Sermaye örgütleri olan şirketlerle siyasetle uğraşan
partiler arasında, ne gibi bir ilişki olabilir ya da olabilir mi? İlgi
alanları, çalışma biçimleri, ilişkileri birbirinden uzak gibi görünen bu iki
oluşum; nasıl ve nerede birlikte olabilir ve ortak bir tutum içine girebilir? Şirket-parti
ilişkisi, özellikle günümüzde sanılandan daha yoğun ve yaygındır. Şirketlerin
belirleyici, partilerin uygulayıcı olduğu bu ilişki, günümüzdeki
küresel politikanın temelini oluşturur.
Küresel Şirketler Büyüyor, Birimleri Küçülüyor, Ülkeler
ve Partiler Etkisizleşiyor
Uluslararası
büyük şirketler 1980’lerden sonra, küçük birimlerde örgütlenmeye başladılar.
Küçük ve özerk şirket birimleri; değişime kolay uyum gösteriyor, pazar
esnekliğiyle alıcı (müşteri) duyarlılıklarına daha iyi yanıt veriyordu;
çalışanları az işletme giderleri düşüktü. Bu nedenlerle, tekelci şirketler,
küçük alt birim şirketleri açıp işgücünün ucuz, hammaddenin yakın olduğu
azgelişmiş ülkelere yayıldılar. Bu yöntemle, az ve ucuz işçi çalıştıran ve
yerel ölçülere uyum gösteren birimlerle örgütlenerek daha çok kazanç
sağladılar.
Uluslararası
şirket etkinliklerinin küresel örgütlenmede aldığı yeni biçim, bu biçime uyumlu
pazar türünü yaratma isteğini de beraberinde getirdi. Küresel pazar,
uluslararası şirketlerin istem ve gereksinimine uygun duruma getirilmeliydi. Bu
eğilim, temelinde şirket özgürlüğünün sınırsızlığı bulunan iki tür gelişmeye
yol açtı. Bir yandan gelişmiş ülke merkezli ortak pazarlar ortaya çıkarken öte
yandan azgelişmiş ülkelerde, ulus devlet yapılarını etkisizleştiren dağılma ve
bölünme eğilimleri yaygınlaştı. Küçük birimlerde örgütlenen şirketler, kendi
yapılarına uygun düşen güçsüz ve küçük ülkeler istiyordu. Bu istek azgelişmiş
ülkelere karşı, yeğinlik (şiddet) ve baskı içeren büyük devlet
politikalarına dönüştü. Nitekim 1990–2000 arasındaki on yılda, parçalanmalar
yoluyla, 25 yeni ülke ortaya çıktı.
Yönetimi amaçlayan örgütler olarak siyasi partilerin
gelişmeden etkilenmemeleri olanaksızdı. Azgelişmiş ülke partileri başta olmak
üzere, yapısı ve gücü ne olursa olsun dünyadaki tüm partiler, bu gelişmeden
değişik oranlarda etkilendiler. Bu durum gelişmiş ülkelerdeki siyasi parti
işleyişini pek etkilemedi. Bu ülkelerde, düzeni ayakta tutan siyasi denge; iki
partili dizgeyle (sistemle) çok önceden kurulmuş ve siyasi partiler denetim
altına alınmıştı. Adları ve siyasi görünümleri ne olursa olsun az sayıdaki
parti, kurulu düzeni herhangi bir değişime uğratmadan sırayla yönetime
geliyordu.
Çok Partiden Oluşan Tek Parti Rejimi
Azgelişmiş
ülkelerde ise durum başkaydı. Sorunları bol bu ülkelerde siyasi örgütlenme,
küresel güçlerin önem verdiği bir konuydu. Halkın ve ulusun haklarını savunan
partilere karşı, önce yoğun ve ağır bir şiddet uygulandı. Daha sonra varlığına
izin verilen partiler tam olarak ele geçirildi ya da yeni partiler kuruldu.
Politik yaşam o denli denetim altına alındı ki, değişik ad ve siyasi görünüm
taşısa da parlamentoya giren tüm partiler, küresel güçlerin belirlediği tek bir
politikayı uyguladılar. Siyasi yaşam, bir tür tek parti
düzeni durumuna geldi.
Artık
bu partilere bile pek gereksinim duyulmuyor; teknokrat ya da uzman
görünümlü elemanlar aracılığıyla doğrudan yönetim dönemine
geçiliyor. Hükümetler ya da parti üst yönetimleri ülke dışında belirleniyor ve
belirlenen kişiler, yüksek yetkilerle ülkeyi yönetiyor. Sömürgecilik döneminin
genel vali işleyişine benzeyen bu gelişme, siyasi partileri kaçınılmaz olarak
sermaye güçlerinin denetimine sokuyor ve bunları partiden başka herşeye
benzeyen örgütler durumuna getiriyor.
Azgelişmiş ülkelerde halk içinde, bağımsızlık isteği ve
ulusçu eğilimler güçlü bir biçimde yaşamaktadır. Ancak, büyük devlet
çıkarlarıyla çelişen ve özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra
küresel egemenliğin tek ereği (hedefi) durumuna gelen azgelişmiş ülkeler; bugün
ekonomiden politikaya, kültürden yönetim işleyişine dek çok yönlü ve kapsamlı
bir sarılmışlık içindedir. Akçalı (mali) ve siyasi güç ya da şiddetle sağlanan
örgütsüzleştirme ve partisizleştirme girişimleri, söz konusu edilen
sarılmışlığın somut sonuçlarıdır.
Baskıya Karşı Özgürlük
Baskıyla
sağlanan örgütsüzlük bugün ne denli gerçekse, baskıya karşı toplumsal tepkinin
gelişecek olması da o denli gerçektir. Yaşam süresini doldurmamış olguların,
yaşanmamış süreçlerin, güç kullanarak ortadan kaldırılması ya da bir başka
deyişle baskı ve şiddetin toplumsal yaşamın kurallarını belirlemesi sürekli
olamaz. Bu nedenle, bugün yaşanan parti bunalımı, olumsuz bir baskı döneminin
geçici olgularıdır. İçinde yaşadığı koşullardan hoşnut olmayan insanlar, bu
koşullardan kurtulmak için örgütlenmekten başka yollarının olmadığını görecek
ve bu yönde yeniden savaşıma girişecektir. Tarihin her döneminde böyle
olmuştur.
Tekelci şirket egemenliğinin aşırı yoğunlaştığı bir
dönemden geçiliyor. Yaşadıkları sorunlara çözüm bulmak isteyen ülke ve parti
yöneticileri; küreselleşmeyi, küreselleşmenin oluşturduğu uluslararası
ilişkileri ve bu ilişkilerin insanlar üzerinde kurmuş olduğu baskıyı, her
yönüyle görmek ve kavramak zorundadır. Ülke sorunlarını çözmenin ön koşulu olan
bu kavrayışın zorunlu sonucu, anti–emperyalist bilince sahip olmak ve bu
bilincin gereğini yerine getirmek için örgütlenmektir. Siyasi partiler bu
örgütlenmenin en önemli unsurlarından biridir.
Tekelci Şirket Demokrasisi; Faşizm
Partileri
ve onlara yaşam veren “demokrasiyi”, başta gelişmiş ülkeler olmak üzere
dünyanın her yerinde denetim altına alan tekelci şirket egemenliği, açık ya da
örtülü ve her zaman geçerli, dizgeli bir şiddete dayalıdır. Gerçek yaşamda
herhangi bir değer taşımayan ancak sürekli dile getirilen “demokrasi” ve
“özgürlükten” söz edilecek ise, bu sözcüklerin gerçek karşılığının “tekel
demokrasisi” ya da “tekel özgürlüğünden”den başka bir şey olmadığı bilinmelidir.
Bu nedenle tekelci şirket gereksinimlerinin yön verdiği küresel işleyiş için
kullanılan, “yeni–feodalizm” ya da “yeni–faşizm” tanımları, bu
işleyişin niteliğiyle büyük oranda uyuşmaktadır. Yönetim yöntemlerinde geçerli
olan kurallar ve bu kuralların uygulanış biçimleri incelendiğinde, feodalizm ya
da faşizm tanımlarının, küreselleşmeyle dikkat çekici bir örtüşme içinde olduğu
görülecektir.
Prof.Dr.Türkkaya Ataöv bu örtüşmeyi, ABD için
şöyle dile getirmektedir: “Amerika’da her türlü karşıtçılık (muhalefet),
üniversiteler dahil, dizginlenmiş ve ‘yapısal’ bir baskı altına
alınmıştır. İki partiye dayanan siyasi düzen, düzen dışına taşan karşıtçılığa
(muhalefete) izin vermez. Beyaz Saray’da, Kongre’de ya Cumhuriyetçiler olur ya
da Demokratlar. Üçüncü bir partinin güçlenme olanağı yoktur. Eskilerin saygın
kurumları kimi üniversiteler bile, aykırı düşünenleri, sözleşmelerini
yenilememekle tehdit etmektedirler. Yurttaşların bilgi edinme yolları kapalı
olmaktan başka, birtakım arşivler yeni buyruklarla gizli tutulmaktadır. Askeri
mahkemelerin yetki sınırının genişletilmesi, yüksek bilgisayar teknolojisinden
yararlanarak insanların fişlenmesi ve egemen düzenden ayrılanlara ‘gereğinin
yapılması’ gibi demokrasi karşıtı uygulamalar, karşıtçılığı daha da
sindirmeye yöneliktir. Amerika’da demokrasi yerine faşizmin saltanat sürdüğünü
görmek için, saygın bir Amerikan kaynağı olan Webster Büyük
Sözlüğü’ndeki faşizm tanımına bakmak yeterlidir”.1
Tepkiler Yayılıyor
Tekel
egemenliğine yönelik saptamalar artık, “sol kuramsal belirlemeler” denilerek
soyutlanamıyor. Her geçen gün daha çok insan, küreselleşmenin yarattığı sorunları
yaşayarak görüyor ve küreselleşmeye karşı örgütlenerek tepki veriyor. Dünya
politikasına yön veren büyük devlet politikacıları ve kimi şirket patronları
bile, “küresel uygulamaların aşırılıklarından” ve “yaratacağı
tehlikelerden” sözediyor.
Dünya
sermaye piyasalarından büyük paralar kazanmış olan küresel vurgunculardan
(spekülatörlerden) George Soros şunları
söylüyor: “Bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler kapitalizminin ve piyasa
değerlerinin yaşamımızda denetimsiz yayılması, açık ve demokratik toplumumuz
için büyük bir tehlike oluşturuyor. Denetimsiz kapitalizmin, bireysel çıkarları
genel çıkarın üzerine koyması ve parayı bütün değerlerin tek ölçüsü olarak
yerleştirmesi, gelir dağılımında bozukluk ve yoksulluk yaratmaktadır.
Demokrasiye en büyük tehdit bizzat kapitalizmden geliyor”.2
Amerikalı
araştırmacı William Greider’ın saptamaları ise, dünyada nasıl bir
demokrasi olduğunu ve siyasal partileri kimlerin “öldürdüğünü” açık bir
biçimde ortaya koyuyor. Greider, Halka Kim Söyleyecek? adlı
kitabında şunları söylüyor: “Şirketler doğaları gereği demokratik örgütler
olarak işlemezler. Ancak, yine de politik oluşumları, siyasi partileri ve diğer
temsili kurumları ele geçiren onlardır. Demokrasinin kendisi artık paranın
esiri olmuştur”.3
Sovyetler Birliği’nden kaçarak İsviçre’de 20 yıl yaşayan
ünlü Rus yazarı Aleksandr Zinoviev ise, 24 Temmuz 1999 tarihli Fransız Le
Figaro gazetesinde şunları yazıyor: “Dünya; büyük şirketlerin,
bankaların ve uluslararası örgütlerin oluşturduğu tek bir gücün egemenliği altına
girmiştir. Ulusların egemenliği eskiden dünya çapındaki çoğulculuğun ve
demokrasinin temel unsurlarından biriydi. Şimdi ise küresel güçler egemen
devletleri ezip geçiyor. Uluslarüstü bir dünya egemenliği için çoğulculuk yok
ediliyor. Artık çaresiz durumdaki insanların haklarını savunabilecek siyasi bir
güç kalmamıştır. Aralarındaki ayrım her geçen gün azalan siyasi partilerin
varlığı, artık biçimcilikten (formaliteden) başka bir şey değildir. Şimdi
yaşanan şey ‘demokratik totalitarizm’ ya da ‘totalitarizmin demokrasisinden’
başka bir şey değildir”.4
DİPNOTLAR
1
“ABD Demokrat mı Faşist mi?” Prof.Dr.Türkkaya
Ataöv Cumhuriyet, 13.03.2003
2
“The Allantic Monthly” 24.01.1997
3
“Who Will Tell Tehe People?”, ak. R.J.Barnet-C.Cavanagh,
“Küresel Düşler”, Sabah Kit., 1995, sf.271
4
La Figaro Magazin 24.07.1999
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder