Sağlığı, 1935’ten sonra bozulmaya başladı. Bu
kez görülen, eski hastalıklarından birinin depreşerek onu yeniden rahatsız etmesi
değil, dış görünüşüne yansıyan genel bir çöküntüydü. Kendini güçsüz hissediyor,
çabuk yoruluyor ve eski verimiyle çalışamıyordu. Ten rengi hızla solmuş, yüz hatlarında
derin kırışıklıklar oluşmuştu. Onda pek görülmeyen bir yorgunluk ve bu yorgunluğa
bağlı bir bezginlik görülüyordu. Ancak, belirtilere karşın, rahatsızlığının nedeni
karaciğer hastalığı bir türlü saptanamıyordu. Tanı gecikmesini ve yanlış tedaviyi
anlamıştı. İsviçre’de okuyan Afet İnan’a
gönderdiği mektupta, “bence doktorların
yanlış görüş ve hükümleri nedeniyle hastalık durmamış, ilerlemiştir” diyor;
İsmet İnönü'ye “İsmet, hastalığım çok
daha önce bana bütün ağırlığıyla anlatılsaydı, o zaman işin başında, tam başında
önlemini alırdım. Bu noktaya getirmezdim. Bana yeterince anlatılmadı, gerçekler
gizlendi” diye serzenişte bulunuyordu. Fransa’dan getirilen, Prof. Dr. Frank Fiessinger, kendisini hayrete uğratan
bir gerçekle karşılaşıyor, “Atatürk’e o güne
dek hiçbir kan tahlili yapılmadığını” görüyordu.(x)
Sayrılık (Hastalık) ve Hekimler
1935 Şubat’ında, Çankaya’da bir akşam, herhangi bir öneri
olmadan, Dr. Asım Arar’dan kendisini muayene etmesini ister. Bu istek,
yakın çevresini şaşırtır. Hekim denetiminden pek hoşlanmadığı ve zorunlu
kalmadıkça hekime başvurmadığı bilinmektedir.1 1935 Temmuz başında,
aynı isteği yineler ve Florya’da nezaket ziyaretine gelen Dr. Neşet Ömer
İrdelp’den, kendisini muayene etmesini ister.2
Dört ay arayla gelen muayene istekleri, “kendisini
iyi hissetmediğini” ve “doktora başvurmasını gerektirecek kadar bir
sıkıntısının olduğunu”3 gösteriyordu. “Sabahları, dinlenmemiş
olarak kalktığından, soğuğa karşı direncinin azaldığından ve renginin giderek
solduğundan”4 yakınmaktadır. Hekimler, birbirine benzer
yargılarda bulunur. Dr. İrdelp; kalbinde, karaciğerinde ve
böbreklerinde, “olağanın dışında bir şey olmadığını” söyler, halsizliği
için “ağrı kesici tabletler” verir.5
Yakınmalar Sürüyor
Yakınmaları, 1936 ve 1937’de artarak sürer. İştahı
azalmakta ve kilo yitirmektedir. Yürüyüşü sevmesine karşın, çabuk yorulduğu
için yürümeyi bırakır. Ayaklarda kaşıntı, burun ve diş etlerinde kanamalar
başlar. Ankara Numune Hastanesi Deri Hastalıkları Şefi Prof.Alfred Marchionini’nin,
kaşıntı için verdiği “merhem ve solüsyonlar” yararlı olmaz.6
Kaşıntılardan ve kaşınmak zorunda kalmaktan
çok rahatsızdır. Soruna, “Çankaya’yı basan karıncaların” neden olduğu düşünülür
ve Milli Savunma Bakanlığı Zehirli Gaz Şubesi Müşaviri Dr.Nuri Refet Korur’a
danışılır. Yurt gezisine çıktığı bir dönemde, Köşk, “gemilerde fare öldürmek
için kullanılan Cyclon B adı verilen bir siyandrik asit gazıyla” ilaçlanır.
İlaçlamayı, Yavuz Zırhlısından uzman bir ekip yapar.7
Saptanamayan Hastalık
1937 Nisan sonu ve Mayıs başındaki yalnızca üç hafta
içinde, altı kez, Ankara Numune hastanesine gitti. Ancak, rahatsızlıkların
nedeni belirlenemediği için, ne burun kanamalarınane de kaşıntıya çare bulundu.
Belirtilere karşın, rahatsızlıkların ana
nedeni karaciğer sayrılığı (hastalığı) bir türlü saptanamıyordu. Burun kanaması
nedeniyle kimi toplantılara geç gidiyor ya da gidemiyordu. Bu durum, zamana ve
sözüne sadık bir kişi olarak onu sıkıyordu. Balkan Devletleri diplomatlarına,
Çankaya’da verdiği davete, üst katta olmasına karşın, kanama durdurulamadığı
için oldukça geç gelebilmiş ve büyük üzüntü duymuştu. Hatay sorununu çözmek
için gittiği Mersin’de, yemekte ard arda üç kez burun kanaması geçirmişti.
Tanı Konuyor; Siroz
Termal koşulların yararlı olacağını düşünerek, 21 Ocak
1938’de Yalova’ya gitti ve yeni açılan otelin ilk konuğu oldu. Kaplıca Doktoru Nihat
Reşat Belger’i çağırarak, kaşıntılarına bir çare bulmasını istedi. Kapsamlı
bir muayeneden sonra Dr.Belger karaciğerdeki sorunu saptadı ve sayrılığa
gerçek tanıyı koyan ilk hekim oldu; “Karaciğer büyümüş ve sertleşmiştir.
Kaşıntının ve kanamaların nedeni, süreğen (kronik) karaciğer hastalığına bağlı
sirozdur” dedi.8
Tanı, o güne dek böyle bir durumun
olasılığından bile söz edilmediği için, beklenmeyen bir durumdur ve onun için
şaşırtıcıdır. Her zamanki gerçekçiliğiyle, “şimdi ne yapacağız” der.9
Özel hekimi Dr.Neşet Ömer İrdelp Yalova’ya çağrılır. Tanıya o da
katılır. Oysa, her iki hekim de daha önce yaptıkları muayenelerde, böyle bir
tanı koymamıştı. Dr.Belger, “sekiz ay önce yaptığım muayenede, siroza
ait hiçbir belirti görmemiştim” diyecektir.10
Geç Gelen Tanı
Siroz’ un
niteliği ve somut belirtiler göz önüne alındığında, tanı koymada geç kalındığı
açıktı. Atatürk’ün hekimleri arasında yer alan Dr.Asım Arar,
1953’de Dünya Gazetesi’ nde yayımlanan yazısında, “Atatürk’ün ölümcül
hastalığını, 1936 sonlarına dek götürmek yanlış olmaz” der ve şu açıklamayı
yapar: “27 Şubat 1938’de (Reşat Belger’in tanısından bir ay sonra y.n.) işin
kötüye gittiğini, büyük bir ihtimalle karaciğer sirozu başlangıcı, hatta daha
ileri biraşamasıyla karşı karşıya olduğumuza hükmettim. O günden altı ay önce,
kaşıntıların karınca istilalarına bağlandığı, kanamaların sıklaştığı dönemlerde
de bu kuşkuya kapıldım, düşüncelerimi gerekenlere açtım. Ancak, Atatürk’ün
yakınında bulunan yetkili kişiler, böyle bir olasılığın bulunmadığını
söylediklerinden, daha ileri gidememek zorunda kalmıştım... Atatürk’ü tedavi
eden doktorların hiçbiri, onu tıbbın gerektirdiği gibi inceden inceye muayene
etme cesaretini gösterememişti. En büyük hocalarımız bile, sıradan bir hasta
için yaptıkları özenli muayeneden çekiniyorlar ve Atatürk’ün karşısında ezile
büzülüp, hiçbir şey söylemiyorlardı”.11
Falih Rıfkı Atay, geç tanı
konusunda yıllar sonra; “yirminci yüzyılın en büyük milli kahramanı,
milletin elinden, bir büyük deha, insanlığın elinden gidiyordu.. Her zaman
yanında bulunan hekimlerin, bunca belirti ve genel çöküntüye dikkat etmediklerini
ve hepsini pek basit birer nedene bağlayarak geçiştirdiklerini, doğrusu hala
anlayamıyorum” der.12
Aynı kanıda olan Ruşen Eşref Ünaydın ise,
bu konuda; “sağlık durumunun bozulma nedeninin belirlenmesinde bu kadar geç
kalınmış olması, Atatürk’ün bu önemli hastalığında karşılaştığı ilk büyük
talihsizlik olmuştur” diyecektir.13
Bedensel Sağlık
Sağlık sorununun büyüklüğüne karşın, 8 Kasım 1938’deki
son komaya dek çalışmayı sürdürdü. Savaş ve gerilimli mücadelelerle dolu, çok
güç bir yaşamın içinden geliyordu. Beden sağlığı, hiçbir zaman iyi olmamıştı.
Yıpratıcı etkisini uzun yıllar taşıdığı Sıtma’ ya, henüz 16 yaşındayken Askeri Lise’de yakalanmıştı.14
Trablusgarp’te gözlerinden, Dünya Savaşı’nda böbreklerinden rahatsızlanmıştı.
1918’de Karlsbad’da (Avusturya) hastaneye yatmış, 1920’de Binbaşı Dr.Refik (Saydam),
dalak büyümesi tanısı koymuştu. 1923 ve 1927’de iki kez kalp krizi geçirmişti.15
Siroz’ u
inceledi, niteliğini ve ölümcül etkilerini çabuk öğrendi. Ölüm onun için
yabancısı olmadığı, yaşamı boyunca yanında taşıdığı ve her an gerçekleşebilecek
güçlü bir olasılıktı. Ölümden hiçbir zaman korkmamıştı. “Ölümü istemek
cesaret değildir, ama ölümden korkmak ahmaklıktır”16 diyor;
ölümü, üzerindeki bir borç gibi gördüğü “vatan mücadelesi” için, kolayca
göze aldığı sıradan bir olay gibi görüyordu.
Çalışmayı Bırakmıyor
Öleceğini anlamış olmasına karşın, azalmış gücünün
sınırlarını zorlayarak çalışmalarını sürdürdü. “Görevinin üzerine
titriyordu”.17 1938 yazında Savarona’da; Hatay sorunu ve yaklaşan
savaş gibi, ülkenin ivedi sorunlarının görüşüldüğü, her biri dört beş saat
süren Bakanlar Kurulu toplantılarına başkanlık etti.18
Sürekli bir güç yetmezliği içinde olmasına
karşın, gerçekleştirmek için sağlıklı bir insanın bile zorlanacağı işler yaptı.
Sirozun belirlendiği 23 Ocak 1938’den, son ve kesin komaya girdiği 8 Kasım’a
dek geçen dokuz ayda; yurt ve kent içi 16 gezi-ziyaret, yerli yabancı 55 kabul,
6 toplantı yaptı; yerli yabancı 21 kişi ve kuruluşa değişik konularda yazılı
ileti gönderdi.19
“Güzel Gece”
Tanı koyulduktan iki hafta sonra, önem verdiği iki
fabrika açılışı için; Gemlik ve Bursa’ya gitti. Gemlik’te, (1 Şubat 1938) Gemlik
Yapay İpek Fabrikası’nı;
Bursa’da, “milli sevinci arttıracak çok değerli bir eser” dediği, Bursa
Merinos Fabrikası’ nı açtı
(2 Şubat 1938).20
Bursa Merinos’ u açtığı gün kendini biraz iyi hissediyordu.
Akşam, Fabrika’da düzenlenen baloya katıldı ve burada zeybek oynadı. Eski
devingenliği yoktu, ama neşeliydi. Bu, katıldığı son açılış ve balo olacaktı.
Fabrika’nın teknolojik niteliği ve iyi
düzenlenmiş çevresinden mutluluk duymuştu. Bahçede yürümek istedi, ancak gücü
yeterli değildi. “Arabayı getirin üşür gibi oluyorum” diyerek arabaya
bindi ve yaveri pencereyi kaparken, yavaşça “ne güzel geceydi” dedi.21
Akciğer Yangısı
Dolmabahçe’ye döndüğünde bitkindir. Yeni bir hastalık
ortaya çıkar. Karaciğerdeki bozulmayı hızlandıran ve bir akciğer yangısı
(iltihabı) olan zatürre olmuştur. Zatürre atlatılarak akciğer kurtarılır ancak
karaciğerin yetmezliğe gidişi önlenemez.
25 Şubat’ta Ankara’ya döndü, aynı gün Balkan
Paktı toplantısı için Türkiye’ye gelen yabancı ülke yetkilileriyle görüştü.
Yunanistan Başbakanı Metaksas, Yugoslavya Başbakanı Stoyadinoviç ve
Romanya Dışişleri Müsteşarı Comnen’i ayrı ayrı Çankaya’da kabul etti. 27
Şubat’ta Pakt üyesi diplomatlara bir “çay ziyafeti” verdi; bir
gün sonra yabancı gazetecilere açıklamalar yaptı.22
Yabancı Hekimler
Genel durumu hızla bozuluyor, sıkıntıları sürekli
artıyordu. 15 Mart’ta, yurtdışından hekim getirilmesi konu edildiğinde; “ne
yaparsanız yapın ama çabuk yapın, ben hastayım” dedi.23 Oysa,
aynı öneriyi üç hafta önce “ortada Hatay sorunu var, hastalığım dışarda
duyulursa iyi olmaz” diyerek reddetmişti.24
Hükümet, Paris Tıp Fakültesi’nden Prof. Dr. Frank
Fiessinger’in çağrılmasına karar verdi. 28 Mart’ta Türkiye’ye gelen Fiessinger’in
tanısı aynıydı. Fransız hekim, kendisini hayrete uğratan bir gerçekle
karşılaşır. “Atatürk’e o güne dek hiçbir kan tahlili yapılmamıştır”.25
Elde, yalnızca birkaç idrar raporu vardır. Nedenini sorduğunda, “Atatürk’ten
kan almaya çekindik” yanıtını alır.26
Vasiyetini Yazdırıyor
15 Eylül’de vasiyetini yazdırdı. Tek yasal mirasçısı,
aslında kız kardeşi Makbule Atadan’dı. Ancak, 19 Mayıs 1932’de kendi
isteği üzerine, 2307 sayılı özel bir yasa çıkarılmıştı. Bu girişimle, Medeni
Yasa’da yer alan, mirasçıların haklarını isteğe bağlı olmaksızın koruyan “mahfuz
hisse”, Atatürk için kaldırılmış, böylece aile üyeleri ve
akrabaları, kişisel mirasından yararlanamaz duruma getirilmişti.
2307 sayılı Yasa’ya göre, mirasını dilediği gibi
dağıtacaktı. 11 Haziran 1937’de hazırlattığı ilk vasiyette, Türk tarımına örnek
olsun diye işlettiği çiftliklerini ve diğer taşınmazlarını millete bırakmış; bu
davranışı nedeniyle, “Millet ve Meclis adına” kendisine teşekkür
telgrafı gönderen Başbakan İsmet İnönü’yü; “söz konusu armağan,
yüksek Türk milletine benim asıl vermeyi düşündüğüm armağan karşısında hiçbir
değere sahip değildir. Ben gerektiği zaman, en büyük armağanım olmak üzere Türk
milletine canımı vereceğim” sözleriyle yanıtlamıştı.27
Ulus Matbaası’nı, tüm demirbaş eşyası ve
çevresindeki arsasıyla birlikte Cumhuriyet Halk Partisi’ne; bugünkü Hipodrom ve
19 Mayıs Stadyumu çevresindeki arsaları, çarşı içindeki oteli, altındaki
dükkanlarla birlikte Ankara Belediyesi’ne bağışladı. Para ve hisse senetlerini
İş Bankası faizlendirecek ve her seneki faizden yaşadıkları sürece; kız kardeşi
Makbule Atadan’a 1000, Afet İnan’a 800, Sabiha Gökçen’e
600, Manevi kızları Ülkü’ye 200, Rukiye ve Nebile’ye 100
lira verilecekti. Sabiha Gökçen’e bir ev alınacak, Makbule Atadan,
yaşadığı sürece Çankaya’da oturduğu evi kullanabilecekti. İsmet İnönü’nün
çocuklarına yüksek öğrenimlerini tamamlamaları için, gereken maddi yardım
yapılacak; faizden kalan para, her yıl, yarı yarıya Türk Dil ve Tarih Kurumu’na
ayrılacaktı.28
Duygulu Anlar
On beş yıl boyunca her yıl, özenle hazırlandığı 30
Ağustos Zafer Bayramı’nın on altıncısı, o, bu durumdayken kutlanacaktı.
Törenlere katılamayacağı belliydi, bu nedenle üzüntülüydü. Yardım alarak ve
güçlükle yapabilmesine karşın, “giyinmiş, traş olmuş, bakımlı ve saygılı” bir
durumda odasından dışarı bakmaktadır.
Ayaklarındaki şişlik nedeniyle, ayakkabı giyememiştir. “Odası
dışına hiçbir zaman ayakkabısız çıkmamış bir kişi olarak” terlikle durmaktan
rahatsızdır. Sabiha Gökçen'e; “dışarda hava nasıl? 30 Ağustos’u iyi
bir havada kutlayabilecekler mi? Gazeteler, 30 Ağustos’un önemini iyi
belirtmişler, iyi değerlendirmişler mi? Ulusal heyecan 1922’lerdeki gibi ayakta
tutulabiliyor mu?” diye sorular sormaktadır.29
Elinde, Türk Ordusu’nun değişik törenlerde çekilmiş
fotoğrafları vardır. Bunlara uzun uzun bakar ve “silahlarımızı kendimiz
yapmamız gerek. Uçaklarımızı, tanklarımızı, hepsini. Aksi halde bir savaş
sırasında, topsuz tüfeksiz dövüşmek zorunda kalırız. Ulusal savaş sanayii
kurmalı ve bu alanda da bağımsız olmalıyız” der.
Daha sonra derin bir nefes alarak burukluk
içeren bir ses tonuyla şunları söyler: “Bu kez bensiz kutlayacaklar. Oysa,
törenlere katılmayı o kadar isterdim ki. Çocuklarımızı görmeyi, modern araç
gereçle donanan ordumuzun geçişini görmeyi isterdim. Bayrağımızı da özledim.
Onun şöyle anlı şanlı dalgalanıp göklerle bütünleşmesini çok özledim...30
Ağaca ve Yeşile Özlem
O günlerde, yaşamı boyunca canlı tuttuğu ağaç ve yeşillik
özlemi öne çıkmıştı. Sıkça, doğal yaşamın güzelliklerinden söz ediyor, “bir
dağda, bir orman içinde, sıradan küçük bir evde sakin bir hayat” istediğini
söylüyordu.
Odasında, kendisine daha önce armağan edilen, orman ve
akarsuları gösteren bir tablo vardır. Gözleri sık sık bu tabloya takılıyor, “güçlükle,
ama içten gelen bir hasretle” ormana duyduğu özlemi anlatıyordu.31
Afet İnan’a, “bana
ülkemizin ormanlık güzel yerlerini anlat, oralara gidelim; ağaçlar altında
dolaşabileyim, basit bir hayata kavuşayım. Tek isteğim, yeşillik ve ağaçlıklar
içinde olmak, yaz kış yeşil kalan ağaçlar arasında yaşamaktır” derken32;
Sabiha Gökçen’e, “kimsenin yardımını istemeden, bir kere daha
ormanlara gidebilseydim; ağaç denizinin yeşilliklerinde dilediğim gibi dolaşabilseydim...
Sevdiğim vatanımın bir köşesinde, ağaçlardan gökyüzünün bile görünmediği bir
köşesinde, planını kendimin çizdiği küçük, yalın bir ev olsun istiyorum. Burada
çiçeklerle, kuşlarla, ağaçlarla iç içe olayım. Gençliğimden beri düşlediğim bir
şeydi bu” diyordu.33
Askeri Öğrenciler
Cumhuriyet’in 15.yılı 29 Ekim’de coşkulu törenlerle
kutlanmaktadır. Ancak, sağlık durumu “ciddi bir hal” almış, yardım da
alsa çok güç hareket edebilir duruma gelmişti. Kuleli Askeri Lisesi
öğrencileri, törenlerden dönerken, boğaz vapurunu Dolmabahçe önüne getirmişler,
“İstiklâl Marşı ve Gençlik Marşı’nı söyleyerek”, onu selamlamaktadırlar.
Dışarda, coşkulu ve içten büyük bir sevgi gösterisi vardır. Ses tonuna yansıyan
bir hüzünle, yanındakilere şöyle der: “Bugünü halkımla, halkımın içinde
kutlamak isterdim. Beni Cumhuriyet Bayramı’nda halkımdan uzak tutan bu
hastalığa lânet ediyorum. Bana gelecek bayramlardan söz etmeyin. Hatta gelecek
aydan da söz etmeyin. Ekim ayını çıkarabilirsem bile, Kasım’ı çıkarabileceğimi
hiç sanmıyorum”.34
Yüzü her zamankinden daha solgun, elleri balmumu rengini
almıştır. Gözlerinin çevresi “mor halkalarla çevrili birer kuyu” gibidir.35
Gençlerin coşkusu giderek artmış, gösterileriyle “yer ve göğü
inleterek” onu görmek istemektedirler. Dr.Neşet Ömer ve Zeki
Bozok’a, “duyuyor musunuz? Bunlar bizim gençlerimiz. Cumhuriyet’i emanet
ettiğimiz gençlerimiz. Ne gür sesleri var. Öyle bir nesil yetişiyor ki, bu
neslin heyecanı, yurt ve bayrak aşkı köreltilmeyecek olursa, dünyanın en mutlu
ülkesi, biliniz ki, Türkiye olacaktır. Gençliği köreltmek isteyenler
çıkacaktır. Tarihe bakınız, (gençleri körelterek y.n.) ulusların mutluluğuna,
esenliğine gölge düşürecek bedbahların çıktığını görürsünüz” der ve
gençleri görmek, onlara el sallamak için hazırlanmasını ister.36
Hekim, “fakat paşam” dediğinde sözünü
keser, “nedir fakat?” diyerek sert tepki gösterir. Gerisini, odada
bulunan Sabiha Gökçen şöyle anlatır: “Binbir güçlükle elbisesini
giydirdiler... Pencerenin önüne bir koltuk getirildi ve Atatürk koltuğa
oturtuldu. İşte o zaman, dışarda esas kıyamet koptu. Onu gören gençler,
çılgınca alkışlıyor, ellerindeki bayrakları sallıyordu. Görülecek bir
manzaraydı. Gençleri, buradan eliyle selamladı. Gözleri yaşarmıştı. ‘Bu
bayramlar ve yarınlar sizindir, güle güle’ dedi ve yatağına geri
götürülmesini istedi”.37
Ölümsüzlük
10 Kasım’da son nefesini verdiğinde; arkasında 57 yıllık
bir yaşam, bu yaşama sığdırılan görkemli bir devrimci eylem ve tarihin gördüğü
en büyük yenileşme hareketini bıraktı. Mustafa Kemal Atatürk’ün, Türk
ulusu için anlamı; özgürlükle tutsaklığın, varlığını korumayla yok olmanın ya
da gönençle yoksulluğun, en yalın ve en belirgin ayrımıydı. Yaşam direncini
yitirmiş kabul edilerek, yok edilmek istenen büyük bir ulusu, ayağa
kaldırmış, onu eskiden gelen ve değişime açık yeni değerlerle adeta yeniden
yaratmıştı.
Elli yedi yıllık yaşamın 26 yılını asker ocağında, bunun
da 11 yılını cephelerde savaşarak geçirmişti. Türk Ordusu’na bağlılığı ve ona
duyduğu güven her şeyin üzerindeydi. Türk ulusunun orduya duyduğu saygı ve
güveni biliyor, kuruluşunun her aşamasına emek verdiği ulusal ordunun savaş
gücüne ve yenilikçi niteliğine büyük önem veriyordu.
Bu nedenle olacak, yaşamındaki son bildirimi
Ordu’ya yaptı; ondan, “Türk vatanı ve Türk topluluğunu, iç ve dış
tehlikelere karşı korumasını” istedi; 29 Ekim 1938’de doğrudan Ordu’ya
seslenen iletisinde şunları söyledi: “Zaferleri ve mazisi insanlık tarihiyle
başlayan, her zaman zaferle beraber medeniyet nurlarını taşıyan kahraman Türk
Ordusu! Ülkesini, en bunalımlı ve zor anlarında, zulümden, felaket ve
sıkıntılardan ve düşman istilasından nasıl korumuş ve kurtarmışsan,
Cumhuriyet’in bugünkü feyizli devrinde de askerlik tekniğinin bütün modern
silah ve araçlarıyla donanmış olduğun halde, görevini aynı bağlılıkla
yapacağından hiç kuşkum yoktur... Türk vatanının ve Türklük topluluğunun şan ve
şerefini, dahili ve harici her türlü tehlikeye karşı korumaktan ibaret olan
görevini, her an yerine getirmeye hazır ve amade olduğuna, benim ve büyük
ulusumuzun tam bir inanç ve güvenimiz vardır... Bu kanıyla; kara, deniz, hava
ordularımızın kahraman ve deneyimli komutanlarıyla subay ve erlerini selamlar,
takdirlerimi bütün ulus önünde açıklarım. Cumhuriyet Bayramı’nın, on beşinci
yıl dönümünüz kutlu olsun”.38
DİPNOTLAR
(X) “Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler” A.İnan, 3.Bas., 1981, sf.21. “İşin Aslı Astarı ”Mustafa Ekmekçi, Cumhuriyet, 21 Mayıs 1992;
ak.Dr. Eren Akdemir, a.g.e. sf.242
ve “Ord. Prof. Dr. E.Frank’ın Türkiye’ye
Gelişi, Atatürk’ü Muayenesi ve İsmet Paşa’nın Yardımı Hakkında Kendi Beyanına
Dayanann Anekdotlar” Şişli Çocuk Has. Tıp Bülteni, 24.04.1989, sf.609; ak.
Dr. Eren Akçiçek, a.g.e. sf.188
1 “Son
Günlerinde Atatürk” Asım Arar, İst.-1958, sf.21-22; ak. Dr.ErenAkçiçek,
“Atatürk’ün Sağlığı, Hastalıkları ve Ölümü” sf. 177
2 “Son
Günleri” Kılıç Ali, İst.-1955, sf.10; ak. a.g.e. sf.178
3 a.g.e.
sf.10
4 “Atatürk’ün
Sağlığı Hastalıkları ve Ölümü”, Dr.ErenAkçiçek, Güven Kit., İzmir-2005,
sf.178
5 a.g.e.
sf.178
6 “Atatürk’ten
Hatıralar-2” Hasan Rıza Soyak, İst.-1973, sf.720
7 “Son
Günlerinde Atatürk” Asım Arar, İst.-1958, sf.21-28
8 “Atatürk’ün
Hastalığı, Profesör Dr. Nihat ReşadBelger’le Mülakat” R. Eşref Ünaydın,
Ank.-1959, sf. 10-11; ak. Dr.ErenAkçiçek; a.g.e. sf.182
9 Cumhuriyet,
26 Kasım 1938; ak. a.g.e. sf.183
10 a.g.e.
sf.183
11 “Hastalığı
ve Ölümü” Asım Arar, Dünya Gazetesi, 10 Kasım 1953; ak. Dr.ErenAkçiçek,
a.g.e. sf.239
12 “Tek
Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1983, sf.543
13 “Atatürk’ün
Hastalığı, Profesör Dr. Nihat ReşadBelger’le Mülakat” R.E.Ünaydın,
Ank.-1959, sf. 11-12; ak. Dr.ErenAkçiçek; a.g.e. sf.183
14 “Makbule
Atadan Anlatıyor, Ağabeyim Mustafa Kemal” Şemsi Belli, Ank.-1959, sf. 62;
ak. Dr.ErenAkçiçek, a.g.e. sf.143
15 “Atatürk’ün
Sağlığı Hastalıkları ve Ölümü” Dr.ErenAkçiçek, Güven Kit.,
İzm.-2005, sf.155 ve 159
16 “Çankaya”
Falih Rıfkı Atay, Bateş A.Ş., sf.490
17 a.g.e.
sf.490
18 a.g.e.
sf.491 ve “Kaynakçalı Atatürk Günlüğü” Prof.UtkanKocatürk, İş
Bank. Yay., sf.387 ve 388
19 “Kaynakçalı
Atatürk Günlüğü” Prof. U.Kocatürk, İş B.Yay., sf.381-398
20 “Kaynakçalı
Atatürk Günlüğü” Prof. U.Kocatürk, İş B.Yay., sf.381
21 “Tek
Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1983, sf.547
22 “Kaynakçalı
Atatürk Günlüğü” Prof.U.Kocatürk, İş B.Yay., sf.381-393
23 a.g.e.
sf.384
24 “Atatürk’ün
Sağlığı Hastalıkları ve Ölümü” Dr.ErenAkçiçek, Güven Kit.,
İzm.-2005, sf.189
25 “Ord.Prof.Dr.E.Frank’ın
Türkiye’ye Gelişi, Atatürk’ü Muayenesi ve İsmet Paşa’nın Yardımı Hakkında Kendi
Beyanına Dayanan Anekdotlar” Şişli Çocuk Has.Tıp Bülteni, 24.04.1989,
sf.609; ak. Dr.ErenAkçiçek, a.g.e. sf.188
26 a.g.e.
sf.188
27 “Kaynakçalı
Atatürk Günlüğü”Prof.UtkanKocatürk, İş B.Kül.Yay,. sf.373
28 “Atatürk’ün
Vasiyeti” Mazhar Leventoğlu, İst.1968, sf. 9, ve “Atatürk’ten
Hatıralar-II”, Hasan Rıza Soyak, 1973, sf.752; ak. Prof.Dr. Utkan
Kocatürk, “Kaynakçalı Atatürk Günlüğü” İş B.Yay., sf.385 ve 392
29 “Atatürk’le
Bir Ömür” Sabiha Gökçen, Altın Kitap, İst.-1994, sf.296
30 a.g.e.
sf.292
31 “Tek
Adam” Ş.S.Aydemir, III.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1983, sf.553
32 “M.Kemal
Atatürk’le Yaşadıklarım” Prof.Dr. A.Afet İnan, Kültür Bak. Yay.,
Ank.-1981, sf.37
33 “Atatürk’le
Bir Ömür” Sabiha Gökçen, Altın Kit., İst.-1994, sf.293
34 a.g.e.sf.302-303
35 a.g.e.
sf.302
36 a.g.e.
sf.304
37 a.g.e.
sf.303-304 ve “Çankaya” F.R.Atay, Bateş A.Ş., İst.-1980, sf.491
38 “Atatürk’ün
Söylev ve Demeçleri I-III”, III.Cilt, Atatürk Araş.Merk. 5.Baskı,
Ank.-1997, sf.331
Olağanüstü bir insan. Ömrünü vatanına ve cumhuriyete adamış.
YanıtlaSil