Altıok, Türk Devrimi’nin
yarattığı bir çağdaşlaşma izlencesi (programı) ve ezilen ulusların tümüne örnek
oluşturan bir kalkınma yönetimidir. Temelinde, altı ilkenin tümüne tek tek ya
da bütün olarak yön veren, tam bağımsızlık
ve ulusal egemenlik anlayışı vardır.
Bu anlamıyla altıok, bir dünya görüşüdür. İlkeler, birbirinden kopuk, biçimsel
belirlemeler değil, birbirini tamamlayan ve birlikte değerlendirildiğinde
anlamı olan saptamalardır. Birbirinden koparılarak ele alınırsa ya da bir kaçı
yok sayılırsa, Türk Devrimi’ni temsil
etmez, somut bir başarı sağlayamaz.
Laiklik
Laik tanımı Türkçeye, Latincedeki laicos
ve Fransızcadaki laique sözcüğünden girdi. Türkiye’de geçerli olan
laiklik anlayışıyla, Batıdaki uygulamalar arasındaki tek benzerlik, yalnızca bu
sözcük benzerliği oldu. İki anlayış arasında, tarihsel oluşum, gelenekler ve
inanç biçimleri olarak çok ayrımlı özellikler vardır. Türkiye’de uygulanan laiklik,
tümüyle Türk toplumuna özgüdür ve onun gelişim isteğine yanıt veren tarihsel
dayanaklara sahiptir. Laiklik, “çok az toplumda, Türkiye’de olduğu
kadar önem kazanmıştır”.1
*
Orta Çağ Avrupası'nda Kilise, özellikle Katolik Kilisesi, siyasi ve ekonomik gücü yüksek, toprak egemeni durumuna gelmişti. Hıristiyanlığı maddi çıkar için kullanıyor, ticaret yapıyor, insan çalıştırıyor, vergi topluyor, hatta parayla cennetten tapu satıyordu. Askeri birlikleri, mahkemeleri (engizisyon), hapishaneleri vardı. Feodal düzenin temel egemen kurumu, Katolik Kilisesi’ydi.
15.yüzyılla birlikte
gelişmeye başlayan, kapitalist üretim ilişkileri ve oluşan yeni kurumlar,
kilisenin despotik ayrıcalıklarıyla çelişmeye başladı. Kilise, ekonomik çıkar
için din ve mezhep çatışmalarını kışkırtıyor; dogmalara dayalı, insanları “düşünmeyi
bilmeyen cahiller” durumuna getiren eğitimiyle, kapitalizmin gelişimi
önünde güçlü bir engel oluşturuyordu.
Kapitalizmin gelişimini sağlamak için, ulusal pazarın
oluşturması, bunun için de feodal kurumların etkisizleştirilmesi gerekiyordu.
Kilise, bu kurumların başında geliyordu. Protestanlık bu gereksinimi
karşılamak üzere ortaya çıktı. Devrimle (Fransa) ya da evrimle
(İngiltere-Almanya), Katolik Kilisesi’nin
topraklarına el konularak ekonomik ve siyasal gücü kırıldı, eğitimden
uzaklaştırıldı. Uygulamalar, bütünlüklü bir dizge durumuna getirilerek,
teokratik egemenliğe karşı, laiklik ilkesi geliştirildi. Avrupa laikliği böyle
oluştu.
*
Türkiye’de durum
başkaydı. Türkler, İslamiyetten önce ve sonra böyle bir dönem yaşamamıştı. Eski
Türk geleneklerinde din, çıkar amaçlı kullanılmamış, siyaset dışında tutularak,
inanç özgürlüğü kişisel bir sorun olarak bırakılmıştı. Hiçbir eski Türk
devletinde; din, mezhep ya da ırk, devlet siyasetine yön vermemişti. “Halka
ait” anlamına gelen Laicos tanımını, belki de en çok eski Türkler
hak ediyordu.
İslam inancında
Peygamber; öğüt verici, devlet kurucu ve yasa koyucuydu; dünyayı düzenlemeye ve
eşitliği gerçekleştirmeye memurdu. Din ve devlet işlerini birbirinden
ayırmamıştı ama devlet görevlerini yerine getirirken sadık kaldığı ana ilke,
insanlar arasında eşitliği amaçlayarak adaleti gerçekleştirmekti.
Eşitlik
ve adalet kavramı, yalnızca kişisel bir sorun değil, onu aşan ve devlet
işleyişine yön veren bir düzen sorunuydu. Ekonomik kültürel yapıları ve
tarihsel özellikleri değişik Müslüman milletlerin, eşitlik ve adalet sağlama
yöntemleri de kuşkusuz değişik olacaktı.
İslamiyette adalet
sağlama din adamlarına değil, hukuk bilginlerine (müçtehidlere)
bırakılmıştı. Adaleti sağlamanın,
inanç ve yorum değişikliğine bağlı olmayan ve varsıl yoksul herkesi kapsayan
sağlam kuralları vardı. Bu nedenle, halka adalet götüren ve hukuka
kaynak oluşturan İslami gelenekler, Prof.Cahit Tanyol’a göre, “laiklik
kavramıyla büyük bir yakınlık içindeydi”.2
İslam hukukçuları, halka adalet götüren hukuksal
uygulamalara ve bunların oluşturduğu geleneklere büyük önem verdi. Adaletin evrenselliğini tanımlarken; sınıf,
zümre, hanedan, mezhep ve ırk çıkarlarını dikkate almadılar; bunları adalet
kavramından uzak tuttular. İnsanı ve halkı esas alan anlayışlarıyla, Hz.Muhammet’in,
“bir günlük adalet kırk yıllık ibadete denktir”.3 Sözüne
sadık kaldılar ve “adalet duygusuna, Tanrı emrine eşit bir yücelik verdiler”.4
*
Halk meclisi anlamına gelen danışma (meşveret) geleneği
İslamiyette, ümmeti, yani Müslüman halkın tümünü kapsayan geçerli
yönetim işleyişi olmuş; İslam dünyasında adı konmadan, eşitliğe dayalı bir tür
laik anlayış uygulanmıştı. Bu anlayış, Batının din ve sınıf çatışmalarından çok
ayrımlı, katılımcı bir düzen yaratmıştı.
Türkiye’deki laiklik uygulamasının, Batıdan ayrımlı bir
başka özelliği, toplumsal karşıtlıkların sınıfsal nitelikli iç çatışmaya değil,
işgale dayanan dış saldırıya karşı verilmiş olmasıdır. Ayrıca dini çıkarları
için kullanan ve emperyalistlerle işbirliği yapan gericiler, gerek Kurtuluş
Savaş’ına ve gerekse yenileşme girişimlerine karşı çıkmış, karşı çıkışında
sürekli dini kullanmıştır. Bu iki özellik, Türk Devrim’inde laikliğin özel önem
kazanmasına neden olmuştur.
*
Laiklik İlkesi,
Kurtuluş Savaşı’yla başlayan, devrimlerle süren, birbiriyle ilişkili devrimci
uygulamalar sürecinde oluşturuldu. Bağnazlığa ortam hazırlayan ve işbirlikçi
nitelikleri nedeniyle halkla ve dinle ilişkileri kalmayan; Saltanat, Hilafet,
medrese ve tarikatlara karşı savaşım içinde olgunlaştı. Saltanata karşı
Cumhuriyet, Hilafete karşı Diyanet,
medreseye karşı çağdaş okullar, tarikatlara
karşı halk örgütlenmeleri konuldu.
Ulusal bağımsızlığa, yenileşmeye ve özgür düşünceye karşı her direnç,
kararlılıkla ortadan kaldırıldı.
Mustafa Kemal,
Türk halkını, yüzyıllara dayalı geri kalmışlıktan ve eğitimsizliğin yarattığı
yanılgılardan kurtarmak için çok uğraştı. Din kurallarının yeterince
bilinmemesi nedeniyle, kimi kesimlerde etkili olan tutucu yaymacaya karşı
mücadele etti.
Ülkenin birçok yerinde laikliğin ne olup ne olmadığını açıklayan konuşmalar, aydınlatıcı
açıklamalar yaptı. “Din ve mezhep, herkesin vicdanına kalmış bir iştir.
Hiçbir kimse hiçbir kimseyi, ne bir din ne de bir mezhebi kabul etmeye
zorlayabilir. Din ve mezhep hiçbir zaman politika aracı olarak kullanılamaz”5
diyor; dini çıkarı için kullananlara duyduğu nefreti, “softa sınıfının din
simsarlığına izin verilmemelidir. Dinden maddi menfaat temin edenler, iğrenç
kimselerdir. Bu duruma karşıyız ve buna müsaade etmiyoruz” sözleriyle dile
getiriyordu.6
Devletçilik
Devletçilik
İlkesi, kimi kesimlerce yalnızca ekonomik kalkınma sorunu
olarak ele alınır, bu çerçeve içinde değerlendirilir. Bu yaklaşım doğru, ancak
özellikle Türk toplumu için eksiktir.
Türklerde devlet,
ekonominin sınırlarını aşan ve topluma yön veren bambaşka bir etkiye, tarihsel
bir saygıya sahiptir. Batıda olduğu gibi, yönetimi ele geçiren egemen
sınıfların topluma karşı kullandığı baskı aracı değil, toplumun tümünü temsil
edip ulusun tümünü kucaklayan, koruyucu ve sosyal bir kamu gücüdür. Yalnızca
Türklere özgü olan ve toplum yaşamını düzenleyen bu özellik, doğaldır ki,
Cumhuriyet’in geliştirdiği Devletçilik İlkesine de yön ve biçim vermiştir.
Eski Türklerde, devlet
gücü, şiddet aracı olarak içe değil, millet varlığını korumak için dışa
karşı kullanıldı. İçte, halkın gereksinimlerini ve toplumun genel
çıkarını gözeterek, gönenç artırıcı bir işlevi yerine getiriyordu. Batıda
devlet, kişi ya da sınıf çıkarlarını öne çıkarırken, Türklerde, sınıf ayrımı
gözetmeksizin genel toplum çıkarlarını amaç ediniyordu.
Cumhuriyet
Devleti, bu birikim ve
anlayış üzerine kuruldu. Mustafa
Kemal, Devletçilik İlkesine
temel oluşturan kuramsal araştırmaları içinde, önem verdiği bu özelliğe sıkça
değindi; devlet uygulamalarını bu özellikle uyumlu kıldı. “Cumhuriyet
Hükümetinin, yurttaşların yaşamı, geleceği ve refahıyla her bakımdan
ilgilenmesi doğaldır. Halkımız yaradılıştan (teb’an) devletçidir ki, her şeyi
devletten istemeyi kendisinde bir hak olarak görür. Bu nedenle, milletimizin
yapısıyla, devletçilik programı arasında, tam anlamıyla bir uyum vardır. Bu
yönde yürüyeceğiz ve başarılı olacağız. Bundan kuşkumuz yoktur”.7
*
Devletin, ekonomik
gelişmeye yön vermesi, kökleri eskiye giden yaygın bir uygulamadır. Batıda,
kapitalizmin gelişim döneminde etkili olan Merkantilizm, ekonomik
ulusçuluğu ve devletçiliği temsil ediyordu. Fransa’da Kolbertizm,
Almanya’da Kameralizm, İspanya’da Bulyonizm adını alan merkantilist
işleyiş; devletçilik, korumacılık, sanayicilik ve ulusçuluk
üzerine kurulmuştu.
Merkantelizme
göre, bir ulusun gücü zenginliğiyle ölçülür. Ulusu güçlendirmek için ekonominin
devlet eliyle düzenlenmesi, yatırımcıların desteklenmesi, sanayi ve ticaretin
dışa karşı korunması gerekir. Bunun için, ulusal pazar gümrük duvarıyla
korunmalı; devlet, iç ve dış ekonomik ilişkilerde, belirleyici ve kural koyucu
olmalıdır.8
Sanayileşerek kalkınan
ülkelerin tümü, ulusçuluk ve devletçilik temelinde gelişen ve
Orta Çağ’dan Yeni Çağ’a geçişe denk düşen merkantilizm dönemini
yaşadılar. Bu dönemde devlet, siyasette olduğu kadar, ekonomide de belirleyici
güçtü. İçerde, özel girişimcilere destek olup bağışıklıklar (muafiyetler)
veriyor; dışarda, yeni pazarlar bulup ucuz hammadde sağlıyor ve güvenliği
korumak için orduyu ve donanmayı devreye sokuyordu.
Batı Avrupa ülkeleri,
sanayileşip güçlenmeyi devletçilikle sağladılar. Bugün, kalkınmasını
istemedikleri azgelişmiş ülkelere, devletçiliği küçülme söylemleriyle adeta
yasaklamalarının temelinde bu gerçek vardır. Onlar bilirler ki, ekonomik
ulusçuluğu yaşama geçiren devletçiliği uygulamadan bir ülkenin kalkınıp güçlenmesi olası değildir. Böyle
bir örnek ne geçmişte ne de bugün görülmedi.
Mustafa Kemal,
Türkiye için geçerli olan devletçilik biçimi üzerine yoğun çalışma
yaptı. Türk ve Batı toplumlarının tarihsel evrimini, ekonomik yönleriyle ele
aldı, ortak yönlerini ya da ayrılıkları inceledi. Uzmanlık gerektiren bu güç
işi, geçmişi güncele bağlayıp uygulanabilir sonuçlar çıkararak, şaşırtıcı bir
ustalıkla başardı. Vardığı sonuçları, Türkiye’nin koşullarına ve gelişim
isteğine uyumlu yöntemler durumuna getirdi. Devletçilik İlkesi bu bilinç
ve çabanın ürünü olarak ortaya çıktı.
Devletçilikle
ilgili görüşlerini, 1922‘de açıklamaya başladı. Savaş, iç siyasi çatışmalar,
ayaklanmalar ve yoğun devrim atılımları, konuyla ilgili araştırmalarını aksattı
ancak ara verdirmedi. 1930’da, dünya ekonomik bunalımının etkisiyle,
çalışmalarını yoğunlaştırdı ve devletçilik ilkesini olgunlaştırarak, Anayasa’ya girecek kadar önemli olduğunu
gösterdi. Bu noktaya, sekiz yıllık bir çabayla gelinmişti. 4 Ocak 1922’de Lenin’e
gönderdiği mektupta, Türkiye’de uygulanacak devletçilik’ten söz etmiş ve
“ülkemizi düşman işgalinden kurtardıktan sonra, amacımız, kamu yararı
taşıyan büyük işletmeleri devlet eliyle yönetmek, böylece büyük sermaye
sınıfının gelecekte ülkeye hakim olmasını önlemektir” demiş ve dediğini
yapmıştı.9
*
Toplumu ilgilendiren
kamusal işlerle başta olmak üzere; bayındırlık, kara ve demiryolları ulaşımı,
enerji yatırımları, iletişim, tarım ve ticaret, bankacılık gibi ekonomik
işleri, devletin yapması gerektiğini söyledi. “Kişilerin gelişmesinin engel
karşısında kalmaya başladığı nokta, devlet faaliyetinin sınırını oluşturur”
dedi ve devletçiliğin kapsayacağı işleri şöyle açıkladı: “Bir iş ki, büyük
ve düzenli bir yönetim gerektirir, özel teşebbüs elinde tekelleşme tehlikesi
gösterir ya da toplumun genel ihtiyacını karşılar, o işi devlet üzerine alır.
Madenlerin, ormanların, kanalların, demiryollarının, deniz taşımacılığı
şirketlerinin, devlet tarafından yönetilmesi ve para ihraç eden bankaların
millileştirilmesi; keza su, gaz, elektrik gibi işlerin yerel yönetimler
tarafından yapılması, devletin yapması gereken işlerdir. Bu mana ve anlayışla, ‘devletçilik,
sosyal, ahlaki ve ulusaldır.”10
Devletin kamusal görevlerini açıklarken, “toplum
yararına hizmet veren kuruluşların çoğaltılmasını” istedi; bu davranışı, “tek
amacı kâr etmek olan faaliyetleri sınırladığı için” gerekli gördüğünü
söyledi. Kamusal yararı, “yurttaşlar arasındaki ahlaki dayanışmanın
gelişmesine yardım eden en önemli unsur” olarak değerlendiriyordu. Bu
değerlendirmeyi yaparken, özel girişimciliği yadsımıyor ve “devletle özel
teşebbüs birbirine karşı değil, birbirlerinin tamamlayıcısıdır” diyerek
kurumlar arası sağlıklı bir dengeyi savunuyordu.11
Devrimcilik
Fransız yazar Paul
Gentizon, 1929 yılında kaleme aldığı Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu
adlı kitabında, Türk Devrimi’ni, Fransız İhtilali’nden ve Rus
Devrimi’nden daha ileride bulur ve şu saptamayı yapar: “Sürekli devrim
anlayışı, Türkiye’den başka hiçbir ülkede, bu denli radikal bir tutumla
uygulanamamıştır. Fransız ihtilali, siyasi kurumlar arasında sınırlı kalmış,
Rus İhtilali sosyal alanları sarsmıştır. Yalnızca Türk Devrimi, siyasi
kurumları, sosyal ilişkileri, dinsel alışkanlıkları, aile ilişkilerini,
ekonomik yaşamı ve toplumun moral değerlerini ele almış ve bunları devrimci
yöntemlerle, köklü bir biçimde yenilemiştir. Her değişim, yeni bir değişime
neden olmuş; her yenilik, bir başka yeniliğe kaynaklık etmiştir. Ve bunların
tümü halkın yaşamında yer tutmuştur”.12
Türk Devrimi’ne
halka ve gerçeğe dayanan olağanüstü bir devrimci ruh, sıradışı bir atılganlık
egemendir. Kurtuluş Savaşı’nda
olduğu kadar toplumsal dönüşüm dönemi için de geçerli olan bu durum,
benzersizdir ve doğal olarak tümüyle Türkiye’ye özgüdür. Gentizon haklıdır;
her değişim, bir başka değişimin başlatıcısı, sonrasının belirleyicisi
olmuştur. Hiçbir girişim tek başına ele alınmamış, birbiriyle bağlantılı
toplumsal dönüşümler kesintisiz devrimci bir süreç olarak geliştirilmiştir.
Devrimci
tutumda gevşeme ya da düzeni durağanlaştırma eğilimi, Kemalist
Devrim’de görülmez. Koşulları
oluşan hiçbir atılım, hiçbir nedenle ertelenmez, kesintiye uğratılmaz. Hiçbir
güçlük; bağımsızlığı örselemeye, tutuculukla uzlaşmaya, bilimi savsaklamaya ya
da devrimden ödün vermeye gerekçe yapılmaz. Sınıf, zümre ve küme ayrıcalığına
izin verilmez. Devletin tüm gücü, ulusal egemenlik ve kalkınıp güçlenme yönünde
kullanılır. Anlayış olarak, yaşamdan kopuk sanal amaçlara değil, bilime ve
gerçeklere dayanılır. Halka hizmete yönelen somut belirlemeler, tutarlı bir
devrimci anlayışla, uygulanabilir izlencelere dönüştürülür.
Ulusal eyleme devrimci
ruhunu veren, devrim önderi olarak tek başına Mustafa Kemal’dir. Kurtuluş
Savaşı dönemi için, “ben Erzurum’dan İzmir’e sağ elimde tabanca, sol
elimde idam sehpası öyle geldim” derken13; çok önem verdiği sürekli devrim anlayışı için; “devrimler yalnızca başlar, bitişi diye bir şey yoktur”
der.14
Devrimci kararlılık ve istenç (irade) gücü, Devrim’in her aşamasında geçerli olan temel
yöntemdir. İç ve dış hiçbir karşıtlık, bu istençle başedememiştir. “Devrimin
kanunu, tüm kanunların üstündedir. Bizi öldürmedikçe, bizim düşüncelerimizi
boğmadıkça, başlattığımız devrim ve yenilikler, bir an bile durmayacaktır”
der.15
*
Türk Devrimi, etkisine ve köktenliğine karşın, ülke
içinde çok az şiddet uygulamıştır. Fransız ve Rus Devrimlerinde, yüzbinlerce
insan ölürken, Türk Devrimi’nde, çok
az kan dökülmüştür. Devrim, her aşamasında meşruiyetçiliği esas
almış, Kurtuluş Savaşı, katılımcı bir halk meclisiyle yürütülmüştür.
Yasama, yürütme ve yargı gücü, bu mecliste bütünleştirilerek, devrimcilik adına
kişisel egemenliğe izin verilmemiştir. Emperyalizme karşı savaşı, meclis
kurarak yürüten bir başka örnek yoktur.
*
Mustafa Kemal,
devrimi, “mevcut kurumları zorla değiştirmek” olarak tanımlar. Tanımına
uygun olarak gerçekleştirdiği büyük dönüşüme, “Türk Devrimi” adını verir
ve bu devrimi; “Türk ulusunu, son yüzyıllarda geri bıraktırmış olan
kurumları yıkarak; yerine, milletin en ileri uygarlık gereklerine göre
ilerlemesini sağlayacak, yeni kurumlar kurmak” olarak değerlendirir16;
“uçurumun kenarında yıkık bir ülke, türlü düşmanlarla kanlı boğuşmalar,
yıllarca süren savaş... Bunlardan sonra içerde ve dışarda saygı duyulan yeni
bir vatan, yeni bir toplum, yeni devlet ve bunları başarmak için sürekli
devrimler... İşte Türk Devrimi’nin kısa ifadesi” der.17
Devrimi başarmanın tek yolunun, halkı kazanmaktan
geçtiğini bildiği için, halkın duygu ve düşüncelerine büyük önem verir.
Devrimcileri, her ne pahasına olursa olsun halkla bütünleşmeye, onu anlayıp
bilinçlendirmeye çağırır. Her şeyin halkın mutluluğunu ve gönencini sağlamak
için yapıldığını belirtir ve halka şunları söyler: “Gerçek devrimciler
onlardır ki, gelişme ve yenileşme devrimine katmak istedikleri insanların, ruh
ve vicdanlarındaki gerçek eğilimi kavramasını bilirler... Devrimin gerçek
sahibi halktır. Milletin yetenek ve olgunluğu olmasaydı, devrimi yaratmaya
hiçbir güç yeterli olamazdı... Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz devrimin amacı,
Türkiye Cumhuriyeti halkını tümüyle çağdaş, bütün anlam ve biçimiyle uygar bir
toplum haline getirmektir. Devrimimizin gerçek ilkesi budur”.18
DİPNOTLAR
1
“Atatürk ve
Halkçılık” Prof.Cahit Tanyol,
Türk.İş.Bank., Kül.Yay., sf.153
2
a.g.e. sf.161
3
a.g.e. sf.162
4
a.g.e. sf.162
5
“Atatürk’ün
Hususiyetleri” Kılıç Ali, 1955, sf.57
(111)
6
a.g.e. sf.116
7
“Atatürk’ün
Söylev ve Demeçleri”, II.Cilt,
sf.262; ak. Hüseyin Cevizoğlu, “Atatürkçülük” Ufuk Ajans Yay., sf.48
8
“Ekonomi
Sözlüğü” O.Hançerlioğlu, Remzi Kit.,
5.Bas. İst.-1993, sf. 285
9
“Atatürk’ün
Bütün Eserleri” 12.Cilt, Kaynak Yay.,
İst.-2003, sf.210
10
“Medeni
Bilgiler ve Mustafa Kemal’in El Yazmaları” Ayşe Afet İnan, TTK, Ank.-1969, sf.437-444
11
a.g.e. sf.447
12
“Mustafa Kemal
ve Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay.,
2.B., sf.164
13
“Milli Kurtuluş
Tarihi” Doğan Avcıoğlu, 3.Cilt,
İst.-1973, sf.1187
14
“Atatürk
İlkeleri ve Türk Devrimi” Hacı Angı, Angı Yay., 1983, sf.93
15
“Atatürkçülük”
Hüseyin Cevizoğlu, Ufuk Ajans
Yay., sf.63
16
“M.Kemal
Atatürk’ten Yazdıklarım” Prof.A.A.İnan,
Kültür Bak., Ank.-1981, sf. 119
17
“Atatürk’ün
Söylev ve Demeçleri”, I.C, 1945,
Türk.İnk.Tar.Ens.Yay., sf.365
18
“Düşünceleriyle
Atatürk” Arı İnan, TTK, 2.Baskı,
Ank.-1991, sf.87
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder