komutanı General Sir Charles Harrington ve kurmayları tarafından
karşılanan “kaçaklar topluluğu”, Boğaz’da bekleyen Malaya
zırhlısına gitmek üzere motorlara bindiler. On dakika sonra son Osmanlı Hükümdarı,
ülkeden kaçmak için İngiliz donanmasının en büyük savaş gemilerinden birinin
merdivenlerini çıkıyordu.
Bu çıkış, egemenlik gücünü yitirmiş yeteneksiz bir
hükümdarın, yalnızca can kaygısıyla giriştiği kişisel bir eylem değil,
onunla birlikte ve kuşkusuz daha önemli olarak; Avrupa’yı 500 yıl etkisi altına
alarak dünya siyasetine yön vermiş büyük bir imparatorluğun çöküşünü noktalayan
üzünçlü (dramatik) bir tarih olayıydı. Osmanlı ülkesinin hükümdarı,
dünya Müslümanlarının dini önderi, Hıristiyan bir devlete sığınarak
ülkesinden kaçıyordu. Böyle bir durum, 1400 yıllık İslam tarihinde ilk kez
oluyor; “Peygamber’in temsilcisi gâvurlara sığınıyordu”.1
Kaçışın Etkisi
Vahdettin’in
kaçışı, Ankara için, yenileşme önündeki önemli bir engeli kendiliğinden ortadan
kaldıran “uygun” bir çözüm oldu. “Tutuklayıp sürgüne göndermek gibi
hoş olmayan” bir girişime gerek kalmamış, Padişah kendi isteğiyle, üstelik “düşmanın
yardımıyla” kaçmıştı. İslam dünyasındaki saygınlığı bir anda yok olmuş, “haksızlığa
uğramış gibi görünme” şansını tümüyle yitirmişti. O artık, Müslümanların “nefretle
andığı” sıradan bir sürgündü.2
Kaçışı, tüm ülkede çok sert söylemlerle kınandı. Çözülüp
dağılmış olsa da büyük bir tarihe sahip koskoca bir imparatorluğun son
temsilcisi, imparatorluğu parçalayan devletin işgalci ordusuna sığınarak
kaçmıştı. Konumuna hiç yakışmayan bu girişimi, kendisini, Yunan Ordusu’na
sığınan Çerkez Ethem’in düzeyine düşürmüştü. Atatürk Nutuk’ta ondan, “canını kendi milleti içinde
tehlikede görerek, bir yabancının himayesine giren” ve bu davranışıyla “onuru
yüksek soylu bir milleti utançlı duruma düşüren alçak” diye söz edecektir.3
Akılcı Tutum
Vahdettin’in
kaçışı ‘kendiliğinden’ gelişen bir
olaydı ancak ‘kendiliğindenlik’,
Ankara’nın sabırla sürdürdüğü akılcı bir siyasetin yönlendirilmesiyle elde edilmişti.
Saltanatın kaldırılmasını amaçlayan demokratik düşünce, herhangi bir eyleme
başvurmadan, Padişahı kaçmak zorunda bırakmıştı.
İşbirlikçiliği ve
ihaneti açıkken, Kurtuluş Savaşı, o günkü koşullar gereği, “Padişahın
ve Saltanatın tutsaklıktan kurtarılması” söylemiyle yürütülmüştür. Ancak, Saltanatın
kaldırılmasına savaşın sürdüğü günlerde karar verilmişti.
Altı yüz yıllık bir yönetimin toplum yaşamında yarattığı
alışkanlıklar, böylesi bir girişimi o günlerde gerçekleştirilmesi güç ve çekinceli
(tehlikeli) bir eylem durumuna getiriyordu. Toplumsal yapıyı gözeterek saptadığı
gerçekçi politika, halkın padişahın gerçek yüzünü yaşayarak görmesini sağlamıştı.
Ulus
Vicdanı
Vahdettin;
“milletine, ırkına ihanet eden tüm Osmanlıların İmparatoru, tüm müminlerin
emiri, halifesi, Tanrı’nın dünyadaki gölgesi, Mekke, Medine ve
Kudüs’ün hadimi, Osmanlı hanedanının 37.hükümdarı; zayıf, beli bükük, esmer,
korkak bakışlı bir ihtiyar”dı.4 Şimdi düşmana sığınarak gizlice
kaçıyor, kaçarken de İngilizlerin isteği üzerine, Türkiye’yi, Hindistan başta
olmak üzere, dünya Müslümanlarına şikayet etmeyi ihmal etmiyordu.
Dağıtmak ve yaymakla
görevlendirdiği Şeyhülislam Sabri Bey’e imzalayıp verdiği metinde; “Müslümanlar,
ben 380 milyon Müslümanın Halifesiyim. Ne varki Anadolu’daki sekiz milyon
dindaşınızın kutsal ilkeleri hiçe sayan şimdiki yöneticileri, kişisel çıkarları
için beni, atalarımdan kalan Osmanlı tahtından uzaklaştırıp Halife sıfatımı
elimden alarak, İslamın kutsallığına kastettiler” diyordu.5
Bu davranışıyla,
Ankara’da yeni devletin kurucuları üzerindeki önemli bir yükü kendiliğinden
kaldırmış oluyordu. Saltanat adına karşıtçılık yapanlar, artık sonsuza dek bu
silahı kullanamayacaktı.
Karşıtçılar Cephesi
Vahdettin’in
kaçışına dek yaşanan olaylar, Mustafa Kemal için, sıkıntılar ve kimi
zaman çekincelerle örülmüş bir dizi gelişmeyi içeriyordu. Padişah’ın Kurtuluş
Savaşı’na karşı yürüttüğü
politikaya karşın, çıkarları saltanatın sürdürülmesine bağlı, sayısı az etkisi
çok tutucular cephesi, düzeysiz karşıtçılıklarını, “altı yüz yıllık
saltanatın korunması” üzerine oturtmuştu. Saltanata bağlılık geleneklere
bağlılıkla bir tutuluyor, bu tutum başarıyla siyasi yaymaca (propaganda)
aracı durumuna getiriliyordu.
Saltanatın
kaldırılmasına karşı çıkan, tutucu kitlenin genişliği tam olarak bilinmiyor,
gerçek gücü saptanamıyordu. Ancak, kimi komutanlar düzeyinde yaşanan bir gerçek
vardı ki, bu gerçek karşıtçılığın gücü hakkında bir fikir veriyordu.
Kurtuluş Savaşı’na katılan ve ordudaki üst düzey görevleri süren kimi
komutanlar, geleceğini duyumsadıkları devrimci atılımlardan korkmuş, ilk
girişim olarak saltanatın kaldırılmasına onay vermek istemiyordu. Devlet
kurumlarında, Meclis içinde ve yaygın örgüt ağına sahip tarikat çevrelerinde,
güçlü bir karşıtçılık vardı. Buralarda; Mustafa Kemal’in saltanatı
kaldırarak baskıcı bir yönetim kuracağı, “diktatör olacağı” ve halkın
değerlerine saygı göstermeyeceği yönünde etkili bir yaymaca yürütülüyordu.
Silah
Arkadaşları Karşı Çıkıyor
Böyle bir ortamda,
Başbakan Rauf (Orbay) Bey; 12 Ekim 1922 günü, Refet (Bele)
Paşa, Ali Fuat (Cebesoy) Paşa ve Mustafa Kemal Paşa’yı,
Refet Paşa’nın Keçiören’deki evinde bir toplantıya çağırdı. Rauf Bey
toplantıda; Meclis’in, “Saltanatın ve belki de Hilafetin” ortadan
kaldırılacağı söylentisi nedeniyle kaygı ve üzüntü içinde olduğunu, “gelecekte
yapılacaklardan kuşku duyduğunu”, bu nedenle kamuoyuna bu tür söylentilerin
doğru olmadığını bildiren bir açıklama yapılması gerektiğini söyledi.6
Mustafa Kemal,
bu sözler üzerine, Kurtuluş Savaş’ındaki bu en yakın üç arkadaşına, ayrı ayrı,
padişahlık ve halifelik konusundaki düşüncelerini sordu. Aldığı yanıtlar, daha
işin başında karşılaşacağı güçlüklerin çetinliğini ortaya koyuyordu.
Rauf Bey
soruya şu yanıtı verir: “Ben saltanat makamına ve hilafete duyunç ve duygu
bakımından bağlıyım. Çünkü benim babam padişahın ekmeğiyle yetişmiş, Osmanlı
Devleti’nin ileri gelen adamları arasına geçmiştir. Benim kanımda o ekmeğin
kırıntıları vardır. Ben nankör değilim ve olamam, Padişaha bağlı kalmak
borcumdur. Halifeye bağlılık ise terbiyem gereğidir”.7
Mustafa Kemal, kendine en yakın
gördüğü komutanlardan böyle bir tutum beklemiyordu. Vahdettin, kendisi
gibi bu üç savaş arkadaşını da idama mahkum ettirmiş, Rauf Bey’in
Malta’ya sürülmesine onay vermişti. Refet ve Ali Fuat Paşalar,
Padişaha bağlı iç ayaklanmaların yükünü çekmiş komutanlardı.
TBMM, 20 Ocak 1921’de
kabul ettiği Anayasa’da “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Yönetim
biçimi, halkın, kendi geleceğini bizzat ve eylemsel olarak yönetmesi esasına
dayanır” diyerek8, Saltanatı yönetim düzeni dışına zaten
çıkarmıştı. Bütün bunlara karşın, en yakınında bulunan insanlar şimdi, Padişahı
koruyan bir tutum içine giriyordu.
Bu durum, zafer
sonrasında bilinçsizlik nedeniyle ve bir kesimde yaygın olan, geleceğe yönelik
amaçsızlığın doğal sonucuydu. Ne yaptığını ve neler yapacağını bilen yalnızca
oydu. Batıyla birliktelik isteyen mandacılar, eski düzeni aynısıyla korumak
isteyen tutucular, geçmişten gelen alışkanlıklarını aşamayan komutanlar ve
yaşadığı koşulları kavrayamayan ‘aydınlar’, ortalıkta dolaşıyor, ne
anlama geldiğini tam olarak kendilerinin de bilmediği öneriler yapıyor,
görüşler ileri sürüyordu.
Mustafa Kemal’e, padişah ve halife
olmasını önerenler bile vardı. Kurtuluş Savaşı’nın sağladığı amaç
birliği, savaşın bitmesiyle bir anda dağılmış, belirsizliklerle dolu, karışık
bir siyasi ortam oluşmuştu. Halkın sevinciyle, yönetimi ele geçirme hırsı
peşindeki çıkarcıların hesapları iç içe girmişti.
Geleceği
Kim Belirleyecek
Zafer’e karşın Türkiye’nin
geleceği belirsizdi. İçerde ve dışarda, sonucu merak edilen ana sorun,
Türkiye’nin geleceğini kimin belirleyeceğiydi. Bağımsızlıkta kararlı
Kemalist devrimciler mi, Batıyla uzlaşmaya hazır eski düzen yanlıları mı egemen
olacaktı?
Hemen her yerde, “görevleri sanki, Saltanat ve
Hilafeti koruyup güçlendirmek olan”9 insanlar ortaya çıkıyordu. “Kurtuluş
Savaşı’nın ortak ölüm-kalım çekincesi karşısında birleşen ve o günkü koşullar
içinde adeta ihtilalci bir hava taşıyan ortak ruh hali”10,
yerini şimdi; inançsal ayrılıkların, kişisel ya da kümesel (grupsal) çıkarların
etkisi altında, çatışma olasılığı yüksek karşıtlıklara bırakmıştı. Bu karşıtlık
kısa süre içinde o denli sertleşmişti ki, Meclis’te, “Yunanlılar’dan
kurtulduk, bakalım Mustafa Kemal’den nasıl kurtulacağız?” diyebilen
milletvekilleri ortaya çıkmıştı.11
Bilinç
ve Kararlılık
Saltanat ve Hilafeti
kaldırmaya çok önce karar vermişti. Uzun süre kendinde saklı tuttuğu bu
kararını, örneğin Mahzar Müfit’e
(Kansu) Erzurum Kongresi’nin son günü (7 Ağustos 1919) açıklamış, üstelik
kimseye göstermemesi koşuluyla not ettirmişti.12
Meclis’te yaptığı pek
çok konuşmada, egemenliğin yalnızca ulusa ait olduğunu, hiçbir güçle
paylaşılmayacağını kerelerce yinelemişti. Halk yönetimindeki kalıcılığın, bu
iki kurumun kaldırılmasıyla başarılabileceğini biliyor bu işe girişmek için
uygun zamanın gelmesini bekliyordu.
Zafer sonrasında oluşan ve bilinmezliklerle yüklü, duyarlı
bir denge ya da sessiz bir dengesizlik yaşanıyordu. Halkın kendisine
duyduğu güven ve sevgiden başka hiçbir şeyden emin değildi. Girişeceği
atılımlarda, halk dışında kimlerden ne kadar destek alacağı, örgütlü
karşıtçılığın gücü ve etkisinin ne olacağı bilinmiyordu.
Eylemde
Ustalık
Saltanatı kaldırmak
için, önünde iki taktiksel seçenek vardı. “Ya uygun koşulların oluşmasını
bekleyecek, ya da koşulları kendisi yaratacaktı”.13
Genel tutumuna uygun
olarak, her iki seçeneği birlikte kullandı ve olayların da yardımıyla “harekete
geçeceği koşulları” umduğundan önce elde etti. Bu olanağı ona, ilginçtir,
yıllarca savaşım verdiği İngilizlerin siyasi öngörüsüzlüğü verdi.
İngiltere, 16 Ekim
1922’de Vahdettin’e bir yazı göndererek, barış koşullarını görüşmek
üzere Lozan’a bir kurul
göndermesini ve yaptıkları çağrıyı Ankara’daki Meclis’e iletmesini istedi.
Çağrının biçim ve
içeriği, Saltanatın korunmasını isteyen İngilizler için, Armstrong’un
söylemiyle; “düşüncesizce yapılmış vahim bir hataydı”14 ve bu
girişim; “tam zamanında yapılmış bir beceriksizlik, ustaca yararlanılacak
bir davet ve monarşiye karşı onu devirmek için kullanılacak bir silahtı”.15
İngiltere yaptığı
resmi davetle, Vahdettin’i hala Türkiye’nin meşru temsilcisi olarak
görüyor, zafer kazanmış Ankara’ya ona bağlı birim gibi davranıyordu. Bu
davranış, ülkede ve Meclis’te büyük bir öfkenin doğmasına yol açtı. Siyasi hava
bir anda değişti. Vahdettin, İngilizler ve Yunanlılar’ın yanında yer
alan bir vatan hainiydi; o ve ona çağrı yapan Lloyd Geoerge, Türk ulusunun
düşmanıydı; TBMM, Türkiye’nin tek meşru temsilcisiydi... Artık bunlar
konuşuluyordu.
Padişahçılar sokağa çıkamaz olmuştu. Meclis hemen
toplanmış, milletvekilleri Vahdettin karşıtı ateşli konuşmalar
yapıyordu. “İstanbul Hükümeti de kim oluyordu. Modası geçmiş yaşlı budala
Sadrazam Tevfik Paşa, çağrıyı imzalama yetkisini kimden almıştı? Bunlar
Türkiye’yi kurtarmak için ne yapmıştı?”16 İstanbul’da, “hükümet
adını ve kimliğini takınan kişilerin” Türkiye’yi temsil etmek bir yana, “Vatan
Hainliği Yasası’na göre cezalandırılması” gerekiyordu.17
Meclis’e böyle önergeler veriliyordu.
Uygun
Zaman
Uygun zaman gelmişti
ve hemen eyleme geçmek gerekiyordu. Birşey yapılmazsa, kendiliğinden oluşan
olumlu hava dağılabilir ve girişim en azından bir süre, yapılamaz duruma
gelebilirdi. Saltanatın kaldırılmasını başarmak, oluşan uygun havaya karşın
hala çekinceli ve güç bir işti. Yapılacak değişiklik, yönetim sorunuyla sınırlı
kalmayan ve padişahın aynı zamanda halife olması nedeniyle dinsel boyutu olan
duyarlı bir konuydu.
Gösterilen anlık tepki, esas olarak, Saltanat Makamına
değil, Vahdettin’in kişisel ihanetineydi. Vahdettin’e duyulan
öfke, doğru yere, yani Saltanata yönlendirilmeli ancak Hilafet
şimdilik bunun dışında tutulmalıydı. Hilafete karşı bir hareket, halkın
din duygularını incitebilir, yeni ve önemli sorunlar yaratabilirdi. Türkiye,
çok duyarlı bir kavşak noktasındaydı; toplumsal denge, en küçük bir yanlış davranışla
bozulabilecek durumdaydı.
Saltanat
Kaldırılıyor
30 Ekim’de Meclis Başkanlığı’na,
80 imzalı bir önerge verildi. Onun da imzaladığı önergede, “Osmanlı
İmparatorluğu’nun artık yıkıldığı, yeni bir Türk devletinin doğduğu, Anayasal
düzen ile egemenlik haklarının ulusa ait olduğu” söyleniyor18, bunun
kabul edilmesi isteniyordu. Mustafa
Kemal ertesi gün, 31 Ekim’de, Müdafaa-i Hukuk kümesi’nde konuştu ve
Saltanat’la Hilafet ’in birbirinden ayrılmasını istedi,
isteğinin hukuksal ve dinsel dayanaklarını açıkladı. Bir gün içinde ard arda
gelen kararlar, karşıtçıları hazırlıksız yakalamış, ortak bir karar oluşturmalarına
fırsat vermemişti. Önergeler, birleştirilerek birlikte görüşme isteğiyle;
Anayasa, Din İşleri ve Adalet Komisyonlarına gönderildi.
Bir gün sonra, 1 Kasım
1922’de, Meclis’te; yönetim biçimleriyle din ilişkilerini ele alan, geniş
kapsamlı etkili bir konuşma yaptı ve komisyonların toplantı durumunda olduğu
salona geçti. Üyeler sonuç vermeyeceği açıkça belli olan kısır tartışmalarla,
karar vermeyi bilerek uzatıyordu. Tartışmaları, uzunca bir süre, “komisyon
odasının bir köşesinden” izledi. Daha sonra söz aldı ve “önündeki
sıranın üzerine çıkarak” ünlü konuşmasını yaptı: “Egemenlik ve Saltanat,
hiç kimse tarafından hiç kimseye, bilim gereğidir diye görüşmeyle, tartışmayla
verilmez. Egemenlik ve saltanat; kuvvetle, kudretle ve zorla alınır.
Osmanoğulları, Türk ulusunun egemenlik ve saltanatına zorla el koymuşlar; bu
zorbalığı, altı yüzyıldan beri sürdürmüşlerdir. Şimdi de, Türk ulusu bu saldırganlara,
artık yeter diyerek ve bunlara karşı ayaklanarak egemenlik ve saltanatını, eylemsel
olarak eline almış bulunuyor. Bu bir olup bittidir (emr-i vaki). Sözkonusu
olan, ulusa saltanatını bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız değildir. Sorun,
zaten gerçekleşmiş bir olayı açıklamaktan ibarettir. Bu, kesinlikle yapılacaktır.
Burada toplananlar, Meclis ve herkes sorunu doğal bulursa, sanırım iyi
olacaktır. Aksi durumda, yine gerçek, yöntemine göre ifade olunacaktır; ancak,
belki bir takım kafalar kesilecektir. İşin bilimsel yönüne gelince, hoca
efendilerin merak ve endişe etmelerine gerek yoktur. Bu konuda bilimsel açıklamalarda
bulunabilirim”.19
Daha sonra; bilimsel
değeri olan, yorum ve kanıtlarla; yönetim sorunu ve yönetim biçimleriyle
ilgili, İslam hukukuna dayanan geniş açıklamalarda bulundu. Peygamber
hadislerinden ve İslamiyetin yayılma dönemindeki uygulamalardan örnekler verdi.
Bilgisi derin, savları somut, konuşması güçlüydü.
Komisyon üyelerinin
hemen tümü etkilenmişlerdi. Eksikliklerini gördüler ve bunu açıkça dile
getirdiler. Ankara Milletvekili Hoca Mustafa Efendi, “affedersiniz
efendim; biz sorunu başka bakımdan (nokta-i nazardan) ele almıştık;
açıklamalarınızla aydınlandık” dedi ve konu Karma Komisyonca bir çözüme
bağlandı.
Aynı gün Meclis Genel Kurulu’na getirilen tasarı
oybirliğiyle kabul edildi. Yalnızca bir kişinin “ben karşıyım” sesi, “oylamaya
geçilmiştir söz yok” sesleri içinde kayboldu ve Büyük Millet Meclisi, 623
yıllık Osmanlı Saltanatına, 1 Kasım 1922’de son verdi.
DİPNOTLAR
1 “Mustafa Kemal
ve Uyanan Doğu” Paul Gentizon, Bilgi Yay., 2.Basım, Ank.-1994, sf.37-38
2 “Atatürk” Lord
Kinross, Altın Kit.,
12.Baskı, İst.-1994, sf. 414
3 “Nutuk” Mustafa
Kemal Atatürk, II.Cilt, TTK,
4.Baskı-1999, sf. 924
4
a.g.e. sf.20
5
Journal des
Debats (Paris), 19.11.1922; ak. Bilal Şimşir, “Dış Basında Laik Cumhuriyetin
Doğuşu” Bilgi Yay., Ank.-1999, sf.55
6
“Nutuk”
M.K.Atatürk, II.Cilt, TTK,
4.Baskı-1999, sf.911
7
a.g.e. sf.913
8
“Tek Adam”
Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit.,
8.Baskı, İst.-1983, sf.49
9
“Tek Adam”
Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit.,
8.Baskı, İst.-1983, sf.49
10
a.g.e. sf.49
11
“Çankaya”
F.R.Atay, Bateş A.Ş.,
İstanbul-1980, sf.314
12
“Erzurum’dan
Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber” Mazhar Müfit Kansu, 1.Cilt, TTK Yay., 3.Baskı, Ank.-1988, sf.127-128
13
“Bozkurt”
H.C.Armstrong, Arba Yay.,
İst.-1996, sf.157
14
a.g.e. sf.157
15
“Mustafa Kemal”
Prof.Paul Dumont, Kültür Bak.Yay.,
Ank.-1994, sf.99
16
“Bozkurt”
H.C.Armstrong, Arba Yay.,
İst.-1996, sf.157
17
“Nutuk”
M.K.Atatürk, II.Cilt, TTK,
4.Baskı, Ank.-1999, sf.919
18
“Tek Adam”
Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit.,
8.Baskı, İst.-1983, sf.56
19
“Nutuk”
M.K.Atatürk, II.Cilt, TTK,
4.Baskı, Ank.-1999, sf.921
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder