Altıok,
yaymaca amaçlı sıradan bir tanımlama değil; direniş içinde oluşan, yaşama bağlı
ve geleceğe yön veren ilkeler bütünüdür. Geri kalmışlıktan kurtularak gelişmek
isteyen bir ulusun, kalkınıp güçlenmek için izleyeceği yolu gösterir. Bu işin nasıl
yapılacağını açıklar. İnsanı esas alır, bilime ve gerçeklere dayanır. Herşeyden
önce, “çok yönlü, ileri ve çağın gereklerine uygun” belirlemeler; “halka
verilen söz ve yükümlenmelerdir.” Toplumsal gelişimi temel amaç sayan,
kendine güvenli ve devrimci bir yönetimin yapabileceği bir girişimdir. Türk
ulusunun buluşudur ve evrensel bir boyutu vardır.
Yaşanan Gerçek
Nutuk’un okunduğu Cumhuriyet
Halk Fırkası İkinci Büyük Kongresi (1927), bir tüzük değişikliği yaparak; Cumhuriyetçilik,
Milliyetçilik ve Halkçılık olarak tanımlanan üç anlayışı,
partinin temel ilkeleri durumuna getirdi. 1931 Kurultayı’nda bunlara; Laiklik,
Devletçilik ve Devrimcilik eklendi ve bu altı ilke, 1937’de
Anayasaya başlamı (maddesi) durumuna getirilerek, yalnızca partinin değil, devletin
de temel ilkesi oldu.
Özgün
ve Evrensel
Altıok,
Türk Devrimi’nin yarattığı bir çağdaşlaşma izlencesi (programı) ve ezilen
ulusların tümüne örnek oluşturan bir kalkınma yönetimidir. Temelinde, altı
ilkenin tümüne tek tek ya da bütün olarak yön veren, tam bağımsızlık ve ulusal
egemenlik anlayışı vardır. Bu anlamıyla altıok, bir dünya görüşüdür.
İlkeler, birbirinden
kopuk, biçimsel belirlemeler değil, birbirini tamamlayan ve birlikte
değerlendirildiğinde anlamı olan saptamalardır. Birbirinden koparılarak ele
alınırsa ya da bir kaçı yok sayılırsa, Türk Devrimi’ni temsil etmez,
somut bir başarı sağlayamaz.
1923-1938 arasında gerçekleştirilen devrim atılımlarının
tümü, Altıok içinde ifadesini bulur; hiçbir girişim dışarda kalmaz.
Örneğin; Saltanat ve Hilafetin kaldırılması Cumhuriyetçilik’le;
dil-tarih yenileşmesi milliyetçi; eğitim birliği, tekke ve zaviyelerin
kapatılması laiklik’le; kamulaştırmalar ve ekonomik uygulamalar devletçilik’le;
tarım ve sağlık atılımları halkçılık’la; hukuk ve yenilikçi girişimler devrimcilik’le
ilişkilidir. Bu ilişkiler, altı ilkenin bütünlüğü içinde, ayrıca birbirlerine
bağlanmışlardır.
Cumhuriyetçilik
Türk Devrimi'nin cumhuriyet anlayışı, kimi ülkelerde olduğu gibi, kişi, zümre ya da soy egemenliğini örtmek için kullanılan, adıyla uyumsuz, biçimsel bir yönetim anlayışı değildir. Batıda ya da Doğuda görülen hiçbir cumhuriyet biçimine benzemez. Toplumu oluşturan tüm kesimleri kapsayan anlayışıyla, doğrudan ulusal egemenliği ve halkın gönencini amaç edinmiştir. Türk toplumuna özgü nitelikleriyle, eskiden gelen katılımcı anlayışın günün koşullarına göre uygulandığı, halka dayalı demokratik bir yönetim biçimidir. Toplumun ve devletin tüm gücü, yalnızca ulus ve halk için kullanılmıştır.
Yasama organı olarak
Türkiye Büyük Millet Meclisi, azınlığı temsil eden, sınıf egemenliğine dayalı
Batı parlamentolarından çok ayrımlıdır. Emperyalist işgale karşı, halkın
temsilcileriyle ve bizzat halkın kendisi tarafından oluşturulmuştur. Aynı
durum, yürütme, yasama ya da ulusal ordunun oluşumu için de geçerlidir. Bu
kurumlarda görev yapan insanlar, en üstten en alta, tümüyle halk kökenlidir.
TBMM yönetim
anlayışını, Fransız cumhuriyetçiliğinden ya da İngiliz parlamentarizminden
değil; Göktürk toylarındaki katılımcılıktan, Anadolu Ahi
paylaşımcılığından ve İslamiyetin danışma (meşveret) geleneklerinden
almıştır.
Türklerde halkın yönetime katılma geleneği, uzun bir
bozulma döneminden sonra ilk kez, “Mustafa Kemal’in kurduğu Türkiye Büyük
Millet Meclis’iyle yeniden gerçekleştirildi”.1 Bu girişim, halka
dayanan Türk yönetim geleneğinin, çağdaş yöntemlerle yeniden yaşama
geçirilmesiydi. Göktürk toylarında, “iki koyunu olanın da iki bin
koyunu olanın da” oyları eşitti. İslamiyette din adamları (ruhban) sınıfı
yoktu. Hz.Muhammet, kendisine “halifeyi değil, ümmeti vekil
bırakmıştı.” Halife ancak “vekilin vekili olabilirdi; bu da ancak
meşveret yoluyla ve seçilerek gerçekleşebilirdi”.2 Mustafa
Kemal, Meclis’te bu gerçeği vurguluyor ve “dünyada hükümetler için
tek meşru esas meşverettir. Hükümetler için temel koşul, birinci koşul, yalnız
ve yalnız meşverettir” diyordu.3
*
Türkiye Büyük Millet
Meclisi, “dünya siyasi tarihinde örneği olmayan”4 demokratik
ve savaşımcı bir yönetim organı, benzersiz bir temsil kurumuydu. Yetki ve
yaptırım gücünü, kabul ettiği anayasadan çok, millet istencini (iradesini)
yansıtan, yazılı olmayan ve kökleri Türk tarihine giden Kuvayı Milliye
Ruhu’ndan alıyordu. Kuvayı Milliye Ruhu ise, “yüksek bir siyasi
olgunluk seviyesine ulaşmış bir milletin, siyasi gücünü en görkemli ve en göz
kamaştırıcı bir biçimde” kullanmasından başka bir şey değildi.5
Kuvayı Milliye
Ruhu olarak tanımlanan ve çekince (tehlike) karşısında
kendiliğinden devreye giren ulusal direnç, kuşaktan kuşağa geçen özgürlük
tutkusunun doğal sonucuydu. “Binlerce yıldan beri dünyanın bilinen her
köşesinde bağımsız devlet kurmadan gelen” örgütçü gelenek; dayanışmayı,
katılımcılığı ve özgürlük tutkusunu Türklerin özyapısı (karakteri) durumuna
getirmişti. Görkemli bir tarihten bugüne taşınan birikim, Türk insanını millet
bilinci konusunda, “en mükemmel üniversitelerden çok daha iyi
yetiştiriyordu.” Devlete sahip çıkan bağımsızlık düşüncesi, “Türk
milleti için babadan oğula geçen toplumsal bir mirastı”.6
Kurtuluş
Savaşı’nı yürüten mecliste, toplumun hiçbir kesimi temsil dışı
kalmamış; köylüler, askerler, din adamları, tüccarlar, aşiret ve tarikat
şeyhleri, esnaf temsilcileri, doktorlar, avukat ve gazeteciler, aynı çatı
altında tek bir amaç çevresinde birleşmişti. İzmir Milletvekili Mahmut Esat
(Bozkurt), Meclis’i oluşturan milletvekilleri için, “belki elbisesiz,
yakalıksız ya da bastonsuzdular, ancak ayaklarındaki çizmeleriyle subayları,
ellerinde mübarek çekiçleriyle demircileri, çiftçileri, yani ülkenin tümünü,
burada meclisin içinde görüyoruz” diyordu.7
Cumhuriyetçilik anlayışı böyle bir
meclis içinde oluştu, geçmişten ve yaşamın içinden gelen özellikleriyle
ilkeleşti. Birinci Meclis, cumhuriyeti ilan etmedi ancak özgün yapısıyla
cumhuriyet düşüncesi, ilke ve işleyiş olarak onun içinde yaşıyordu. Halk adına;
yasa çıkarıyor, uyguluyor ve yargılıyordu.
*
Mustafa Kemal, yeni Türk devletinin
yönetim biçimi ve ona biçim veren Cumhuriyetçilik anlayışı için şu
değerlendirmeyi yapacaktır: “Türkiye; milliyetçi, halkçı, devletçi ve
devrimci bir Cumhuriyettir... Yurttaşların kişisel ve toplumsal özgürlüğünü,
eşit ve dokunulmaz kılmak, mülkiyet haklarını saklı tutmak, Cumhuriyetin temel
özelliğidir. Bu hakların sınırı, devlet varlığı ve otoritesi içindedir. Gerçek
ve tüzel kişilerin faaliyeti, genel yararlara aykırı olmayacak, yasalar bu temele
göre yapılacaktır”8; “Başardığımız işlerin en büyüğü, Türk
kahramanlığı ve yüksek kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti’dir. Bu başarıyı Türk
ulusunun ve onun değerli ordusunun, bir ve beraber olarak, kararlı bir biçimde
yürütmesine borçluyuz”9; “Türk milletinin karakterine ve
geleneklerine en uygun yönetim; Cumhuriyet’tir”.10
Ulusçuluk
Ulusçuluk düşüncesi ilk kez, üretim ilişkilerine bağlı olarak, 18.yüzyılda Batı Avrupa'da, ortaya çıktı. Kapitalist gelişmenin doğal sonucu olan ulusçuluk akımları, ulusal pazarı korumaya yöneliyor ve toplum bireylerini çoğunluğu oluşturan etnik unsur çevresinde topluyordu. Sömürge gelirini sanayi üretimine dönüştürerek güçlenen ve devleti ele geçiren kentsoylu (burjuva) sınıfı, içte ulusal pazarını, dışta sömürgelerini korumak, bunun için ulusçuluğu geçerli düşüngü (ideoloji) durumuna getirmek zorundaydı. Avrupa ulusçuluğu, bu zorunluluğun sonucu olarak ortaya çıkmıştı.
Avrupa ulusçuluğu, sömürüye ve azgelişmiş ülkelerin servetlerine el koymaya dayandığı için; haksız, saldırgan ve ırkçıydı. Fransız Devrimi’nden anlamını bulan eşitlik, kardeşlik, özgürlük tanımı, tüm insanlık ya da tüm avrupa için değil, yalnızca Fransızlar, o da bir kısım Fransızlar için geçerliydi. Aynı anlayış, başka Batı Avrupa ülkeleri için de geçerliydi. Hıristiyanlık ve ırkçılıkla donatılan Avrupa ulusçuluğu, sömürgecilik aracılığıyla dünyaya yayılan üstünlük ideolojisi durumuna getirilmişti.
*
Kurtuluş
Savaşı’yla yükselen Türk ulusçuluğu, devrimlerle uygulamaya sokuldu
ve kuramsal çerçevesi belirlenerek devlet siyasetine yerleştirildi. Kapsam ve
nitelik olarak Batı ulusçuluğundan çok ayrımlıydı.
Türkler, tarihin
hiçbir döneminde; din, ırk, mezhep, sınıf ya da zümre egemenliğine dayanan
yönetim biçimleri kurmamıştı. Toplum yaşamının her alanında geçerli kılınan
katılımcı anlayış, yönetim yapılarına dolaysız yansıtılmış, doğaya ve topluma
yabancılaşmayan, eşitlikçi düzenler geliştirilmişti.
Kurtuluş
Savaşı’yla başarılan şey, yönetim geleneklerini yitirerek çöken
Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine, Türk kimliğine geri dönerek, çağa uyan yeni
bir devletin kurulmasıydı. Eskide olduğu gibi, ezene karşı ezilen,
haksıza karşı haklı savunulacak ve ulusal varlık korunacaktı.
Türk ulusçuluğu buydu.
Emperyalist devletler,
dünyaya yayılıp ülkeleri kendilerine bağlarken, daha önce birbirleriyle
ilişkisi olmayan bu ülkeleri, ister istemez ortak düşmana, yani kendisine karşı
birleştirmiş olur. Onları, küresel dizgenin (sistemin) parçaları durumuna
getirirken, aynı zamanda, sömürgeciliğe karşı direniş ruhuna, bağlı olarak
ezilen ülke ulusçuluğuna evrensel bir boyut kazandırır. Ezilen ülke ulusçuları
bilirler ki; ortak düşmana, yani emperyalizme karşı oluşan tepki, direnme
duygularını geliştirerek onları birbirine yakınlaştıracaktır.
Emperyalizmi ilk kez
yenilgiye uğratan Türk ulusçuluğunun, ezilen uluslarda büyük heyecan yaratması
ve yüksek bir saygınlığa ulaşarak evrensel bir devinim yapmasının nedeni budur.
Emperyalizme karşı savaşımı, ezilen ülke ulusçuluğunu, ırkçılığı dar kalıplarından çıkarır, onu özgürlüğü amaçlayan demokratik bir devinim durumuna getirir. Ezen ülke ulusçuluğuyla, ezilen ulus ulusçuluğu arasındaki ayrım; despotlukla demokrasi, saldırganlıkla savunma, tutsaklıkla özgürlük arasındaki ayrımdır. Emperyalizme karşı çıkmayan kişi ya da siyasetler, demokrat ya sa sosyalist olamaz. Ezilen ulus aydınları, herşeyden önce emperyalizme karşı çıkmak, bunun için de ulusçu olmak zorundadır. Ulusçuluk, ezilen ulusların emperyalizme karşı kullanabileceği tek silahtır.
*
Türkiye
Cumhuriyeti’nin ulusçuluk anlayışı, Misak-ı Milli sınırları
içinde yaşayan Türklerin, gönenç ve mutluluğunu esas alır. Ülke dışında kalan
Türklerle ilgi ve ilişkisini kesmez ama görüşleri Pantürkist (dünya
Türklerinin birliği) görüşlerden ayrımlıdır. Cumhuriyet Halk Fırkası’nın,
1931’de yapılan Üçüncü Büyük Kongresi’nde kabul edilen programda, konuyla
ilgili olarak; “CHP milliyetçiliği, gerek bağımsız ve gerekse başka ülke
uyruğu altında yaşayan bütün Türkleri, kardeşlik duygusuyla sevmek ve onların
refahını dilemekle beraber, dışardaki Türkleri, iç siyasi uğraş alanı dışında
tutar” deniliyordu.11
Mustafa Kemal, benzer yaklaşımı, Kurtuluş
Savaşı’nın başlarında, 1 Aralık 1921’de açıklamış ve şunları söylemişti. “Biz
büyük hayaller peşinde koşan, yapamayacağımız şeyleri yapar gibi görünen
sahtekar insanlardan değiliz... Türkiye’de aslında, Panislamizm (İslam
birliği), Panturanizm (Turancılık) yapılmadı, yalnız yapıyoruz,
yapacağız denildi... Haddimizi bilelim. Biz yaşamını bağımsız olarak sürdürmek
isteyen bir milletiz. Canımızı yalnız ve ancak bunun için veririz”12 diyordu.
*
Mustafa Kemal, Türk
milliyetçiliğinin özgün ve evrensel niteliklerini anlatan pek çok açıklama
yaptı ve iç içe geçen bu ikili özelliğe önem verdiğini sıkça vurguladı.
Evrensellik anlayışını, “dünyanın neresinde bir rahatsızlık varsa, bizden ne
kadar uzak olursa olsun, bu rahatsızlıkla ilgilenmeliyiz. İnsanlığın tümünü bir
vücut, her milleti bir uzuv saymak gerekir... İnsan kendi milletinin varlığını
ve mutluluğunu düşündüğü kadar, bütün dünya milletlerinin huzur ve refahını da
düşünmeli, kendi milletinin mutluluğuna ne kadar değer veriyorsa, bütün dünya
milletlerinin mutluluğuna da o kadar önem vermelidir” biçiminde
açıklıyordu.13
Halkçılık
Fransız Devrimi’nde yurttaş,
Rus Devrimi’nde yoldaş olan kavram, Türk Devrimi’nde halk sözcüğüyle
tanımlanmıştır. Tanım ayrımlılığıyla sınırlı kalmayan bu tanım, devrimler
arasındaki niteliksel başkalığın doğal sonucudur.
Fransız Devrimi’nde
kentsoylular (burjuvalar), işçi ve köylüleri arkasına alarak beysoylular (aristokratlar)
sınıfını; Rus Devrimi’nde ise, işçi sınıfı, köylüleri arkasına alarak
kentsoylular ve beysoylular sınıfını yönetimden uzaklaştırmıştır.
Ayrı nitelikteki bu
iki devrimin ortak özelliği, sınıf savaşımına dayanan iç çatışmanın, toplumsal
savaşım durumuna gelmesidir. Fransız Devrimi’nin temel söylemi olan eşitlik,
özgürlük, kardeşlik ve adalet gibi kavramlar, Fransız ulusunun
tümünü değil kentsoylu sınıfını; Rus Devrimi’nde ise, toplumun tümünü
değil, işçi sınıfını, belli oranda da köylülüğü kapsamıştır.
Türk Devrimi’ndeki halk
anlayışı, Fransız ve Rus Devrimlerindeki yurtdaş ve yoldaş
kavramından çok ayrımlıdır. Her şeyden önce, çatışma içe değil, dışa dönüktür.
Sınıfsal değil, ulusaldır. Emperyalist saldırganlığa karşı savaşılmıştır. Bu
özellik, halk tanımını sınıfsal ayırımlarla sınırlamaz, saldırganlarla
işbirliği yapmayan herkesi kapsayacak biçimde genişletir. Halk tanımı,
önemli oranda millet tanımıyla bütünleşir ya da en azından yakınlaşır.
*
Mustafa Kemal
için halkçılığın anlamı, giriştiği savaşımın temel amacını
oluşturmasıdır. Kurtuluş Savaşı’na girişirken, tam bağımsızlığa yönelen
devrimleri gerçekleştirirken, yapılanların tümü halk içindir. Onun için devrim
araç, halk amaçtır. Savaşıma atılırken; bürokratik yetkileri, siyasi
bağlaşma (ittifak) ve uzlaşmaları değil, halkla bütünleşmeyi esas almıştır.
Halkın gücüne
dayanacağı için Anadolu’ya gitti. “Ordular yenilebilir, esas olan halktır.
Halk, her zaman yeni ordu yaratabilir; millet, ordu durumuna gelebilir”
diyordu.14 Bu yaklaşımla halkçılık ilkesi, bir anlamda
Cumhuriyet Halk Fırkası’nın İkinci Büyük Kongresi’nde değil, 1919’da Samsun’a
çıkışla başlatılmıştı.
Kurtuluş Savaşı’yla
birlikte yaşama geçirdiği halkçı anlayışını, aralıksız ölene dek
sürdürdü. Devlet siyasetine yön veren ana unsur, her aşama ve her uygulamada,
halkın siyasi, kültürel, ekonomik haklarının güvence altına alınmasıydı.
Yönetim işleyişi belirlenip yeni devlet kurulurken ya da ard arda gelen
devrimlerle köklü dönüşümler gerçekleştirilirken, tek amaç, halkın yaşam düzeyinin
yükseltilmesi, gönencinin arttırılmasıydı.
Anadolu gezilerinde, halkla yaptığı söyleşilerinde, yeni
devletin amacının, onların sorunlarını çözerek, yaşamlarını kolaylaştırmak
olduğunu söyledi. Söylemine her zaman sadık kaldı. “Siz halksınız, devlet
artık sizsiniz: Türkiye’de bireyler arasında sınıf çatışması yoktur, çünkü
yoksul düşmüş milletin tümü halktır” diyor; sözlerini, “Türkiye’de işçi
sınıfı yok, çünkü gelişmiş bir sanayi yok. Milli burjuvazi henüz sınıf durumuna
gelememiş. Ticaretimiz çok cılız, çünkü sermayemiz yok. Yabancılar bizi eziyor”
diye sürdürüyordu.15
*
Yeni Türk devletinin,
yeni anlayış ve kurumlarıyla, Batıdan ya da kendinden önceki Osmanlı devlet
işleyişinden çok ayrımlı olduğunu açıklıyor ve “bunu bir kelime ile anlatmak
gerekirse, diyebiliriz ki, yeni Türkiye Devleti bir halk devletidir, halkın
devletidir” diyordu.16
Düşüncelerini, halka
anlatırken açık ve dürüst davranıyordu. Yapamıyacağı bir şey söylemiyor,
söylediği şeyi yapıyordu. Yapmaya söz verdiği işleri düzenli izlenceler durumuna
getirerek gerçekleştirdi. Halkçılık anlayışını ortaya koyan pek çok açıklama
yaptı.
Güven veren ve herkesin anlayabileceği açıklıkla dile
getirdiği açıklamalarında şunları söylüyordu: “Sosyoloji bakımından bizim
hükümetimizi anlatmak gerekirse, buna halk hükümeti deriz. Biz yaşamını,
istiklalini kurtarmak için çalışan emekçileriz, kurtulmak ve yaşamak için
çalışmaya mecbur bir halkız... Hakkımızı korumak, istiklâlimizi sağlamak için,
bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı, bizi yutmak isteyen kapitalizme
karşı, milletçe savaşmayı uygun gören bir mesleği takip eden insanlarız”17
... “Bizim halkçılık anlayışımız; kuvvetin, kudretin, egemenliğin ve
yönetimin doğrudan doğruya halka verilmesidir, halkın elinde bulundurulmasıdır”18
... “Devlet teşkilatı, baştanbaşa bir halk teşkilatı olacaktır, genel
idareyi halkın eline vereceğiz. Bu toplumda hak sahibi olmak, artık herkesin
bir işte çalışması esasına dayanacaktır, milletin tümü, hak sahibi olabilmek
için, çalışacaktır”.19
DİPNOTLAR
1
“Atatürk ve Halkçılık” Prof.Cahit Tanyol, Türk.İş.Bank., Kül.Yay.,
sf.163
2
a.g.e. sf.163
3
a.g.e. sf.163
4
“Kuvayı Milliye
Ruhu” S.Ağaoğlu, Kültür Bak.Yay.,
Ank.-1981, sf.11
5
a.g.e. sf.11
6
a.g.e. sf.12
7
a.g.e. sf.88
8
Ulus Gazetesi,
7 Mayıs 1935 (37)
9
“Atatürk’te
Konular Ansiklopedisi” S.Turan, Y.K.Y., 2.B., 1995, sf. 129
10
Atatürk’ün
Söylev ve Demeçleri”, III.Cilt,
Türk İnk.Tar.Ens.Yay., Ank.-1954, sf.74 (43)
11
Tek Adam”
Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit.,
8.Baskı, İst.-1983, sf.444
12
Milli Kurtuluş
Tarihi” Doğan Avcıoğlu, 3.Cilt,
İst.-1974, sf.1416
13
Tek Adam”
Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit.,
8.Baskı, İst.-1983, sf.417
14
Atatürk ve
Halkçılık” Prof.Cahit Tanyol,
Türk.İş.Bank., Kül. Yay., sf.51
15
Bir Sovyet
Diplomatının Türkiye Anıları” Ş.İ.Aralof, Birey Toplum Yay., 2.Baskı, Ank.-1985, sf.253
16
Atatürk’ün
Söylev ve Demeçleri”, I.Cilt, Türk
İnk.Tar.Ens.Yay., Ank.-1945, sf.309
17
Atatürk Diyor
ki” Varlık Yay.,
İst.-1957, sf.27
18
.g.e. sf.27
19
Vakit” 10 Aralık 1922; ak. “Atatürk Diyor ki” Varlık
Yay., İst.-1957, sf.30
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder