Eski Türkler, özgür ve katılımcı toplum düzenleri
geliştirerek; bireylerin topluma bağlı, yalın ve sıradan eşitler haline
gelmesini sağlamıştır. Ancak, bu eşitlik kimliksizliğe ya da soyun gözardı edilmesine
asla yol açmamıştır. İlişkinlik (aidiyet) duygusu güçlü biçimde korunmuştur.
Türklerde; boya, buduna, millete bağlılık, aile ve aile büyüklerine saygı,
geçmişini bilme, onu koruma güçlü bir gelenekti. Oysa, Osmanlı padişahları,
imparatorluğa dönüşen devleti koruma adına, saltanat makamını mutlak bir güç
haline getirmek zorundaydılar. İktidarlarını korumak için, onda hak iddia
edebilecek kişi ve toplulukların olmaması gerekiyordu. Tahta gözkoyabilecek bir
soy bırakmamak için, Türk ailelerinden kızlarla değil Hıristiyan kadınlarla
evlendiler. Devşirmelerle, adsız ve ailesiz bir yönetici sınıf yarattılar.
Batıda sanayi devrimiyle yurttaş haline gelen insanlar, ad ve soyad alırken,
Türkiye’de insanların kimliğini ve geçmişini bilmemesi için her şey yapıldı ve
1934 yılına dek soyadı kullanılmadı. Cumhuriyet bu sorunu da çözmek zorundaydı
ve Atatürk’ün öncülüğünde bunu da
kısa bir sürede başardı.
“Posta Memuru Hikmet”
İstanbul’da 1924 Mart’ında, denizde intihar ettiği anlaşılan ve
üzerinden “Posta Memuru Hikmet” adlı belge çıkan, bir erkek cesedi
bulundu. Polisin kimlik saptaması için yaptığı araştırmada, yalnızca, İstanbul Posta
İdaresi’nde altı, posta örgütünün
tümünde ise yirmi tane Hikmet adını taşıyan memur olduğu görüldü. Kimlik
saptaması, cesedin üzerinden çıkan belgeyle değil, diğer Hikmet’lerin
sağ olduğunun anlaşılmasıyla yapılabildi. Türkiye’de, o dönemde soyadı
uygulaması olmadığı için, çok basit bir iş, uzunca bir çalışmayı gerekli
kılmış, bir kişinin kimliğini saptamak için yirmi beş kişiye ulaşmak
gerekmişti.1
Ayrıcalıksz Düzen
Irk ve etnik köken ayrılığını yadsıyan Türkler, insanı esas alan eşitlikçi anlayışlarını, tarihin her döneminde bir yaşam biçimi haline getirmişler, ilişki kurdukları topluluklarla barış içinde birlikte yaşamışlardı. Türklerde, ayrıcalığa dayanan soyluluk kavramı ve babadna oğula geçen sınıfsal ayrıcalık hakları bulunmuyordu.
Devletin başında bulunan hakanlar, yönetimi kendi soyundan kişilere bırakıyordu ama bunlar devleti tek başlarına değil, değişik karar ve danışma organlarıyla yönetiyordu. Hakan olma ve sürdürmenin koşulu, yalnızca kalıtımdan gelen ayrıcalıklar değil, esas olarak yeterlilik ve yetkinlikti.
Osmanlı Devleti'nin İmparatorluk haline gelmesi ve özellikle Hilafetin devlet işlerine sokulmasıyla bu gelenek, 16.yüzyıldan sonra bozulmaya başladı. Yönetim işleyişi, saltık (mutlak) olarak kişi egemenliğine (padişaha) bırakıldı.
İlişkinlik Duygusu
Eski Türklerde Baba ocağı (törkün),
yani aile çok önemlidir. “Ocağın ateşinin hiç sönmemesi” aile dirliğinin
sürmesi şarttır. Bunun için, büyük kardeşler evlenip “ocak” tan
ayrılırken, küçük oğlan evde kalırdı. Evden ayrılanlar aileleriyle birlikte,
belirli aralıklarla “baba ocağı” na gelirler, “ataya saygı”
toplantıları yaparlardı. Eski Türkler, yurtları gibi baba ocağını da asla
unutmazlar, çok uzaklara bile gitmiş olsalar, saygı ve bağlılıklarını
sürdürürlerdi.2
Eski dönemlerde, dünyanın her yerinde olduğu gibi, Türklerde de soyadı yoktu ama boy ve aile geçmişi bilinir, değişik tanımlamalarla gelecek kuşaklara aktarılırdı. Kişiler, eşit bireyler olarak ve büyük bir yalınlıkla kendilerini toplum içinde adeta eritirler, ancak ilişkinlik duygusunu asla yitirmezlerdi. Soyluluğu yadsıyan eşitlikçi anlayışlarıyla, inancı ayrıcalık haline getiren ruhban kurumuna, yönetim işlerinde yer vermezlerdi.
Adsızlığın
Kökeni
Osmanlı padişahları, tahta göz
koyabilecek bir soy bırakmamak için, Türk ailelerden kızlarla değil, Hıristiyan
kadınlarla evlenmeyi gelenek haline getirdiler. İmparatorluğun yükünü çeken
kendi asal unsurunu (Türkleri) baskı altına aldılar ve yönetimi Rum, Ermeni, Sırp, Bulgar gibi Hıristiyan kökenli devşirmelere
teslim ettiler.
“Ailesiz ve adsız” bir
yönetici sınıf yaratmak için, 14-18 yaş arasındaki Hıristiyan çocuklarını
devşirerek devlet yönetimine taşıdılar. Kapıkulu devşirmeleri, “düzgün bir
kan tarihine karşılık gelen bir aile ismi taşıyamıyordu, taşıyamazdı”3;
ailesini unutmak ya da inkar etmek zorundaydı. Çünkü bu aile, bir “Bizans,
Bulgar, Sırp ya da bir Ulah ailesiydi”.4
Türk toplumu üzerinde uzun yıllar etkili olan yerleşik Arap siyasetine göre, Araplar dışındaki hiçbir Müslüman kavim künye (soyadı) alamaz, künye almak yalnızca Arapların hakkıdır.5
Osmanlı padişahlarının siyasi çıkarıyla örtüşen ve din kuralıymış gibi sunulan bu tutum, Türklerin 20.yüzyılın ortasına dek soyadsız kalmasına kaynaklık etmiştir.
Uluslaşma
ve Soyadı
Sanayileşen ülkeler, ekonomik
ve toplumsal gelişimin sonucu olarak 17.yüzyıldan sonra ulusallaşmaya
başlamışlardı. Soylular (aristokratlar) yönetimden uzaklaştırılmış, kent soylular
(burjuvalar) yönetime gelmişti. Köylüler işçileşerek ‘eşit’ yurttaşlar
haline gelmiş, toplum yaşamı, yeni ilişki ve gelişmelerle başkalaşmıştı.
Bireylerin toplum içindeki
varlığını belirleyen bir araç olarak soyadı, bu süreç sonunda ortaya çıkmıştı.
Bireyleri ‘eşit’ yurttaşlar haline getiren bireysel tanımlama,
ulusallaşmanın zorunlu bir sonucuydu.
Osmanlı İmparatorluğu, aynı dönemde çöküş sürecini
yaşıyordu. Toplumu kimsizlikleştiren eski padişah uygulamaları, Batı’nın
giderek artan sömürgeci etkisiyle birleşince, uluslaşma gelişimi ve buna bağlı
olarak bireyin yurttaş haline gelmesi gecikti. Her alanda olduğu gibi, kimlik
ve ad sorunu da bir karmaşa haline geldi. 1924’de ki “Posta Memuru Hikmet”
olayı, bu olumsuz sürecin doğal sonucuydu.
Osmanlı’da
Durum
Osmanlı devlet düzeninde, Türk
çocuklarına genellikle dinsel içerikli, Arapça ya da Farsça kökenli bir ad
verilirdi. Kişinin aldığı ad, yalındı ve tek bir addı. Aileyle bağını
gösterecek bir özelliğe sahip değildi. Örneğin Ahmet’in oğlu yalnızca Ali’ydi;
onun oğlu da Osman’dı. Buna aile zincirini belirtecek bir sözcük
eklenmezdi. Kişinin kendisini anlatması için, kimlerden olduğunu, nereden
geldiğini açıklaması gerekirdi.
Ad alma biçimi yetmezlikler içeriyor ve 20.yüzyıl dünya koşullarına uymuyordu. Milli duygunun önüne geçirilen ümmet düşüncesi, kaçınılmaz olarak bireyi ve aileyi ikincil sayıyor, siyasileştirilen dini, toplumun tek belirleyici unsuru haline getiriyordu.
Soya bağlı aile bağının güçsüzleştirilmesi, soy tanımlamasına izin vermemekle olasıydı. Sayısı sınırlı benzer adların tek başına kullanılması, bu amaca belki uygundu ama çağın gereklerinden de uzaktı. Herşeyden önce, aileyi değil, kişiyi bile yeterince tanımlayamıyor, “Evlilik birliğinin adsız olmasına” yol açıyor, nüfus kayıtlarını “içinden çıkılması güç bir karmaşa” içine sokuyordu.
Toplumda aynı adı taşıyan çok sayıda insan vardı. Okulda, kışlada, işyerinde yüzlerce Mehmet, Ali, Mustafa, Hüseyin ya da Osman bulunuyordu. Soyadı yokluğu, “askere almadan ekonomik ilişkilere dek” birçok alanda “büyük güçlükler” ve hukuksal sorunlar yaratıyordu.6
Kendini Tanımlama
Kimi varsıl (zengin) aileler, bu duruma karşı kendilerini, aile büyüklerinden birinin adına, Türkçe “oğul”, Farsça “zade” ekini ya da soydan birinin meslek ünvanını koyarak tanımlıyordu: Müftüzadeler, Safaoğulları, Evliyazadeler, Topaloğulları, Karaosmanoğulları, Uşaklızadeler, Doktoroğlu, İmamoğlu v.b.
İnsanları birbirinden ayırd etmenin bir başka yöntemi,
kişileri niteliklerine, yaptıkları işe ya da fizik özelliklerine göre
tanımlamaktı: Topçu Hasan, Arabacı Yusuf, Topal Osman, Bodur Ahmet, Kel Ali, Parmaksız Ziya, Nalbant Süleyman, Saka Mehmet... Etnik köken, doğum yeri ya da memleket, bir başka tanımlama
biçimiydi: Kürt Mehmet, Laz İsmail, Arnavut Recep, Maraşlı Abdullah, Bursalı Hilmi, Selanikli Süleyman, Kıbrıslı Osman, Kırımlı Mustafa...7
Başarısız
Girişimler
Soyadı kullanımı ile ilgili
ilk girişim, İttihat ve Terakki Fırkası’nın iktidarda olduğu dönemde, Ziya Gökalp’in önerisiyle
yapıldı. Gökalp, “aile adlarının saptanması aile kurumunda içtenlik, beraberlik ve dayanışmayı geliştirecek, bu da milli duygunun güçlenmesine yol açacaktır” diyordu.8 Hükümet, o dönemde, soyadı yönteminin
oluşturulmasını da içeren bir “Aile Hukuku Kararnamesi” çıkarmış, ancak
bu girişim olumlu bir sonuç vermemişti.9
İkinci girişim, Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi'nin (Tanrıöver), 1925'te yayımladığı genelgesiydi. Bakan, genelgede, Milli Eğitim topluluğuyla sınırlı olmak üzere, öğrenci velilerinden bir soyadı seçmesini istiyor ve “bu iş için gerekli kuralların saptandığını” belirtiyordu.10 Ancak, sınırlı olmasına karşın, bu girişim de başarısız oldu ve soyad uygulamasında somut bir ilerleme sağlanamadı.
Atatürk
İşi Ele Alıyor
Cumhuriyet Devrimlerinin
tümünde olduğu gibi, soyadı konusunun çözüme kavuşturulması da onun girişimiyle
başarıldı. 1927’de yapılan nüfus sayımı, yönetici kadroların konunun önemini
görmesini sağladı. Milli kültürün uyanışı ve
Türklüğün yükselen değer olarak güncelleşmesi, geçmişe ve soy bağına olan
ilgiyi arttırdı.
Soyadı girişimi bu koşullar
içinde olgunlaştı. Yasa, 21 Haziran 1934’de, 1 Ocak 1935’ten sonra uygulanması
koşuluyla kabul edildi. Yasa uyarınca, “her Türk yurttaşı” altı ay
içinde, “öz adından başka bir soyadı alacak” tı. Soyadları Türkçe olacak11, “rütbe, makam, yabancı
ırk ve ulus belirten tanımlarla, ahlaka aykırı ve gülünç” olan adlar,
soyadı olarak kullanılmayacaktı.12
TBMM geçiş dönemi içinde, 24 Kasım 1934’te kabul ettiği
2587 sayılı özel bir yasayla Mustafa Kemal’e, “Atatürk” soyadını
verdi. Meclis, iki gün sonra 26 Kasım’da kabul ettiği “Lakap ve Ünvanların
Kaldırılmasına Dair Yasa” yla
süreci tamamladı.13
Ad
Arayışları
Atatürk, yakın çevresine, arkadaşlarına, birçok milletvekiline,
bakana ve Başbakana soyadları buldu. Örneğin, Hakimiyet-i Milliye
(sonraki ulus) Gazetesi’nde,
26 Kasım 1934’te yayımlanan mektubunda, “İnönü Meydan Savaşı’nın Baş
Kahramanı olması nedeniyle, İsmet Paşa’ya İnönü soyadının uygun görüldüğünü”
açıklamıştı.14
İstekle giriştiği ad
arayışında; eski Türk deyimleri, sözcükler, eski kent ve bölge adları bulup
çıkarıyor, bunları çevresindeki insanlara soyad olarak veriyordu. Ondan soyad
almak, büyük bir onur kazanımı sayılıyordu.
Herkes coşkun bir arayış içine
girmiş, kendine ya da komşularına, arkadaşlarına “kimsenin bilmediği Türkçe
adlar” buluyordu. Dil Devrimi’yle
aynı zamana gelmesi coşkuyu arttırıyor, Arapça kökenli Mustafa, Abdullah,
Rabia, Muhammet, Tahire; Tevrat kökenli İbrahim, Yakup, Süleyman,
İsrafil, Musa gibi adların yerini büyük bir hızla o güne dek bilinmeyen; Teoman,
Atilla, Gökçe, Mete, Ayça, Yıldırım, Özge, Oğuz gibi Türk adları alıyordu.
1934 yılında öyle bir süreçten geçiliyordu ki, insanlar
yalnızca bir soyadına değil, sanki yitirmiş olduğu geçmişine ve özbenliğine
kavuşuyor, olağanüstü bir dönem yaşıyordu.
DİPNOTLAR
1 “Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu”
P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.Bas., sf.76
2
“Türkçülüğün Esasları”
Ziya Gökalp, Kum Saati Yay., İst.-2001,
sf.178
3
“Tarihimiz ve
Cumhuriyet Muhittin Birgen (1885-1951)” Zeki Arıkan, Tarih Vakfı Yurt Yay., 1997, sf.127
4
a.g.e. sf.127
5
“Türklerin Dini” Fuat Bozkurt, Cem Yay., 1995, sf.157
6
“Mustafa Kemal ve
Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.Bas.,
sf.76-77
7
a.g.e. sf.77
8
“Kemalizm” Tekin Alp, Top.Dön.Yay., 2.Bas., İstanbul-1998, sf.177
9
“Mustafa Kemal ve
Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.Bas.,
sf.77
10
a.g.e. sf.77
11
“Türk Devriminin
Temelleri ve Gelişimi” Prof.Ahmet Mumcu,
İnkilap Yay., İst.-1992, sf.163
12
a.g.e. sf.163
13
“İkinci Adam”
Ş.S.Aydemir, I.C., Remzi Kit., 6.Bas.,
İst.-1984, sf.424
14
a.g.e. sf.424
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder