Kemalist
politikanın ödünlerle başlayıp karşı devrimle sonuçlanan uzun
bir süreç sonunda uygulamadan kaldırılması, sanıldığı gibi
1950’lerde değil, 11 Kasım 1938’de yani Atatürk’ün
ölümüyle birlikte başlamıştır. Bu, öznel bir yargı değil
hükümet uygulamalarının ortaya koyduğu bir olgudur. Yaşananlar,
şaşırtıcıdır ancak gerçektir. Şaşırtıcı olan, İnönü
gibi her zaman Atatürk’ün
yanında yer alan, Kurtuluş Savaşı ve devrimlerde büyük hizmeti
bulunan bir kişinin, geri dönüş sürecinin başlamasında
birincil düzeyde sorumlu olmasıdır. Bu konu ve nedenleri,
ülkemizde yeterince tartışılmamış, böyle bir tartışma
İnönü’ye
saygısızlık olarak görülmüştür. Oysa, olaylar ve sonuçları
ortadadır. Bunları inceleyip, günümüze ve geleceğe yönelik
ders çıkarmak bizim sorumluluğumuzdur. İnönü
gibi, Devrim’de
yer alan, katkısı olan bir önderin, tarih açısından içine
düştüğü durumun açıklanması gerekir. Emperyalizmi
kavrayamamanın yol açtığı Batı hayranlığının nelere yol
açacağını görmek ve geleceğe yönelik kendimize çizeceğimiz
yolu aydınlatmak zorundayız. Geçmişten ders almalıyız.
Kadrosuzluk
Mustafa
Kemal Atatürk,
oluşturduğu düşünce dizgesini ve gerçekleştirdiği eylemleri
son derece yetersiz, dar bir kadroyla başarmıştır. İçinde
bulunulan çağı ve ulusal kurtuluşun ideolojik anlamını kavramış
insan sayısı yok denecek düzeydedir.
Kurtuluş Savaş'ında etkili görevlerde bulunmuş olan Kazım
Karabekir,
Refet
Bele,
Rauf
Orbay,
Ali
Fuat
Cebesoy
gibi paşalar, Cumhuriyet atılımlarını anlayabilecek düzeyde
değildirler. Bunların 1924’te kurduğu Terakki
Perver Cumhuriyet Fırkası’nın
izlencesi (programı), bugünkü IMF istemleri gibidir.
Bu
partiyi kuranların içinde yer alan Rauf
Orbay,
başbakan olarak Lozan’a,
anlaşmanın imzalanması için gerekli olan yetki belgesini
göndermemiş ve bu garip sorunu Mustafa
Kemal
çözmüştü. Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkası
kurulur kurulmaz, hükümete, Cumhuriyet Halk Fırkasına ve hatta
Mustafa
Kemal’e
karşı olumsuz tavır almıştı. Londra’da çıkan Times
gazetesi 14 Kasım 1924 tarihli sayısında, Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkası’nı,
“Mustafa
Kemal’in her adımını”
eleştirdiği için kutlamış ve Türkiye’deki “İngiliz
çıkarlarının korunması”
umutlarını bu partinin başarısına bağlamıştı.1
Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkası’nın izlencesinde şunlar yer alıyordu: “...Parti
Limanlara giriş ve çıkışta alınan gereksiz gümrük
vergilerinin derhal kaldırılmasını savunur... İç ve dış
transit ticaretinin gelişmesini önleyen tüm kısıtlama ve
engeller kaldırılacaktır. Ulusal sanayinin korunması için
getirilen kısıtlamalar kaldırılacak, ithalattan alınan gümrük
vergileri azaltılacaktır. Ekonomiyi yeniden inşa etmenin
zorunluluğu karşısında, yabancı sermayenin güvenini kazanmaya
çalışılacaktır. Her türlü tekelin, bu arada devlet
tekellerinin de çoğalmasına karşı çıkılacaktır. Merkezi
yönetim biçimi yerine yerel yönetimler gerçekleştirilecektir.
Ülkede liberalizm uygulanacak devlet küçülecektir. Halkın dini
inançlarına saygı gösterilecektir...”2
Rauf
Orbay
1924 yılında Mecliste yaptığı konuşmada, Cumhuriyet ilanı ile
hilafetin kaldırılmasından başka herhangi bir devrim henüz
yapılmamış olmasına karşın; “Devrimler
bitmiştir. Devrim sözü sermayeyi ürkütüyor”
demiştir.3
1924’de Başbakan, 1930’da da Serbest
Fırka’nın
başkanı olan Fethi
Okyar
da benzer düşüncede bir kişidir. Mecliste birçok devrim yasası
sarıklı hocaların ikna edilmesiyle çıkarılmaktadır. İsmet
İnönü
verilen görevi başarıyla yerine getiren iyi bir uygulamacıdır
ancak çağın gerçeklerini yeterince kavrayamamıştır. Türk
Devrimine tek başına önderlik edebilecek, sosyal, ekonomik,
tarihsel, kültürel ve anti-emperyalist bilince sahip değildir.
Devrimin
Dayanağı
Devrimlerin
gerçekleştirilmesi Mustafa
Kemal’in
Türk halkı üzerindeki olağanüstü etkisine, devrimci
kararlılığına, örgütsel yeteneğine ve eriştiği yüksek
bilince dayanmıştır. Mustafa
Kemal,
Meclis içindeki tutucu karşıtçılığın (muhalefetin) arttığı günlerde, 3
Mart 1925’de parti kümesinde (grubunda) yaptığı uzun konuşmasını şu
cümleyle bitirir. “Devrimi,
başlatan tamamlayacaktır.”4
Devrim
kendisini koruyacak kadroları tam olarak yetiştiremeden Atatürk
1938 yılında öldü. Atatürk’ün
yerine, getirilecek en uygun kişi olarak İsmet
İnönü
Cumhurbaşkanı seçildi. İsmet
İnönü’nün,
1938-1950 arasındaki, milli
şef
konumu ve geniş yetkilerle sürdürdüğü yönetim dönemi,
Atatürkçü politikanın temel ilkeleriyle çelişen uygulamaların
yer aldığı bir dönem oldu. Atatürkçülükten geri dönüş
süreci, yaygın bir kanı olarak kabul edilen 1950’de değil, bu
dönemde başladı.
Emperyalizme
Yanaşma; İngiltere ve Fransa’yla Üçlü Bağlaşma
Atatürk’ün
ölümünden yalnızca altı ay sonra Türkiye; 12 Mayıs 1939’da
İngiltere, 23 Haziran’da da Fransa ile iki ayrı bildiriye
(deklarasyona) imza attı. Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı
Şükrü
Saraçoğlu,
İngiltere Büyükelçisine bu anlaşmalarla ilgili olarak,
“Türkiye’nin
bütün nüfuzunu Batı devletlerinin hizmetine verdiğini”
söyledi.5
Deklarasyonlara göre taraflar; “Akdeniz
bölgesinde savaşa yol açabilecek bir saldırı durumunda, etkin bir
biçimde işbirliği yapmayı”
kabul etti.
Anlaşma
üzerine İngiltere Başbakanı Arthur
Chamberlain
Avam
kamarasında
yaptığı konuşmada “erkek
millet”
diye Türkiye’yi övdü. Alman gazeteleri ise “Nankör
Millet Türkiye”
başlıklarıyla çıktı. Bu iki bildiri, daha sonra 19 Ekim 1939
tarihinde Üçlü
Bağlaşma (İttifak)
anlaşması durumuna getirildi. Bu anlaşmanın yapıldığı günlerde,
İngiltere ve Fransa, Almanya ile savaş durumundadır ve 2.Dünya
Savaşı sürmektedir.
Türkiye,
Kemalist politikalardan ilk ödünü Atatürk’ün
üzerinde en çok durduğu konulardan biri olan dış siyaset
konusunda vermişti. Batıyla bağımlılık ilişkisi doğuracak
anlaşmalara imza koymuştur. Hem de ölümünden yalnızca 6 ay
sonra.
Anlaşma
yapılan İngiltere daha 15 yıl önce; Türkiye’yi yok etmeye
kararlı olduğunu, Türklerin vahşi talancılar olduğunu ve
Anadolu’dan uzaklaştırılacağını söylüyordu. 1930 yılına
dek süren Kürt ayaklanmalarının hemen tümünü kışkırtıyor
ve Musul’u almak için Türkiye karşıtı her türlü eylem içine
giriyordu. Türkiye böyle bir ülkeyle hem de dünya savaşı
sürerken bağlaşma anlaşması yapıyordu. İngiltere ve Fransa ile
yapılan 1939 üçlü anlaşma, hem anti-Kemalist sürecin
başlangıcı, hem de buna bağlı olarak Türkiye’nin yeniden
Batının etkisine girmesi anlamına geliyordu.
Kuşkulu
Gelecek
Atatürk,
gerçekleştirilen devrimin kendisinden sonra korunup geliştirilmesi
konusunda yaşamı boyunca sürekli kaygı duymuştur. Çevresindeki
kadronun niteliğini bildiği için geleceğe yönelik kaygısını,
olası gelişmeleri ve alınmasını düşündüğü önlemleri sıkça
dile getirmiştir. Günümüz koşulları göz önüne alındığında,
kaygı ve uyarılarındaki haklılığı açıkça görülmektedir.
2.Dünya
savaşının yaklaştığı ve hastalığının ilerlediği günlerde
Ali
Fuat Cebesoy’a
şunları söyler: “Fuat
Paşa, pek yakında dünya durumu Mütareke yıllarından çok daha
ciddi olacak ve karışacaktır... Avrupa’da birkaç maceracı,
Almanya ve İtalya’nın başında zorla bulunuyorlar. Karşı
karşıya geldikleri zayıf devlet adamlarının aczinden cesaret
alıyorlar. Bunlar birgün dünyayı kana bulamaktan
çekinmeyeceklerdir. Eski dostumuz Rus Sovyet Hükümeti, acizlerle
maceracıların yanlış hareketlerinden yararlanmasını
bilecektir.
Bunun sonucunda, dünyanın
durum
ve dengesi tamamen değişecektir.
İşte
bu
dönem
sırasında doğru hareket etmesini bilmeyip en küçük bir hata
yapmamız durumunda, başımıza Mütareke yıllarından daha çok
felaketlerin gelmesi mümkündür. Bu ikinci dünya savaşı beni
yataktan kımıldatmayacak bir durumda yakalayacak olursa, memleketin
durumu ne olacaktır? Ben devlet işlerine mutlaka müdahale edecek
bir duruma gelmeliyim. Bizde hiçbir şeyin yataktan
yönetilemeyeceğini bilirsiniz. Mutlaka işin başına geçmek
gerek.”6
Yaşamsal
Önermeler
Ölümüne
birkaç ay kala Almanya’nın Türkiye’ye yaptığı bağlaşma
önerisini, Başbakan Celal
Bayar
ve Dışişleri Bakanı Tevfik
Rüştü Aras
(kısa bir süre önce Atatürk,
İsmet
İnönü’yü
Başbakanlıktan almış yerine Celal
Bayar’ı
getirmişti) kendisine ilettiklerinde, öneriyi uygun görmemiş ve;
“Türkiye,
tarafsız kalmalıdır, bir ittifak içine girmemelidir”7
demiştir.
Bu
konuda, Başbakan ve Dışişleri Bakanı’na görüşünü
iletmekle yetinmeyen Atatürk
vasiyetini
yazdırdığı gün, dış politika konusunda şunları
söyleyecektir: “Bizim
şimdiye kadar izlediğimiz açık, dürüst ve barışçı politika
memlekete çok yararlı olmuştur. Arkadaşlar da buna alıştılar.
Gerçek ve yaşamsal zorunluluklar dışında bu politikamız devam
eder gider.”8
Emperyalizme
Yanaşma: Üçlü Bağlaşma (İttifak)
İsmet
İnönü,
Cumhurbaşkanı olduktan sonra Atatürk’ün
yakın çalışma kadrosunu etkin görevlerden uzaklaştırdı.
Atatürk
döneminin değişmez Dışişleri Bakanı Tevfik
Rüştü Aras
da bunlardan biridir. Yeni hükümette Aras’a
görev verilmedi, yerine getirilen Şükrü
Saraçoğlu’na,
İngiltere ve Fransa’yla yapılan Üçlü
İttifak Anlaşması
imzalatıldı. Tevfik
Rüştü Aras
konuyla ilgili olarak daha sonra şunları söyleyecektir: “İkinci
Dünya Savaşı içinde tarafsız kalmak, mümkündü. İngiltere ve
Fransa ile ittifakın gereğini, yararını ve kimlere karşı
olduğunu hala anlamış değilim. Zararları ise meydanda idi.”9
Bu
gelişmeden sonra Hitler
Türkiye’yi “ikinci
derecede işgal edilecek ülkeler” arasına
soktu ve Türkiye yöneticileri için şu yakışıksız sözleri
söyledi: “Türkiye’yi,
Mustafa Kemal’in ölümünden sonra, budala ve aptallar
yönetmektedir.”10
İngiliz
Politikası
Türkiye,
İngiltere’ye güvenerek yansızlıktan ayrılmış, İngiltere’nin
safına geçmiş ve Almanya’yı karşısına almıştır. Ancak,
savaş anında yardım sözü veren İngiltere, Türkiye’ye yardım
yapacak durumda değildir. İngiltere’nin amacı Almanya’nın
düşmanlığını Türkiye, Balkanlar ve Sovyetler Birliği’ne
çekmektir. Anlaşmaya önem vermesinin gerçek nedeni, Türkiye’nin
askeri gücünden yararlanmak değil, Almanya’nın saldırı
alanını genişleterek Doğuda yeni bir cephe açmasını
sağlamaktır.
İngiltere’nin
savaş ve savaş sonrası gelişmelerle amacına ulaştığı
görülecektir. Hitler
Türkiye’ye yapılan mal karşılığı silah satışlarını
durdurur ve komutanlarına Türkiye’yi elegeçirme (işgal) planı
hazırlatır. Ancak, Kuzey Afrika’da beklediği başarıyı
sağlayamayınca bu plan uygulanmaz.
Sovyet
Tepkisi
Anlaşmaya
bir tepki de, Atatürk’ün,
karşılıklı güven ve iyi ilişkilerin korunmasına büyük önem
verdiği Sovyetler Birliği’nden geldi. Sovyetler Birliği
emperyalist kuşatma altında olduğuna inanmakta ve Fransa’yla
İngiltere’ye hiç güvenmemektedir.
Yaklaşan
savaşın sanayileşmiş Batı ülkeleri arasındaki çıkar
çatışmasına dayandığını saptamış ve bu savaşta taraf
olmamayı hedeflemişti. İngiltere ve Fransa, Sovyetler Birliği’nin
Almanya’ya petrol satmasını kendileri için çekinceli görüyor
ve 1940 yılında Bakü’nün Türkiye’deki üslerden havalanacak
uçaklarla bombalanacağına, buna Türkiye’nin onay verdiğine
yönelik uydurma haberler yayıyordu. Türk Hükümetinin böyle bir
durum olmadığını sürekli açıklamasına karşın, Sovyetler
Birliği bu açıklamaları inandırıcı bulmuyordu.
Üçlü
İttifak Anlaşması’ndan sonra Sovyetler Birliği ile Türkiye;
güvenli komşular olmaktan çıkacak ve birbirlerine karşı tehdit
oluşturan düşman iki ülke olacaktır. Sovyetler Birliği
Dışişleri Bakanı Molotov,
üçlü bağlaşmayı kınarken; “Türkiye
ihtiyatlı tarafsızlık politikasını bir yana iterek Avrupa Savaşı
çerçevesine girdi. Sovyetler Birliği, elini serbest tutmayı ve
tarafsız politikasına sürdürmeyi yeğ tutmaktadır... İngiltere
ve Fransa en yüksek sayıda tarafsız ülkeyi savaşa sürüklemeye
çalıştıklarından, herhalde hoşnutturlar. Türkiye’nin bir gün
pişman olup olmayacağını ise ileride göreceğiz”11
diyecektir.
Dış
Siyaset Karışması
Anlaşma
Türkiye’nin başına daha başka karışık sorunlar da çıkardı.
İngiltere Türkiye’ye herhangi bir yardım yapmadığı gibi, 10
Haziran 1940’ta İtalya’nın Fransa’ya savaş ilan etmesi
üzerine, bağlaşma anlaşmasının ikinci maddesi gereğince,
Türkiye’nin İtalya’ya savaş ilan etmesini istedi.
İngiltere’nin
Türkiye’yi savaşa sokma baskısı sürerken, 28 Ekim 1940'da
İtalya Yunanistan’a saldırdı. İngiltere, Türkiye’nin 9 Şubat
1933'de Yunanistan ile yapmış olduğu dostluk anlaşmasını ileri
sürerek Türkiye’nin savaşa girmesini bir kez daha yineledi.
Oysa,
bu anlaşmaya göre Türkiye Yunanistan’ı bir balkan devletinin
özellikle de Bulgaristan’ın saldırması durumunda savunacaktı.
İngiltere bu maddeyi, Almanların Bulgaristan’ı elegeçirip
Yunanistan’a girmiş olması nedeniyle, Yunanistan’ın
Bulgaristan’dan gelen bir saldırıyla elegeçirildiğini (işgal
edildiğini), buna bağlı olarak Türkiye’nin Yunanistan’ı
savunması gerektiği biçiminde yorumluyordu.
Türkiye,
yaptığı anlaşmanın doğurduğu sıkıntılardan bunalmışken,
Fransa Almanya tarafından işgal edilerek savaş dışı kaldı ve
İngiltere’yle ilişkisi kesildi. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti
bunu fırsat bilerek, bu durumun kendisine yansız kalma hakkı
verdiğini ileri sürdü. Türkiye, kendisinin yaptığı anlaşmadan
kurtulmak istiyordu. Ancak bu artık kolay bir iş değildi.
İngiltere bu isteği görüşmedi bile. Üstelik Türkiye’yi,
Alman ya da Sovyet saldırısına uğradığında yardım yapmamakla
tehdit etti.
Almanya’ya
Yanaşma
Almanya’nın
Batı Avrupa ve Balkanlardaki başarıları Türkiye’yi bu kez
Almanya ile anlaşma yolları aramaya sürükledi. 18 Haziran 1941
günü Türk-Alman
Saldırmazlık Paktı
imzalandı, üçlü bağlaşmaya karşın, Almanya ile yapılan
anlaşma aykırı bir durum yaratıyordu.
Türkiye, içinde bulunduğu bağlaşmaya karşı savaşan bir başka ülkeyle
saldırmazlık anlaşması imzalamıştı. Ölüm-kalım savaşına
girmiş olan hem İngiltere’nin hem de Almanya’nın
“bağlaşığıydı” örneği olmayan bu ilginç durum,
Türkiye’yi çekinceli bir açmaz içine sokmuştu. O günlerde
İngiltere, savaştığı Almanya ile saldırmazlık antlaşması
bulunan Sovyetler Birliği’ne tepki duyuyordu. Türkiye ise,
İngiltere ile bağlaşık (müttefik) olduğu için, hem Almanya’dan
hem de Sovyetler Birliği’nden tepki alıyor, Almanya ile anlaştığı
için de İngiltere’ye yaranamıyordu.
Türk-Alman
saldırmazlık antlaşmasından dört gün sonra, Almanya Sovyetler
Birliği’ne saldırdı ve dost-düşman ilişkileri daha da
karıştı. Rusya’ya yönelen Alman saldırısı, Almanya’yla
savaşan İngiltere’yi Sovyetler Birliği’nin “dostu” yaptı;
Almanya’yla saldırmazlık anlaşması olan Türkiye’yi,
Sovyetler’in güvenilmez komşusu durumuna getirdi.
Sovyetler
Birliği ile savaşa giren Almanya, aynı İngiltere’nin yaptığı
gibi, iletişim ve yaymaca (propaganda) araçlarını etkili bir biçimde kullandı
ve Türkiye’yi Bolşevik Ruslar’ın “kötü
amaçları”
konusunda ‘bilinçlendirmeye’ girişti. Rusların Boğazları
istediğini, Führer’in
vermediğini yaydı. 1915’de olduğu gibi, İngiltere’nin Rusya
ile birleşerek İstanbul Bölgesini Ruslara vereceğini ileri sürdü.
1941 Temmuz ve Ağustos aylarında Alman ve İtalyan yardımcı savaş
gemileri Montreux
anlaşmasına karşın, boğazları geçerek, Karadeniz’e açıldı.
Bu eylem savaş sonrasında Sovyetler Birliği’nin, Türkiye’den
boğazlar konusunda isteklerde bulunmasına gerekçe oluşturacaktır.
Almanya,
yüksek kaliteli çelik yapmak üzere silah karşılığında Türk
kromu istiyordu, oysa 1939 yılında Türkiye tüm kromunu
İngiltere’ye satmayı kabul etmişti. Bu koşula ve anlaşma
süresinin dolmamasına karşın Türkiye Almanya’ya krom sattı.
Türkiye Almanya’nın, İran ve Afganistan’a, Türkiye üzerinden
askeri malzeme, Suriye’ye de uçak benzini taşımasına gözyumdu.
Savaşın Almanya aleyhine döndüğü anlaşıldığında bu kez
Almanya’ya karşı tavır aldı. Türkiye’deki Alman yandaşları
tutuklandı, Alman elçisine suikast düzenleme gerekçesiyle
tutuklanmış olan iki Sovyet diplomatı serbest bırakıldı. Daha
sonra Almanya’ya savaş ilan edildi.
Emperyalizme
Bağlanma Süreci
1939
İngiltere-Fransa anlaşmasının üzerinde bu denli durulması,
yalnızca savaş dönemindeki gelişmeleri incelemek değildir.
Konuya verilen önem bu antlaşmayla girilen yolun, Türkiye’nin
bugünkü duruma gelmesine yol açan bir süreci başlatmış
olmasıdır.
Üçlü
ittifak Anlaşması,
Türkiye’nin yalnızca Atatürk
tarafından çizilen dış politikasının bırakılması değil,
daha önemli olmak üzere, emperyalizmle uzlaşma sürecinin
başlangıcıdır. Doğurduğu sonuçlar önemlidir.
20
yıl önce, silahlı savaşım ile yenilen ve Türkiye’yi yok
etmede kararlılığını açıkça ortaya koyan emperyalist
devletlere, hiç gereği yokken bağlanma yoluna gidilmiştir.
Sovyetler Birliği ve Balkan ülkeleriyle ilişkiler bir daha
düzelmeyecek biçimde bozulmuştur. Türkiye, savaş sonrasında
Batının kendisine biçtiği elbiseyi giymekten başka umarı
(çaresi) olmayan bir konuma düşürülmüştür. Savaşarak
kazandığı ulusal bağımsızlığını koruma ve buna bağlı
olarak toplumsal kalkınmayı kendi öz gücüne dayanarak
gerçekleştirme yolundan vazgeçmiştir. Türkiye’nin sorunlarına
başkalarının karışmasına izin verilmiştir.
Üçlü
İttifak Anlaşması’yla
Mustafa
Kemal Atatürk’ün;
“İnsaf
ve yardım dilenmek gibi bir ilke yoktur. İnsaf ve yardım
dilenciliğiyle, ulus ve devlet işleri görülemez. Millet ve
Devletin onuru, ancak bağımsız olmakla sağlanır.”44
ya da “...Bir
ulus yalnız kendi gücüne dayanarak varlığını ve bağımsızlığını
sağlayamazsa, şunun bunun oyuncağı olmaktan kurtulamaz.”12
sözlerinde karşılığını bulan ulusal bağımsızlık anlayışına
sadık kalınmamıştır.
DİPNOTLAR
1 “Kominter
Belgelerinde Türkiye - 3”
Kaynak Yay. 2.Basım, sf.46-47
2 “Türkiye
Siyasi Partiler 1859-1952” T.Z.Tunaya
Arba Yay., Tıpkı Bas. İst. 1952, sf.616, “Kominter
Belgelerinde Türkiye-3”
Kaynak Yay., 2.Bas., sf.46
3 “Milli
Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu
3.Cilt, sf.1328
4 a.g.e.
sf.1516
5 a.g.e.
sf.1482
6 “Siyasi
Hatıralar” Ali Fuat Cebesoy
2.Cilt, sf.252
7 “İkinci
Dünya Savaşına Ait Gizli Belgeler” Cüneyt Arcayürek
Hürriyet 07.12.1972
8 “Atatürkten
Hatıralar” Hasan Rıza Soyak
2.Cilt, sf.759
9 “Milli
Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu
İst.Mat., 1974, 3.Cilt, sf.1489
10 “Olaylarla
Türk Dış Politikası”
Siyasal Bilgiler Fakültesi Yay., sf.150, ak. D.Avcıoğlu
“Milli Kurtuluş Tarihi”
3.Cilt, sf.1487
11 “Milli
Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu
3.Cilt, sf.1504
12 “Milli
Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu
3.Cilt, sf.1618
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder