17 Kasım 1922
günü ülkeden kaçan Vahdettin, ulus vicdanını gerçek anlamda rahatsız
eden ağır suçlar işlemişti. Anadolu’da ordu yoksulluk içinde savaşırken;
kadınlar, yaşlılar, çocuklar ölüm dahil her türlü eziyeti göze alıp ateş
hatlarına silah götürürken; İstanbul’da, “en
sıradan hamal bile özgürlüğün temeline bir taş koymak için yaşamını tehlikeye
atmaktan çekinmezken”; Padişah, tüm ulusun kutsal saydığı bu savaşa
katılmamış, tam tersi her türlü karanlık oyun içinde düşmanla işbirliği
yapmıştı. Tüm ulus, bağımsızlığı için “kendini
feda ederken”, o ülkeyi işgal edenlerle anlaşmıştı. Düzenlediği iç
isyanlarla kardeş kanı akıtmış, Kurtuluş Savaşı önderlerini idama mahkum
etmişti.
Kaçış
Osmanlı
İmparatorluğu’nun son padişahı VI.Mehmet (Vahdettin), 16 Kasım 1922
öğleden sonra, Saray hizmetlilerine o geceyi Tören Köşkü’nde geçireceğini
bildirdi. II.Abdülhamit tarafından Alman İmparatoru II.Giyyom’u
ağırlamak için 1889’da Yıldız Sarayı’na bağlı olarak yaptırılan bu bölüm, ivedi
olarak ısıtıldı ve Vahdettin akşam Köşk’e geçti.
Görevliler,
durumu olağan karşılamış, Büyük Millet Meclisi kararıyla tahttan uzaklaştırılan
Padişah’ın, bundan böyle Tören Köşkü’nde yaşayacağını sanmıştı. Oysa, gerçek
durum başkaydı. Devrik Padişah Köşk’e yerleşmek için değil, İngilizlere
sığınarak ülkeden kaçmak için geliyordu.
Davranışı,
önceden tasarlanmış ve bir plana bağlanmıştı. Altı yaşındaki oğlu Şehzade Ertuğrul,
altı danışmanı, hekimi, iki harem ağası ve kendisi toplam on bir kişiydiler.
Mücevherler, değerli taşlar, içinde altın olan saray eşyaları, Vahdettin’in
“dikkatli gözetimi altında”, özenle
sandıklara yerleştirilmişti.
17
Kasım sabahı saat 6’da, ortalık henüz tam ağarmamışken, küçük topluluk Köşk’ten
ayrıldı. Dışarda, üzerinde kızılhaç işareti bulunan iki otomobil ve çevresinde
İngiliz subay ve erleri bekliyordu. Küçük bir askeri birlik otomobilleri
izledi. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. İngilizler yoğun yağmura
karşın, gidilen yol boyunca, sözümona “yürüyüş
ve silahlı talim için” toplanmıştı.
Gerçekte
bu düzenleme, Padişah’ın güvenliğini sağlamaya yönelik, biraz da gülünç kaçan
bir önlemdi. Arabalar, Dolmabahçe Sarayı’nın önünde durdu. İngiliz İşgal
Güçleri Komutanı General Sir Charles Harrington ve kurmayları tarafından
karşılanan “kaçaklar topluluğu”,
Boğaz’da bekleyen Malaya zırhlısına gitmek üzere motorlara bindiler. On dakika
sonra son Osmanlı Hükümdarı, ülkeden kaçmak için İngiliz donanmasının en büyük
savaş gemilerinden birinin merdivenlerini çıkıyordu.
Bu çıkış, egemenlik
gücünü yitirmiş yeteneksiz bir hükümdarın, yalnızca can kaygısıyla giriştiği
kişisel bir eylem değil, onunla birlikte ve kuşkusuz daha önemli olarak;
Avrupa’yı 500 yıl etkisi altına alarak dünya siyasetine yön vermiş büyük bir
imparatorluğun çöküşünü noktalayan üzünçlü (dramatik) bir tarih olayıydı.
Osmanlı ülkesinin hükümdarı, dünya Müslümanlarının dini önderi, Hıristiyan bir
devlete sığınarak ülkesinden kaçıyordu. Böyle bir durum, 1400 yıllık İslam
tarihinde ilk kez oluyor; “Peygamber’in temsilcisi
gâvurlara sığınıyordu”.1
Kaçışın Etkisi
Vahdettin’in
kaçışı, Ankara için, yenileşme önündeki önemli bir engeli kendiliğinden ortadan
kaldıran “uygun” bir çözüm oldu. “Tutuklayıp sürgüne göndermek gibi hoş
olmayan” bir girişime gerek kalmamış, Padişah kendi isteğiyle, üstelik “düşmanın yardımıyla” kaçmıştı. İslam
dünyasındaki saygınlığı bir anda yok olmuş, “haksızlığa
uğramış gibi görünme” şansını tümüyle yitirmişti. O artık, Müslümanların “nefretle andığı” sıradan bir sürgündü.2
Kaçışı, tüm ülkede çok
sert söylemlerle kınandı. Çözülüp dağılmış olsa da büyük bir tarihe sahip
koskoca bir imparatorluğun son temsilcisi, imparatorluğu parçalayan devletin
işgalci ordusuna sığınarak kaçmıştı. Konumuna hiç yakışmayan bu girişimi,
kendisini, Yunan Ordusu’na sığınan Çerkez Ethem’in düzeyine düşürmüştü. Atatürk Nutuk’ta ondan, “canını
kendi milleti içinde tehlikede görerek, bir yabancının himayesine giren” ve
bu davranışıyla “onuru yüksek soylu bir milleti utançlı duruma düşüren
alçak” diye söz edecektir.3 Kaçış olayı için şunları söylemişti:
“Vahdettin gibi hürriyet ve yaşamını milleti içinde tehlikede görecek kadar
adi bir mahlûkun, bir dakika bile olsa, bir milletin başında olduğunu düşünmek
ne hazindir. Şuna sevinebiliriz ki bu alçak, soyundan gelen saltanat
makamından, millet tarafından atıldıktan sonra, adiliğini (denaet) tamamlamış
bulunuyor... Biz Türkler, bütün tarihimiz boyunca, özgürlüğe ve bağımsızlığa
simge olmuş bir milletiz. Değersiz yaşamlarını iki buçuk gün daha, alçakçasına sürükleyebilmek
için her türlü düşkünlüğü gösteren halifeler oyununu da ortadan
kaldırabileceğimizi gösterdik”.4
Saltanatın
Kaldırılması ve Kaçış
Vahdettin’in
kaçışı, ‘kendiliğinden’ gelişen bir
olaydı ancak ‘kendiliğindenlik’
gerçekte Ankara’nın sabırla sürdürdüğü akılcı bir siyasetin yönlendirilmesiyle
elde edilen bir sonuçtu. Vahdettin, kendisine karşı herhangibir eyleme başvurmamasına
karşın, güçlenmekte olan demokratik düşünceden korkmuş ve saltanatın kaldırılışından
17 gün sonra İngilizlere sığınarak kaçmıştı.
İşbirlikçiliği ve
ihaneti açıkken, Kurtuluş Savaşı, o günkü koşullar gereği, “Padişahın ve saltanatın tutsaklıktan kurtarılması” söylemiyle
yürütülmüştü. Ancak, saltanatın kaldırılmasına da o günden karar verilmişti.
Altı yüz yıllık bir yönetimin toplum yaşamında yarattığı alışkanlıkların, ulus
birliğini sağlama önünde engel oluşturmaması için böyle davranılması
gerekiyordu. Toplumsal yapıyı gözeterek saptanan gerçekçi politika, halkın
padişahın gerçek yüzünü yaşayarak görmesini sağlamıştı.
Karşıtçılar Cephesi
Vahdettin’in
kaçışına dek yaşanan olaylar, Mustafa Kemal için, sıkıntılar ve kimi
zaman çekincelerle örülmüş bir dizi gelişmeyi içeriyordu. Padişah’ın Kurtuluş
Savaşı’na karşı yürüttüğü politikaya karşın, çıkarları saltanatın
sürdürülmesine bağlı, sayısı az etkisi çok tutucular cephesi, düzeysiz
karşıtçılıklarını, “altı yüz yıllık
saltanatın korunması” üzerine oturtmuştu. Saltanata bağlılık geleneklere
bağlılıkla bir tutuluyor, bu tutum siyasi yaymaca (propaganda) aracı durumuna
getiriliyordu.
Saltanatın
kaldırılmasına karşı çıkan, tutucu kitlenin genişliği tam olarak bilinmiyor,
gerçek gücü saptanamıyordu. Ancak, yaşanan bir gerçek vardı ki, bu gerçek
karşıtçılığın gücü hakkında bir fikir veriyordu.
Kurtuluş Savaşı’na
katılan ve ordudaki üst düzey görevleri süren kimi komutanlar, geleceğini
duyumsadıkları (hissettikleri) devrimci atılımlardan korkmuş, ilk girişim
olarak saltanatın kaldırılmasına onay vermek istememişti. Devlet kurumlarında,
Meclis içinde ve yaygın örgüt ağına sahip tarikat çevrelerinde, güçlü bir
karşıtçılık vardı. Buralarda; Mustafa Kemal’in saltanatı kaldırarak
baskıcı bir yönetim kuracağı, “diktatör
olacağı” ve halkın değerlerine saygı göstermeyeceği yönünde etkili bir yaymaca
yürütülüyordu.
Silah
Arkadaşları Karşı Çıkıyor
Böyle
bir ortamda, Başbakan Rauf (Orbay) Bey, 12 Ekim 1922’de Refet (Bele)
Paşa, Ali Fuat (Cebesoy) Paşa ve Mustafa Kemal Paşa’yı,
Refet Paşa’nın Keçiören’deki evinde bir toplantıya çağırdı. Rauf Bey
toplantıda; Meclis’in, “Saltanatın
ve belki de Hilafetin” ortadan kaldırılacağı söylentisi nedeniyle kaygı ve
üzüntü içinde olduğunu, “gelecekte yapacaklarından kuşku duyduğunu”, bu
nedenle kamuoyuna bu tür söylentilerin doğru olmadığını bildiren bir açıklama
yapılması gerektiğini söyledi.5
Mustafa
Kemal, bu sözler üzerine, Kurtuluş Savaş’ındaki bu en yakın üç
arkadaşına, ayrı ayrı, padişahlık ve halifelik konusundaki düşüncelerini sordu.
Aldığı yanıtlar, daha işin başında karşılaşacağı güçlüklerin çetinliğini ortaya
koyuyordu.
Rauf
Bey soruya şu yanıtı verir: “Ben saltanat makamına ve
hilafete vicdan ve duygu bakımından bağlıyım. Çünkü benim babam padişahın
ekmeğiyle yetişmiş, Osmanlı Devleti’nin ileri gelen adamları arasına geçmiştir.
Benim kanımda o ekmeğin kırıntıları vardır. Ben nankör değilim ve olamam,
Padişaha bağlı kalmak borcumdur. Halifeye bağlılık ise terbiyem gereğidir”.6
Mustafa Kemal,
kendine en yakın gördüğü komutanlardan böyle bir tutum beklemiyordu. Vahdettin,
kendisi gibi bu üç savaş arkadaşını da idama mahkum ettirmiş, Rauf Bey’in
Malta’ya sürülmesine onay vermişti. Refet ve Ali Fuat Paşalar,
Padişaha bağlı iç ayaklanmaların yükünü çekmiş komutanlardı.
TBMM,
20 Ocak 1921’de kabul ettiği Anayasa’da “Egemenlik kayıtsız şartsız
milletindir. Yönetim biçimi, halkın, kendi geleceğini bizzat ve eylemsel olarak
yönetmesi esasına dayanır” diyerek7, Saltanatı yönetim düzeni
dışına zaten çıkarmıştı. Bütün bunlara karşın, en yakınında bulunan insanlar
şimdi, Padişahı koruyan bir tutum içine giriyordu.
Bu
durum, zafer sonrasında bilinçsizlik nedeniyle ve bir kesimde yaygın olan,
geleceğe yönelik amaçsızlığın doğal sonucuydu. Ne yaptığını ve neler yapacağını
bilen yalnızca oydu. Batı’yla birliktelik isteyen mandacılar, eski düzeni
aynısıyla korumak isteyen tutucular, geçmişten gelen alışkanlıklarını aşamayan
komutanlar ve yaşadığı koşulları kavrayamayan ‘aydınlar’, ortalıkta dolaşıyor, ne anlama geldiğini tam olarak
kendilerinin de bilmediği öneriler yapıyor, görüşler ileri sürüyordu.
Mustafa Kemal’e,
padişah ve halife olmasını önerenler bile vardı. Kurtuluş Savaşı’nın sağladığı
amaç birliği, savaşın bitmesiyle bir anda dağılmış, belirsizliklerle dolu,
karışık bir siyasi ortam oluşmuştu. Halkın sevinciyle, yönetimi ele geçirme
hırsı peşindeki çıkarcıların hesapları iç içe girmişti.
Geleceği
Kim Belirleyecek
Zafer’e
karşın Türkiye’nin geleceği belirsizdi. İçerde ve dışarda, sonucu merak edilen
ana sorun, Türkiye’nin geleceğini kimin belirleyeceğiydi. Bağımsızlıkta kararlı
Kemalist devrimciler mi, Batı’yla uzlaşmaya hazır eski düzen yanlıları mı
egemen olacaktı?
Hemen her yerde, “görevleri sanki, Saltanat ve Hilafeti
koruyup güçlendirmek olan”8 insanlar ortaya çıkıyordu. “Kurtuluş Savaşı’nın ortak ölüm-kalım
çekincesi karşısında birleşen ve o günkü koşullar içinde adeta ihtilalci bir
hava taşıyan ortak ruh hali”9, yerini şimdi; inançsal
ayrılıkların, kişisel ya da kümesel (grupsal) çıkarların etkisi altında,
çatışma olasılığı yüksek karşıtlıklara bırakmıştı. Bu karşıtlık kısa süre
içinde o denli sertleşmişti ki, Meclis’te, “Yunanlılar’dan kurtulduk,
bakalım Mustafa Kemal’den nasıl kurtulacağız?” diyebilen milletvekilleri
ortaya çıkmıştı.10
Bilinç
ve Kararlılık
Saltanat
ve Hilafeti kaldırmaya çok önce karar vermişti. Uzun süre kendinde saklı
tuttuğu bu kararını, örneğin Mahzar Müfit’e (Kansu) Erzurum Kongresi’nin son günü (7 Ağustos 1919)
açıklamış, üstelik kimseye göstermemesi koşuluyla not ettirmişti.11
Meclis’te
yaptığı pek çok konuşmada, egemenliğin yalnızca ulusa ait olduğunu, hiçbir
güçle paylaşılmayacağını kerelerce yinelemişti. Halk yönetimindeki kalıcılığın,
bu iki kurumun kaldırılmasıyla başarılabileceğini biliyor bu işe girişmek için
uygun zamanın gelmesini bekliyordu.
Zafer
sonrasında oluşan ve bilinmezliklerle yüklü, duyarlı bir denge ya da sessiz bir
dengesizlik yaşanıyordu. Halkın kendisine duyduğu güven ve sevgiden başka
hiçbir şeyden emin değildi. Girişeceği atılımlarda, halk dışında kimlerden ne
kadar destek alacağı, örgütlü karşıtçılığın gücü ve etkisinin ne olacağı
bilinmiyordu.
Saltanatı böyle bir
ortamda kaldırmıştı. 30 Ekim’de Meclis Başkanlığı’na, 80 imzalı bir önerge verilmiş;
Onun’da imzaladığı önergede, “Osmanlı İmparatorluğu’nun
artık yıkıldığı, yeni bir Türk devletinin doğduğu, Anayasal düzen ile egemenlik
haklarının ulusa ait olduğu” söylenmişti.12 Önerge, 2 gün sonra Meclis’te oylanmış
ve oy birliğiyle kabul edilmişti. Büyük Millet Meclisi, 623 yıllık Osmanlı
Saltanatı’na, 1 Kasım 1922’de son vermişti.
DİPNOTLAR
1
“Mustafa Kemal
ve Uyanan Doğu” Paul Gentizon, Bilgi Yay., 2.Basım, Ank.-1994, sf.37-38
2
“Atatürk” Lord
Kinross, Altın Kit.,
12.Baskı, İst.-1994, sf. 414
3
“Nutuk” Mustafa
Kemal Atatürk, II.Cilt, TTK,
4.Baskı-1999, sf. 924
4
a.g.e.,
II.Cilt, sf.924
5
“Nutuk”
M.K.Atatürk, II.Cilt, TTK,
4.Baskı-1999, sf.911
6
a.g.e. sf.913
7
“Tek Adam”
Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit.,
8.Baskı, İst.-1983, sf.49
8
“Tek Adam”
Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit.,
8.Baskı, İst.-1983, sf.49
9
a.g.e. sf.49
10
“Çankaya”
F.R.Atay, Bateş A.Ş.,
İstanbul-1980, sf.314
11
“Erzurum’dan
Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber” Mazhar Müfit Kansu, 1.Cilt, TTK Yay., 3.Baskı, Ank.-1988, sf.127-128
12
“Tek Adam”
Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit.,
8.Baskı, İst.-1983, sf.56
Allah cc o günleri bir daha yaşatmasın.
YanıtlaSilLİDER OLMAK YÜREK İSTER VE ATATÜRK OLUR
ATATÜRK GİBİ LİDER OLMAK VARKEN 79 Yıldır onun liderliğinden nemalanan sözüm ona LİDER lere yazıklar olsun.
Eksik hata yanlış....
YanıtlaSil