Başarılı
olmak için; büyük bir irade gücüne, nitelikli düşünsel donanıma ve sınırsız
bir yurt sevgisine gereksinim vardı. Bu nitelikler ise, “doğal sürükleyici
bir güç” olarak onun yaradılışında bulunuyordu. Aynı nitelikler, yoksul ve
eğitimsiz görünen Türk halkının mayasında vardı. İnançlı bir yurtseverin
yapması gerekeni yapacak; kendi gücünü, kaynağı olan millet gücüyle
birleştirerek ülkesini kurtaracak bir eyleme; ulusal bağımsızlık eylemine
girişecekti. Bu girişim, kendi adına bir şey istemeyen, “şan ve şeref
peşinde koşmayan”, yalnızca “geleceğin Türkiyesi üzerinde tasarladığı
yapıcı düşüncelere” yönelmiş olan bir yurtseverin tutkulu eylemiydi.
Samsun’daki Yalnızlık
Mustafa Kemal, 19 Mayıs’ta geldiği Samsun’da altı gün kaldı ve 25 Mayıs 1919’da iç
kesimlere gitmek üzere buradan ayrıldı. Önemli bir Türk gücünün bulunmadığı bu
küçük kentte, her an denetim altındaydı. İstihbarat subayları, girişimlerini
izliyor, yaptığı her işi soruşturuyorlardı.
Gönüllü ajanlar konumundaki yerli Rumlar, gittiği yerleri, görüştüğü
kişileri, hatta telefon konuşmalarını bile İngilizler’e haber veriyordu. Kimi
Türkler, onunla karşılaşmaktan kaçınıyor, konuşmaktan çekiniyordu.1
Limanı olmayan bu
kentte, sandallar onu ve karargahını karaya çıkardığında, burada fazla
kalmamaya karar vermişti. Anadolu yaylasının içlerine gidecek, ulusal direnişi
orada örgütleyecekti.
Ülkeye Adanan Yaşam
Otuz sekiz yaşında; kendine ve halka güvenen bilinçli bir yurtsever,
rütbelerini savaş alanlarında kazanmış genç bir general ve usta bir savaşçıydı.
Kesin kararlıydı ve her şeyi göze almıştı. “Türk yurdunu” ya kurtaracak
ya da bu uğurda ölecekti.
Amacını ve izleyeceği yolu genç yaşta belirlemişti. Subaylığa başlarken,
Harp Okulu’nda; “benim; amaçlarım, üstelik çok yüce amaçlarım var. Bunlar;
makam elde etmek, manevi zevklere erişmek ya da para kazanmak gibi şeyler
değildir. Amaçlarım gerçekleştiğinde, yurduma yararlı olmanın mutluluğunu
yaşayacağım. Hayatım boyunca tek ilkem, bu ülkü olacaktır. Yürüyeceğim yolu,
çok genç yaşta seçtim, ama son nefesime kadar bu yoldan ayrılmayacağım” demiş2 ve o güne dek bu söze sadık kalmıştı.
Dağılmayla karşı karşıya
kalan Türkiye’nin, şimdi her zamankinden çok ona gereksinim duyduğunu
düşünüyor, kendine verdiği söz yolunda harekete geçiyordu.
Ulus Savaşçısı
Savaş sanatında, dost-düşman herkesin saygı duyduğu usta bir kuramcı,
güvenilir bir uygulamacıydı. Ancak, aynı zamanda saygı uyandıran bir halk
önderi, dengeli bir yönetim adamı ve nitelikli bir aydındı. Türk tarihini ve bu
tarihin Türk halkında yarattığı bağımsızlıkçı birikimi biliyor, tümüyle bu
birikime güveniyordu.
Şimdi, tutkuyla bağlı
olduğu ve sevgisine her zaman karşılık bulduğu halka gidiyor, kurtuluşu
sağlayacak tek güç olan millete başvuruyordu. “Bütün ulusları tanıyorum.
Onları, bir milletin karakterinin bütün çıplaklığıyla ortaya çıktığı anda,
savaş alanında ve ateş altında, ölümün eşiğindeyken inceledim. Türk milletinin
manevi gücü, yemin ederim ki bütün dünyanınkinden daha üstündür” diyor3,
varlığını ve umutlarını bütünleştirdiği bu “üstün gücü” harekete
geçirmeye gidiyordu.
Yüksek
Nitelik
Ülkeyi ve halkı tanıdığı gibi, dünyayı ve dünya olaylarını da doğru
kavrıyordu. Kültürel gelişkinliğe bağlı yorum ustalığı; yönünü, geçeceği
yolları ve olası gelişmeleri, önceden biliyormuşçasına görmesini sağlıyordu.
Dostlarının olduğu kadar düşmanlarının da adeta “ruhunu okuyan” ve
bilinçle irdelenmiş, deneyime dayanan bir sezgi gücüne, sıradışı bir öngörü
yeteneğine sahipti.
Her zaman dengeli bir gerçekçilik içindeydi. Uygulama olasılığı olmayan
istemlere, aşırı yönelmelere asla izin vermiyordu. Düşüncelerini açıklamada
acele etmiyor; zamanı, koşulları ve ilişkiler düzenini dikkate alarak, neyi ne
zaman yapacağını bilmenin yarattığı ölçülü bir sabırla hareket ediyordu.
Nesneldi ve “toplumu kendi düşündüğüm, hayal ettiğim, tasarladığım bir takım
his ve düşüncelerin peşinde sürüklemek amacında değilim. Allah beni böyle bir
hatadan korusun”4 diyecek kadar düşünsel olgunluğa erişmişti.
Savaşın kazanılması
için, silahın şart, ancak yetmez olduğunu biliyor, gerçek zaferin düşünce
birliğine ulaşmış insanlarla kazanılacağına inanıyordu. Düşünce birliği ise ona
göre ancak; eğitimle sağlanan özgür düşünce ve örgütlü birlikteliklerle
sağlanabilirdi. Yüzyılların tutucu geleneklerini yaşayan, geri ve eğitimsiz bir
toplumda bunu başarmak, birçok insan için, çok güç, belki de olanaksız gibi
görünüyordu.
İnanç Sağlamlığı, Kararlılık
“Bütün yurdun
ve koskoca bir ulusun ölüm kalımı söz konusuyken, vatanseverim diyenlerin kendi
geleceklerini düşünmelerine yer var mıdır” diyor5,
arkadaşlarına izleyeceği ve onların da izlemesini istediği yol konusunda
şunları söylüyordu: “Hiçbir zaman baş eğmeyeceğiz. Tuttuğumuz yolda sonuna
kadar yürüyeceğiz. Hiçbir şartta teslim olmayacağız ve başarılı olmaya
çalışacağız. Yerli ya da yabancı düşman karşısında haklarımızı savunacağız. Son
vardığımız sınırda, eğer yenme umudumuz kalmamışsa, bir Türk bayrağının altına
sığınıp, orada istiklâl uğrunda can vereceğiz”.6
Çevresine yalnızca
sözleriyle değil, tutum ve davranışlarıyla da örnek oluyordu. Ulusal eyleme
katılması için kimseyi zorlamıyor, herkesin özgürce karar vermesini istiyordu.
Ona göre, amaç yönünde karşılaşılacak güçlükler ancak gönüllü katılımın,
çıkarsız dayanışmanın yarattığı güçle aşılabilirdi. Çatışma ve tehlike dolu bu
yola girmek isteyenler, sonuçlarına katlanmaya hazır olmalı, gerektiğinde ölümü
göze almalıydılar.
Telgraf
ve Vahdettin
II.Abdülhamit döneminde başlanan,
İttihat ve Terakki hükümetlerince geliştirilen ve o dönem için “mükemmel”
sayılabilecek telgraf ağı çok işine yaradı. Sistemi derhal denetim altına
alarak, askeri ve sivil yöneticilerle ilişki kurdu. Her yerde işgal karşıtı
kitle gösterileri düzenletti. Yabancı devlet temsilcilerine, Babıâli’ye,
yapılanları kınayan telgraflar göndertti. Müdafa-i Hukuk örgütleriyle ilişki
kurdu, birbirleriyle ilişki kurmalarını sağladı. Kendisine verilen emre uyarak,
direniş örgütlerini dağıtması gerekirken yenilerini kurmaya koyuldu.7
Vahdettin, Mustafa Kemal’in
Doğu’daki eylemlerinin gerçek niteliğini anlayınca, “tam bir sinir krizi
geçirmişti”.8 Onun İstanbul’dan ayrılacağı gün, saraya yapılan
ihbar, şimdi üstelik hiç beklenmeyen bir yaygınlıkla gerçekleşiyordu. Halkın
direncini kırmak için gönderdiği, buyruğu altındaki bir asker, bunu yapmak
yerine, onların başına geçerek herkesi direnişe çağırıyordu.
Bu “çılgın”
girişim, İngilizleri kızdıracak ve “İmparatorluğun parçalanmasına” yol
açacaktı. Sadrazam damadı Ferit’den, “öfkeden titreyen sesiyle”, Mustafa
Kemal’in görevine son verilip derhal İstanbul’a çağrılmasını istedi.
Samsun’a çıkışından yalnızca 20 gün sonra, 8 Haziran 1919’da geri çağrıldığında,
İstanbul’a şu yanıtı verdi : “Millet tam bağımsızlığını elde edene dek
Anadolu ’da kalacağım”.9
Halka
Ulaşma
Samsun’dan Ankara’ya dek, altı ay boyunca dolaştığı Anadolu’da; yalnızca
kongreler, bildiri ve yönergeler, telgraf yazışmaları ve örgütlenme işleriyle
uğraşmadı. Köyleri, kasabaları ve kent merkezlerini dolaştı. Ev, okul, kahve,
kışla ve devlet binalarında; köylüler, öğretmenler, din adamları, gençler ve
subaylarla görüştü. Ülkenin geleceğinden kaygı duyan ancak ne yapması
gerektiğini bilmeyen insanlara umut ve güç verdi.
Halkı etkiliyor ve ondan etkileniyordu. Toplumsal yapıya biçim veren
özdeğerlere dayandığı için halk onu anlıyor ve çağrısına katılıyordu. Türk
halkının en yoksul döneminde bile yok olmayan yurda bağlılık tutkusu, inancını
pekiştiriyor, kararlılığını arttırarak direnme gücünü yükseltiyordu.
Erzurum’a giderken karşılaşıp görüştüğü yaşlı bir köylünün sözleri, Türk
halkının yurduna bağlılığını gösteren örneklerden biridir. Mustafa Kemal’in
hatır sorup konuştuğu; “Doğu mitolojisindeki yarı tanrı görünümündeki sıkıntılara
teslim olmamış, beli bükülmemiş, uzun aksakallı bu dev ihtiyar!”10,
Adana’da işlerinin iyi olmasına karşın ailesiyle birlikte memleketi olan
Erzurum’a geri dönmektedir. Dönüş nedenini sorduğunda: “Son günlerde duydum
ki, İstanbul’daki ırzı kırıklar, bizim Erzurum’u Ermeniler’e verecekmiş. Durumu
görmeye geldim. Bu namertler kimin malını kime veriyorlar?”11 yanıtını
alır. Bu yanıtı hiç unutmayacaktır.
Ş.S.Aydemir, “Tek Adam” adlı yapıtında,
bu olayla ilgili olarak şunları aktarır: “Gördüğü kimi tükenmişliklerden
sonra bu yenilmemiş insan, Mustafa Kemal’in ruhunda ıssız yolların kasvetini,
bozkır içindeki insansızlığın uyandırdığı sıkıntılı tasayı dağıtmıştır. Halk
yoksul ve perişandır, ama hamurunda eğer bu yaşlı insanın kanı kaynarsa?...
Mustafa Kemal’in yüzünde başka anlamlar belirir. Kalkar karşısındakiyle
vedalaşır. Çevresindekilere döner ve ‘bu milletle neler yapılmaz’ der”.12
Yunan
İşgali, Ermeni Cumhuriyeti
Kişisel hazırlığının yanı sıra, o aşamada amacına hizmet eden iki somut
gelişmeyle işe başladı. Anlaşma (İtilaf) Devletleri’nin desteğinde
Yunanlılar’ın İzmir’i işgal etmesi ve İngilizlerin Kafkaslar’da, sınırları Türk
topraklarına taşan bir Ermeni Cumhuriyeti kurması. Bu iki gelişme, Türk
halkında uyarıcı etki yaptı ve büyük bir tepkiye neden oldu. Batıdaki Yunan
katliamı ve Doğudaki Ermeni saldırganlığı öğrenildikçe tepkiler arttı, devreye Mustafa
Kemal girince öfke örgütlenmeye yöneldi.
Ayrıca O, gittiği her yerde; milli duygularda yükseliş, devrimci bir
direnme ruhu yaratıyordu. İzmir’den, kışlalarında öldürülen savunmasız
subayların, yakılan köylerin ve toplu öldürmelerin haberleri geliyordu. Devlet
kurmaya yönelen Ermenilerin, şımartılmış Pontus’lu Rumların eylemleri
yayılıyordu.
Türk halkı yüzlerce
değil, belki de binlerce yıl hiç görmediği bir aşağılanmayla karşı karşıyaydı. “Bellerine
fişekler dolamış, kara giysileriyle Rum çeteciler”13; Kocaeli’nden
Hopa’ya dek yol kesiyor, Müslüman köylere saldırıyor, “Türk öldürmeyi”
övünç nedeni sayıyorlardı. Silahsızlandırılmış Türklerin elinden bir şey
gelmiyordu. İngilizler, “karışıklıkların nedeni sayarak Türklerin
silahlarına el koymuş, Rumlar’ın silahlarına dokunmamıştı”.14
Genç
Subaylar Öncü
Çağrısına ilk karşılık verenler, ordu mensupları ve terhis edilmiş
rütbeli subaylar, özellikle genç subaylar oldu. Kendisi Osmanlı Ordusu’nun en
genç generaliydi, ona katılan subaylar da öyleydi. Padişaha bağlı kalan rütbeli
subayların yaş ortalaması 58’ken, ona katılanlarınki 38’di.15
Subaylar, sayıları giderek artan gönüllüleri de beraberlerinde
getirdiler. Onu dinleyen ya da giriştiği işi duyan yoksul ve yorgun köylüler,
yavaş yavaş uyanmaya, ününü Çanakkale ve Bitlis Savaşları’ndan duydukları bu
genç paşanın peşinden gitmeye başladılar.
“Yaman komutandır; sert muharebe eder; üzerine atıldığı düşmanı kırmadan
bırakmaz” sözü16, Anadolu’nun hemen her köyünde
gizemli bir söylence gibi dilden dile dolaşıyordu. Şimdi, onu dinledikçe,
ezilmişliklerini ve ölgün durumdaki kızgınlıklarını, direnme duygusuna
dönüştürüyorlardı. “Adeta yaşama geri dönmüşlerdi. Bütün köylerde parlayan
nefret ateşi, halkı yeni bir güçle harekete geçiriyordu”.17
Halkı uyandırmakla kalmadı, onların savaşım isteklerini derinleştirerek
daha çok köyü harekete geçirmeleri için kendine bağlı subayları çevreye
gönderdi.18 Tümen ve kolordu komutanlarını, askerlik dairesi
başkanlarını, halkın örgütlenmesinde görev almaya çağırdı.
24 Kasım 1919’da, komutanlara ve Müdafaa-i Hukuk’un örgüt birimlerine
çektiği telgrafta, “milli örgütün mahalle ve köylere dek yayılmasını”
istedi ve şunları söyledi: “Yaşamsal önemdeki bu soruna acele çözüm bulmak,
vatanın geleceğiyle milli örgütü sağlam esaslara dayandırmak için, kolordu ve
tümen komutanlarının ve askerlik dairesi başkanlarının bu mukaddes görevle
doğrudan ilgilenmeleri; bu yolda ilişkide oldukları örgüt başkanları
ve mülkiye memurlarının vatansever yardımlarından azami yararlanma gereği karar
altına alınmıştır”.19
Yurtseverleri, ulusal
direniş temelinde birbirine bağlayan başlıca halka, başta komutanları olmak
üzere, kendisine tutkuyla bağlı askeri birliklerdi. Bunlar kendi bölgelerinde,
askerlik görevleri yanında halka siyasi önderlik de yapıyordu. Kararlarını,
bildirim ve buyruklarını, genelgelerini halka onlar yayıyordu. Öğretmenler,
doktorlar, gazeteciler, esnaf ve tüccarlar, ona bağlı askerlerin çevresinde
toplanıyordu. Subaylar arasında ünü ve saygınlığı çok yüksekti. O, subaylarına,
subayları da ona güveniyordu. Örgütlenme, haberalma ve halkla ilişki gibi
önemli konularda subayları görevlendiriyor onların yaptığı çalışmalara güven
duyuyordu.20
DİPNOTLAR
1
“Bozkurt”, H.C.Armstrong,
Arba Yay., İst.-1996, sf.88-89
2
“Atatürk”, Paraşkev Paruşev,
Cem Yay., İst.-1981, sf.71
3
“Bozkurt”, H.C.Armstrong,
Arba Yay., İst.-1996, sf.239
4
“Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün
1923 Eskişehir-İzmit Konuşmaları” Arı İnan, 1982, Türk
Tarih Kurumu Yay.
5
“Nutuk” M. K. Atatürk,
I.Cilt, T. Dil Kur. Bas., 4.Bas., 1999, sf.95
6
“Atatürk’ten Hatıralar”, Celal
Bayar, sf.28-29; ak. Ş.S.Aydemir, “Tek Adam” II.Cilt,
Remzi Kit., 8.Bas., İst.-1981, sf.297
7
“Atatürk” L. Kinross,
Altın Kit. Yay., 12.Bas., İst.-1994, sf.204
8
“Mustafa Kemal” B. Méchin,
Bilgi Yay., Ankara-1997, sf.170
9
a.g.e. sf.170
10
“Tek Adam” Ş. S. Aydemir,
II.Cilt, Remzi Kit., 8.Bas., 1981, sf.88
11
a.g.e. sf.88
12
a.g.e. sf.89
13
“Atatürk” L. Kinross,
Altın Kit. Yay., 12.Bas., İst.-1994, sf.206
14
a.g.e. sf.206
15
“Milli Mücadelede İttihatçılık”,
E.J.Zürcher, Bağlam Yay., 2.Bas., İst.-1995, sf.142
16
“Erzurum’dan Ölümüne Kadar
Atatürk’le Beraber”, M. M. Kansu, I.Cilt, Türk Tarih
Kur. Yay., 3.Bas., Ank.-1988, sf.25
17
“Bozkurt”, H.C.Armstrong,
Arba Yay., İst.-1996, sf.92
18
a.g.e. sf.92
19
“Kaynakçalı Atatürk Günlüğü” U.
Kocatürk, T.İş Ban.Yay., Ank., sf.121
20
“Bir Sovyet Diplomatının Türkiye
Anıları” S.İ.Aralov, Birey ve Toplum Yay., 2.Bas., İst.-1985, sf.65
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder