25
Ağustos akşamı, Anadolu’nun dış dünyayla haberleşmesini
tümüyle kesti. Karargahını Şuhut
yakınlarındaki dağlık bölgeye, oradan Kocatepe arkasındaki bir
tepeye taşıdı. 26 Ağustos sabahı, gün doğumuna bir saat kala,
savaşı yöneteceği Kocatepe’ye
geldi. “Düşüncelerine
gömülmüş, konuşmuyordu. Durmadan doğuya, güneşin doğacağı
ufka bakıyordu. Orada kızıl pırıltı belirip, Anadolu yaylasına
güneş doğarken birden, gürleyen bir gök gibi, topçu baraj ateşi
başladı. Yunan
Ordusu
uykusundan uyandı. Birçok komutan, o gece Afyon’da gittikleri
balodan ancak iki saat önce dönmüştü.”
“Mareşal”
ve “Gazi” Mustafa Kemal
Sakarya
Meydan Savaşı,
içte ve dışta önemli politik gelişmelere yol açtı, Mustafa
Kemal’in
güç ve saygınlığını arttırdı. Büyük Millet Meclisi ona, 19
Eylül’de “Gazi”
ünvanıyla, “Türk
askeri rütbelerinin en yükseği”
olan Mareşal
rütbesini verdi. Oysa, daha iki yıl önce Vahdettin,
ondan “Mustafa
Kemal Efendi”
diye söz etmiş ve idam kararını imzalamıştı.1
Sakarya’dan
30 gün sonra 13 Ekim 1921’de Sovyetler Birliği’nin
aracılığıyla, artık birer Sosyalist Cumhuriyet durumuna gelen
Kafkasya devletleri; Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan’la, Kars
Antlaşması
imzalandı. Bir hafta sonra 20 Ekim 1921’de Fransa’yla Ankara
Antlaşması,
üç gün sonra 23 Ekim’de İngiltere’yle “tutsak
değişimi”
anlaşması yapıldı. 2 Ocak 1922’de Ukrayna Halk Cumhuriyeti’yle
Dostluk
Antlaşması
imzalandı, Anlaşma (İtilaf) Devletleri 22 Mart 1922’de Ankara’ya
ateşkes önerisinde bulundu.2
Orduyu
Hazırlamak
Ulusa
seslendiği 14 Eylül bildirisinde, “çok
yakın”
olan tam kurtuluşu sağlayana dek, “bütün
milletin azami gayret ve fedakarlık göstermesini beklerim”
demiş3
zaman yitirmeden çalışmalara başlamıştı. Her zaman olduğu
gibi; dikkatli, soğukkanlı, sonuç alıcı ve gerçekçiydi. Önemli
bir yengi elde edilmiş, düşmana büyük zarar verilmişti; ancak,
“Sakarya
kesin zafer değildi”.
Ordu
yorgundu ve güç yitirmişti, eksikleri çoktu. Silah, donanım ve
yeni asker bulmak, askeri giydirip beslemek gerekiyordu. Ordunun
gereksinimlerini karşılamaktan başka, belki de aylar sürecek uzun
hazırlık döneminde; halkın direnme ve dayanma gücünü canlı
tutmalı, ulusal birliği pekiştirmeliydi.
Son
vuruş
için, iyi donanmış 200 bin kişilik bir ordunun gerekli olduğuna
inanıyordu. Bunun için, savaşabilecek durumdaki herkese gereksinim
vardı. Askerlik yaşını alttan küçülten, üstten büyüten,
yeni askere
çağrı dönemleri
açtırdı. Aralarında güçlü söylevcilerin (hatiplerin)
bulunduğu ve çoğunluğunu milletvekillerinin oluşturduğu gezici
Söylevci
Kolları
kurdurdu. Bunlar, çatışma dönemleri dahil, cephede askerlere;
cephe gerisinde halka, ulusal duyguları yükselten, coşkulu
konuşmalar yaptılar. Yusuf
Akçura,
Samih
Rıfat,
Mehmet
Akif
(Ersoy), Hamdullah
Suphi
(Tanrıöver), Mehmet
Emin
(Yurdakul), Tunalı
Hilmi,
Halide
Edip
(Adıvar) Söylevci
Kolları’nda
görev yapan ünlü konuşmacılardı.
Cephedeki
askerlerin gönülgücünü (moralini) yüksek tutmak için, dinlenme
anlarında izleyecekleri gezici tiyatro kolları (Seyyar Cephe Temsil
Kolu) oluşturuldu. Tiyatro Kolları, dekorlarını, katırlar ya da
kağnılarla, cepheye taşıyor, orada kahramanlık konularını
işleyen dramlar, eğlenceli komediler sahneliyordu. Selçuklu
Türkleri’ne dek giden ve Bizanslılar’la yapılan savaşlarda
uygulanan bu gelenek, Kurtuluş Savaşı’nda da etkili biçimde
kullanıldı. Küçük
Hüseyin Kumpanyası,
Otello
Kazım Gurubu
o günlerin ünlü cephe tiyatrolarıydı.4
Toplumsal
İmece
Ankara’nın
Samanpazarı semtinde demirciler, bahçe korkulukları, sabanlar ve
ele geçirdikleri her çeşit hurda demirden süngü yapan üreticiler
durumuna geldi. Kadın ve çocuklar, bulunabilen “soğuk
ve bakımsız barakalarda”;
fişek doldurmakta, sargı bezi hazırlamakta, iç çamaşırı ya da
çarık dikmektedir. Üretilen mallar, yiyecekler ve değişik
biçimde elde edilen silahlar, yine kadın, çocuk, hatta yaşlılarla
ve deve kervanlarıyla cepheye ulaştırıldı. Ulusun tümü,
görülmemiş bir imeceyle, yokluklar içinden bir ordu yaratıp onu
savaşa hazırlıyordu.
Taktik
Öneriler
Bu
işleri başaran Türk halkı, tümüyle savaş yorgunu ve büyük
çoğunluğuyla aç ve hastaydı. Köylüler topraklarını işlemek
ve barışa kovuşmak istiyordu. Herkes kadar, belki de herkesten çok
hasta ve yorgun olan Mustafa
Kemal’di.
Yüklendiği ağır sorumluluğu taşırken, hemen her şeyle
ilgileniyor, bitecek gibi görünmeyen engelleri aşmak için
uğraşıyordu. Gece gündüz, “dinlenme
nedir bilmeden“
çalışıyordu.
Anlaşma
Devletleri’nce 22 Mart 1922’de yapılan ve Yunanistan’ın hemen
kabul ettiği ateşkes
ile 26 Mart’ta yapılan barış önerisi bu koşullar altında
geldi. Bu taktik öneri, ona Kurtuluş Savaşı’nın belki de en
sıkıntılı günlerini yaşattı. Öneriler, artık açıkça
görülmeye başlayan olası Türk zaferini önlemek amacıyla
yapılmıştı. Bu çabaya, Nutuk’ta;
“Yunan
Ordusu, yeniden ve kesin sonuç verecek bir savaşa sürülemeyeceği”
için, “ordumuzu
atalete sürükleme, milli hükümete umut vererek bekletme ve
orduyla hükümeti gevşetme”
girişimi diyecektir.5
26
Mart’taki “barış
önerisiyle(!)” Sevr,
sulandırılarak barış adına yeniden ortaya sürülüyor ve
savaştan bıkmış bir halkın barış özlemi, ulusal direnci
kırmak için kullanılmak isteniyordu. Nitekim, öneriden hemen
sonra, ulusal cephede gözle görülür bir gevşeme
eğilimi
görülmeye başlandı. Cephe gerisini, “savaşla
bu işin içinden çıkamayız, bir uzlaşma yolu bulmalıyız
propagandası sarmış”6
ancak çok daha önemlisi, cephede “inanç
gücünde bir sarsılma”
ortaya çıkmıştı. “Barış
önerisi nasıl kabul edilmez? Bu nasıl olur?”
diyen komutanlar vardır.7
Meclis’te Başkomutanlık yetkilerinin artık uzatılmamasını
isteyen güçlü bir karşıtçılık (muhalefet) ortaya çıkmış;
bunlar, orduyu başkomutansız bırakan bir karar çıkarmışlardır.8
“Yatak
tedavisi görecek kadar hasta”9
olmasına karşın, kalkıp Meclis’e geldi, kuşku ve eleştirilere
doyurucu yanıtlar verdi; duygulu ancak kararlı bir konuşmayla
milletvekillerini ikna etti.10
Cephedeki hemen tüm karargahlara giderek, her rütbeden komutanla
görüştü. “Barış
önerisi bir oyundur, önerinin kendisi, Yunanlılar ’a karşı
zafer kazanacağımızın kanıtıdır; bundan kimsenin kuşkusu
olmasın”diyordu.11
İnandırıcı
görüşmelerden başka, daha etkili bir uygulamada bulundu ve taktik
bir karşı
öneri
hazırladı. Öneride, ateşkes
kabul ediliyor, ancak Misakı
Milli
sınırları içinde işgal edilmiş tüm topraklardan çıkılması
isteniyordu. Boşaltma işlemine hemen başlanmalı ve dört ay
içinde tamamlanmalıydı. Barış görüşmeleri, boşaltmayla
birlikte bitmezse, Anlaşma kendiliğinden üç ay uzayacaktı.
Öneri,
doğal olarak kabul edilmedi, cephedeki ve cephe gerisindeki herkes,
barış önerilerinin kabul edilmemesinin yarattığı tepki
nedeniyle daha direngen bir tutum içine girdi. İngiliz diplomat
kurnazlığı(!) geri tepmiş; “Anlaşma
Devletleri’nin, İstanbul Hükümeti’yle birlikte”
Ankara’ya karşı düzenlediği “yok
edici girişim ve çalışmaların yeni bir evresi”12,
ulusal savaşıma güç veren bir gelişmeye dönüştürülmüştü.
Ordu
Hazır
1922
yazında, ordu hazırdı. Son bir yıl içinde, içte ve dışta
yoğun bir siyasi savaşım yürütülmüş ve olanaksızlıklara
karşın 200 bin kişilik bir ordu kurulmuştu. Silah ve cephane
bulunmuş, birlikler donatılmış ve ordu en alt düzeyde de olsa
beslenebilir duruma getirilmişti. Silah gücü; 98 596 tüfek, 2 025
hafif, 839 ağır olmak üzere 2 864 makineli tüfek ve 323 topa
ulaşmıştı.13
Başlangıçta
gerçekleştirilmesi olanaksız gibi görünen bu miktarlarla, silah
gücü olarak Yunan Ordusu’na tam olarak yetişilememişti ancak
yaklaşılmıştı.
Kurtuluşun
ve uluslararası saygınlığın, göstermelik barış
görüşmelerinden, siyasi ödünlerden değil, savaş alanlarından
geçtiğini söylüyordu. Nutuk’ta,
Büyük
Taarruz’a
hazırlandığı dönemi anlattığı bölümde, yalnızca o günlerde
değil, her dönemde geçerli olan şu düşünceleri dile
getiriyordu: “Efendiler,
1922 yılı Ağustosu’na kadar Batı devletleriyle olumlu anlamda
ciddi ilişkiler kurulmadı. Ülkemizdeki düşmanı silah gücüyle
çıkarmadıkça, ulusal gücümüzün buna yeterli olduğunu fiili
olarak göstermedikçe, siyasi alanda umuda kapılmanın yeri
olmadığı yolundaki inancımız, kesin ve sürekliydi. Güçten ve
yetenekten yoksun olanlara değer verilmez. İnsanlık,
adalet, mertlik gereklerini;
bu niteliklerin kendilerinde bulunduğunu gösterenler isteyebilir.
Efendiler, dünya bir sınav alanıdır. Türk ulusu, yüzyıllardan
sonra yine bir sınav, hem de bu kez, en çetin bir sınav karşısında
bulunuyordu. Bu sınavda başarılı olmadan, kendimize iyi
davranılmasını beklemek, bizim için doğru olabilir miydi?”
diyordu.14
“Tek
Vuruş”
Amacı,
“savaşı
bir tek darbeyle bitirmekti.”15
Bu, gerçekleştirilmesi kolay olmayan çekinceli (riskli) bir
amaçtı. Bütünlüğü olan, iyi düşünülmüş gerçekçi bir
stratejinin
belirlenmesi, bu stratejiyi
yaşama geçirecek yaratıcı taktiklerin
geliştirilmesi ve bunların eksiksiz uygulanması gerekiyordu. Bu
güç uğraş, başkomutan olarak ancak onun yapabileceği bir işti.
Savaşı,
kesin bir vuruşla bitirmeyi amaçlayarak ulusun ortaya çıkarabildiği
olanakların tümünü ortaya sürüyordu. Ancak, herşeye karşın
olumsuz bir sonuçla karşılaşılırsa, ulusal direnişin
sürdürülebilirliğini sağlamak için önlem almayı gözardı
etmiyordu. Güvenliğe önem veren ve askerlik mesleğinin çağdaş
ilkelerini iyi bilen, üstelik bu ilkelere evrensel boyutta katkı
koymuş bir asker olarak, tüm hazırlığını yaptı.
Gizliliğe
çok özen gösteriyordu, çünkü yaptığı stratejik
planın
başarısı, her şeyden önce baskın biçiminde geliştirilecek ani
saldırıya dayanıyordu. 27 Temmuz’da, ordulararası
futbol turnuvasını izleme
görüntüsüyle, Akşehir’de Ordu komutanlarıyla toplantı yaptı
ve saldırı zamanını belirledi.
Gizlilik
Ankara’ya
döndü. Gelişmeleri, gizlilik gereği tam olarak bilmeyen kötümser
karşıtçılığı yatıştırdı. Cepheye gidip geldiğini, çok az
insan biliyordu. İstanbul gazetelerine ve yabancı haber
ajanslarına, sürekli olarak, ordunun saldırıya henüz hazır
olmadığı söylentisi yayılıyordu. 17 Ağustos’ta, gizlice
Ankara’dan ayrıldı ve Konya üzerinden cepheye gitti.
Çankaya’daki nöbetçiler kimseyi içeri sokmuyordu. “Gazi’nin
işi vardı!”
Gazeteler, onun ertesi günü Çankaya’da
bir ziyafet vereceğini yazdılar.16
Yaptığı
hazırlığa ve ordusuna o denli güveniyordu ki, utkuyu (zaferi)
kesin gören bir ruh sağlamlığı içindeydi. Ankara’dan
ayrılacağı akşam, Keçiören’de yakın arkadaşlarıyla
birlikteydi. Bunlardan biri, “Paşam
ya başaramazsanız?”
dediğinde, “Ne
demek istiyorsun? Taarruz emrini aldığınızda hesap ediniz. On
beşinci gün İzmir’deyiz”
yanıtını almıştı. Zafer’den sonra Ankara’ya döndüğünde,
o gece beraber olduğu arkadaşlarına, “İzmir’e
on dört günde girdik. Bir günlük yanılgım var ancak kusur bende
değil, Yunanlılar’da” diyecektir.17
Yunanlılar,
ana saldırıyı, geniş boyutlu yığınak yapılan kuzeyden,
Eskişehir’den bekliyordu. Düşüncelerinde haklıydılar. Türk
Ordusunun ana gövdesi oradaydı. İngiliz istihbaratçıları,
“bölgedeki
Türk birliklerinin yoğun bir hareketlilik içinde”
olduğunu bildiriyordu.18
Ancak, o, İzmir demiryoluna hakim durumdaki Afyon’a saldırmaya
karar vermişti. Yunanlılar bu bölgeyi o denli iyi tahkim
etmişlerdi ki, İngiliz mühendisleri burayı, Fransızlar’ın
Almanlara karşı on ay direndikleri Verdun
savunma hattına benzetiyorlardı.
Bir
ay boyunca, ordunun büyük bölümünü, belli etmeden güney
cephesine çekmeyi başardı. Birlikler, geceleri, “kimi
zaman düşmanın birkaç yüz metre yakınından”
sessizce geçerek; gündüzleri “keşif
uçaklarından gizlenip, köylerde ya da ağaç altlarında
dinlenerek”19
Afyon ovasına kaydırıldı.
Eskişehir
cephesinde, düşmanı yanıltmak için; “gereksiz
yerlerde yol yapıyormuş gibi davranılıyor”,
geceleri geniş bir alana yayılarak “ateşler
yakılıyor”
ve gündüzleri süvariler, büyük bir ulaşım eylemi varmış
gibi, atlarına iple bağladıkları çalıları sürükleyerek
“yapay
toz bulutları”
çıkarıyordu.
Ana
saldırıya kısa bir süre kala Eskişehir yönünde göstermelik
oyalama saldırısı, Aydın yönüne doğru yanıltıcı bir süvari
saldırısı yaptırdı. Sınırlı uçak sayısına karşın,
pilotlara, düşman uçaklarının ne pahasına olursa olsun, Türk
cephesi üzerine sokulmaması buyruğunu verdi. Eğitimleri bile
tamamlanmamış Türk pilotlar, bu buyruğu şaşılacak bir
başarıyla yerine getirdiler ve düşman uçaklarını cephe hava
sahasına sokmadılar. Büyük
Taarruz’un
zamanını öyle hesaplamıştı ki; “Rumların
Yunan Ordusu’nu beslemek için ektiği ekinler büyümüş, ancak
biçilmemiş olacak; ayrıca derelerin suyu çekilmiş olacağı
için”
süvari birlikleri hızla ilerleyebilecekti.20
“Büyük
Taarruz”
25
Ağustos akşamı, Anadolu’nun dış dünyayla haberleşmesini
tümüyle kesti. Karargahını Şuhut
yakınlarındaki dağlık bölgeye, oradan Kocatepe arkasındaki bir
tepeye taşıdı. 26 Ağustos sabahı, gün doğumuna bir saat kala,
savaşı yöneteceği Kocatepe’ye
geldi. “Düşüncelerine
gömülmüş, konuşmuyordu. Durmadan doğuya, güneşin doğacağı
ufka bakıyordu. Orada kızıl pırıltı belirip, Anadolu yaylasına
güneş doğarken birden, gürleyen bir gök gibi, topçu baraj ateşi
başladı. Yunan
Ordusu
uykusundan uyandı. Birçok komutan, o gece Afyon’da gittikleri
balodan ancak iki saat önce dönmüştü.”21
Bütün
komutanlara, birliklerini cephe hattından yönetmelerini emretmişti.
Çevreleri, ele geçirilmesi gereken ve bir çanak gibi giderek
yükselen sarp ve kayalık tepelerle sarılıydı. Her biri bir Türk
tümenine hedef gösterilen bu tepeler, zirvesine dek yokuş yukarı
bir hücumla alınması gerekiyordu. Çok kanlı bir savaş
başlamıştı. Kuran okunarak kılınan sabah namazından sonra
erler, başlarında subayları olmak üzere, bir yılda hazırlanan
ve geçilemez denilen demir örgülerin, dikenli tellerin üzerine
atıldılar.
“Yunan
mitralyözleri, dalga dalga gelen Türk askerlerini ot gibi biçti.
Biraz sonra, ölüler tel örgülerin önünde ehramlar gibi üst
üste yığılmış, katı toprağın yüzünde akan kanlardan kızıl
gölcükler oluşmuştu. Ancak arkadan gelenler, arkadaşlarının
ölüleri üzerine basarak tırmanıyor ve tel örgüleri aşıyordu.
Kemalettin Sami, bu kırıma fazla bakamadı, başını çevirdi.
Sonra tepeden bir imamın ezan sesini duydu. O zaman anladı ki,
mevzi ele geçirilmiştir.”22
Kesin
Zafer
Sabah
dokuz buçukta, yani birkaç saat içinde, iki tepe dışında tüm
hedefler ele geçirilmişti. Ani
vuruş
tam olmuştu. Yunanlılar, bir aydır kendilerine yaklaşan ve bir
gece önce gizlice yamaçlardan tırmanıp yanlarına dek sokulan
Türk birliklerinin varlığını, akıllarından bile
geçirmemişlerdi. Büyük saldırıyla karşı karşıya olduklarını
çok geç anladılar. Anladıklarında da artık iş işten geçmiş,
savaşı hemen hemen yitirmişlerdi. Türk süvarileri arkalarından
dolaşarak İzmir demiryolunu kesmiş ve çemberi tamamlamıştı.
Koskoca Yunan Ordusu yok olmak üzereydi.
Dört
gün sonra, 30 Ağustos’ta, büyük saldırı tamamlandığında,
Anadolu’daki Yunan Ordusu’nun yarısı, yani yüz bin asker yok
edilmiş ya da esir alınmıştı. Ordu Komutanı General Trikopis
karargahıyla birlikte, tutsak edilmişti. Ordu’nun diğer yarısı,
“köyleri,
kentleri, ekinleri yakarak; erkek, kadın, çocuk önüne gelen
herkesi öldürerek bir sürü halinde”23
denize doğru kaçıyordu. Anadolu’ya gelirken aldıkları “yok
etme emrini”,
kaçarken bile yerine getiriyorlardı.24
Lord
Kinros,
Atatürk
adlı yapıtında, Yunan Ordusu’nun dağıldığı o günler için
şunları aktarır: “Mustafa
Kemal, karargahını savaş alanına yakın, harap olmuş bir köye
taşımıştı. Onun geldiğini duyan köylü kadınları çevresinde
toplanmış, ürkek ve sıkılgan tavırlarıyla, Yunanlıların
kendilerine yaptıklarının öcünü almasını istiyordu.
Çadırından çıkarak bir sandalyeye oturdu; üstleri başları
paramparça, kan ve toz içinde gelen Yunan esirlere bakmaya başladı.
Aşırı neşesi gitmiş, yerini düşünceli bir hal almıştı. Ne
kadar alışık olsa da savaşın vahşiliği, bu yıkıntı sahnesi
onu sarsmıştı. Yanında bulunan emir subayına, savaşların
yarattığı yıkımdan ne kadar tiksindiğini açıkladı. Yerdeki
bir Yunan bayrağını göstererek, kaldırılmasını ve bir tüfeğe
sarılmasını emretti. Önüne getirilen esirler arasında,
Selanik’ten tanıdığı bir subayı gördü. Esir Yunan subayı,
omuzlarında bir işaret görmeyince rütbesini sordu. Şimdi ne
olmuştu; binbaşı mı, albay mı, yoksa general mi? Mustafa Kemal,
Mareşal ve Başkomutan olduğunu söyledi. Yunanlı, ‘bir
başkomutanın cepheye bu kadar yakın yerde olması, görülmüş
şey değil’ dedi. Gazi gülerek, ‘yakında Selanik’i alıp,
bağımsız bir Makedonya kuracağız. Seni orada komutan yaparım’
dedi.”25
“İlk
Hedef Akdeniz”
1
Eylül’de, orduya Akdeniz’i ilk hedef gösteren ünlü
bildirisini yayınladı. Subay ve erlerine duyduğu sevgi ve güveni
yansıtan bu bildiride ordusuna; “zalim
ve mağrur bir
ordunun
asli unsurlarını, inanılamayacak kadar kısa bir zamanda yok
ettiniz. Büyük ve soylu milletimizin fedakarlıklarına layık
olduğunuzu kanıtlıyorsunuz. Sahibimiz olan büyük Türk milleti,
geleceğinden emin olmakta haklıdır. Savaş alanlarındaki ustalık
ve fedakarlığınızı yakından görüyor ve izliyorum... Bütün
arkadaşlarımın... İlerlemesini ve herkesin akıl gücü,
kahramanlık ve yurtseverlik kaynaklarını yarıştırarak
kullanmaya devam etmesini isterim”
diyor ve “Ordular!
İlk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!”
buyruğunu veriyordu.26
Anlaşma
Devletleri, 4 Eylül’de gönderdikleri bir telgraf yazısıyla,
İzmir konsoloslarının Mustafa
Kemal’le
görüşmek için yetkili kılındığını, görüşmenin nerede ve
ne zaman yapılabileceğini sordular. Amaçları, ateşkes
sağlayarak, Yunan Ordusu’nun yok olmasını önlemekti. Savaşın
sonucu belli, bitiş günü ise henüz belli değildi. Alaycı bir
yanıt verdi. Konsoloslarla, 9 Eylül günü Nif’de (Kemalpaşa)
görüşebileceğini bildirdi. Nutuk’ta
bu bildirimi aktarırken Türk Ordusu’nun başardığı işin
büyüklüğünü ve subaylarına olan sevgisini şöyle dile
getirmiştir: “Ben,
dediğim gün gerçekten Kemalpaşa’da bulundum. Ancak, görüşme
isteyenler orada değildi. Çünkü ordularımız İzmir rıhtımında,
verdiğim hedefe, Akdeniz’e ulaşmış bulunuyordu. Efendiler,
Afyonkarahisar-Dumlupınar Meydan Savaşı ve ondan sonra düşman
ordusunu bütünüyle yok eden ya da esir eden ve kılıç
artıklarını Akdeniz’e, Marmara’ya döken harekatımızı
açıklamak ve niteliklerini anlatmak için söz söylemeyi gerekli
görmem. Her aşaması düşünülmüş, hazırlanmış, yönetilmiş
ve zaferle sonuçlandırılmış bu harekat, Türk Ordusu’nun, Türk
subayının ve komuta kurulunun yüksek güç ve kahramanlığını,
tarihte bir daha tesbit eden ulu bir yapıttır. Bu yapıt, Türk
milletinin hürriyet ve istiklâl düşüncesinin ölümsüz
anıtıdır. Bu yapıtı yaratan bir ulusun evladı, böyle bir
ordunun Başkomutanı olduğum için sevincim ve mutluluğum
sonsuzdur.”27
Kanlı
Hafta
Kaçış
durumundaki Yunan çekilişi, bir hafta sürdü. Bu bir hafta, Batı
Anadolu’nun uzun tarihi içinde yaşadığı, her halde en kanlı
haftaydı. “Yunan
askerleri, özellikle Anadolu’da yaşayanları”,
önlerine çıkan bütün canlıları, “hareket
eden herşeyi”
öldürüyordu.
Türk
Ordusu, “kızıl
bir ölüm alevi gibi”
bütün Batı Anadolu’yu kan ve ateşe boğan Yunan birliklerinin
önüne geçmek, vahşeti durdurmak için hızla ilerliyor, Yunan
Ordusu ise sanki “işlediği
suçlardan kurtulmak ister gibi”
kaçıyordu. Afyon İzmir arasındaki 350 kilometre adeta bir sürek
avı haline gelmişti. Türk piyade birlikleri, aşırı sıcak
altında zaman zaman koşuyor, cinayetleri önlemek için kimi zaman
verilen emirleri bile duymuyordu.
Türk
Ordusu, bütün çabalarına karşın, yol üzerinde dumanları
tütmekte olan kent ya da köylerin yıkıntılarına yetişebildi.
“Uşak’ın
üçte biri yok olmuş, Alaşehir’den geriye, dağın yamacında
yanık bir çukurdan başka bir şey kalmamıştı. Tarihi kent
Manisa’nın on sekiz bin yapısından, yalnızca beş yüzü ayakta
kalmıştı.”28
Ülke
Kurtarılıyor
31
Ağustos’ta Uşak, 2 Eylül’de Alaşehir, 5 Eylül’de Turgutlu,
6 Eylül’de Manisa yakıldı. Türk Ordusu, bütün çabasına
karşın, birer gün arayla bu kentlere yetişti. 4 Eylül’de
Söğüt, Buldan, Kula, Alaşehir; 5 Eylül’de Bilecik, Bozüyük,
Simav, Demirci, Ödemiş, Salihli; 6 Eylül’de Akhisar ve
Balıkesir; 9 Eylül’de İzmir, 10 Eylül’de Bursa kurtarıldı.
8
Temmuz 1920’de, Bursa’nın işgali nedeniyle, Meclis kürsüsüne
örtülen ve ancak kurtuluştan sonra kaldırılmasına karar verilen
siyah
matem örtüsü,
duygulu bir törenle “gözyaşları
arasında”
kaldırıldı.29
Yunan
Vahşeti
Yunan
askerleri, aldıkları emre uyarak “Hıristiyan
aileleri de önlerine katıp götürmüş, Türkler’in elinde tek
bir sağlam dam bırakmamak için, evlerin tamamına yakınını yok
etmişti.”
Dizginlenemeyen bir kin ve düşmanlık içinde, denetlenemez bir
vahşetle “yakma,
yıkma, yağma, ırza geçme, ne varsa hepsini yaptılar.”30
Rumbold,
İzmir Konsolosundan aldığı rapora dayanarak, Lord
Curzon’a,
“birbirlerini
bile parçalayacaklar. Yaşananlar, insanı tiksindiren bir barbarlık
ve canavarlık rekorudur”
diyordu. Türkler’e barbar diyen Yunanlılar, “bütün
barbarlık ölçülerini aşmışlardı.”31
Uygulanan
vahşet o denli insanlık dışıydı ki, “yuvaları
yakılan ana baba, kardeş ya da çocuklarını yitiren Türk halkı”,
çaresiz bir öfke içinde büyük bir acı yaşıyordu. Her zaman
sevecen, “yumuşak
yürekli ve merhametli”
Anadolu kadınları, esir kafilelerinin peşine düşüyor, Türk
askerlerine, “hiç
olmazsa birini verin, öldüreyim”
diye yalvarıyordu.32
Mustafa
Kemal’e Sevgi
Türk
milleti, doğrudan varlığına yönelen saldırıyı durdurarak
özgürlüğünü sağlayan Mustafa
Kemal’e,
büyük saygı ve kuşaklar boyu sürecek, içten bir sevgi duymuş;
bu sevgiyi, her fırsatta göstermiştir. Çanakkale’den beri
ülkenin her yerinde, olağanüstü öykülere dönüşen
kahramanlıkları, dilden dile dolaşan adı, bir efsane halinde
Anadolu’nun en uzak köylerine, sahipsiz mezralarına dek
yayılmıştı. Türk insanı için o, herşeyin üstesinden gelen,
hem kendilerinden bir parça, hem de gizemli bir destan kahramanıdır.
Ceyhun
Atuf Kansu,
onun düşüncelerini ve halkla kurduğu ilişkiyi, büyük bir
ustalıkla aktarır. “Atatürkçü
Olmak”
adlı yapıtında, Ankara’nın Kurtuluş Savaşı günlerinde
yaşanmış olayları anlatır. “Karaoğlan
Çarşısı”
bölümünde şunlar yazılıdır: “Karaoğlan
Çarşısı’nın en anlamlı, en halkçı saatleri, onun ölüm-kalım
düğümlerini çözdüğü arkadaşlarıyla birlikte, çarşıdan
geçtiği saatlerdi. O zaman, ‘ses’ bekleyen ‘sessiz’ bir
halk kalabalığı meydanı doldurmuş olurdu. Meclis’in önünden
İstasyon’a doğru akan bir Ankara ikindisinde, çarşıda, ara
sokaklarda, Ahi Ankara’nın çalışılmış gün sonlarından inen
bir halk, onu beklerdi. Arkalarında, çarşaflı, yaşmaklı bir
kadın kalabalığı, umut ve özlemle dolu halk kadınları,
kalpaklı önderlerine bakarlardı. Onun en güzel sözü, kalpağına
doğru kalkmış sağ eliyle verdiği selamdı. ‘Selam sana Anadolu
halkı’ der gibi, bazen faytonla, bazen o eski, üstü açık
otomobiliyle,
halkın
arasından Ziraat Okulu’na, ya da İstasyon’a giderdi. Bir Ankara
akşamı iner, halk evlerine dönerdi.”33
DİPNOTLAR
- “Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri-IV” Kaynak Yay., 3.Bas, 2001, sf.101
- “Anadolu İhtilali” S.Selek, II.Cilt, Kastaş A.Ş. Yay., 8.Bas., 1987, sf.685
- “Atatürk’ün Bütün Eserleri”11.Cilt, Kaynak Yay., İst.-2003, sf.391
- “Mustafa Kemal ve Milli Mücadelenin İç Alemi” Evner Behnan Şapolyo, İnkilap ve Aka Kit., İstanbul-1967, sf.66 ve 68
- “Nutuk” M.K.Atatürk, II.Cilt, T. T. K. Yay., 4.Bas., 1989, sf.865
- “Çankaya” Falih Rıfkı Atay, Betaş A.Ş. İst.-1980, sf.305
- a.g.e. sf.305
- “Atatürk” L.Kinross, Altın Kit. Yay., 12.Bas., İst.-1994, sf.357
- a.g.e. sf.357
- a.g.e. sf.357
- “Çankaya” F.R.Atay, Betaş A.Ş. İstanbul-1980, sf.305
- “Nutuk” M.K.Atatürk, II.Cilt, T. T. K. Yay., 4.Bas., 1989, sf.869
- “Büyük Türk Zaferi” General Fahri Belen; ak. Ş.S.Aydemir “Tek Adam”, II.Cilt., Remzi Kit., 8.Bas., İst.-1981, sf.507 ve S.Selek “Anadolu İhtilali”, II.Cilt., Kastaş A.Ş. Yay., 8.Bas., İst.-1987, sf.718
- “Nutuk” M.K.Atatürk, II.Cilt., T. T. K. Yay., 4.Bas., 1989, sf.861-863
- “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, II.Cilt, Remzi Kit., 8.Bas., İst.-1981, sf.511
- “Nutuk” M.K.Atatürk, II.Cilt, T. T. K. Yay., 4.Bas., 1989, sf.899
- “Çankaya” F.R.Atay, Betaş A.Ş. İst.-1980, sf.309
- “Atatürk” L.Kinross, Altın Kit. Yay., 12 Bas., İst.-1994, sf.366
- a.g.e. sf.367
- a.g.e. sf.367
- a.g.e. sf.367-368
- a.g.e. sf.369
- a.g.e. sf.370
- a.g.e. sf.370
- a.g.e. sf.371
- “Atatürk’ün Bütün Eserleri” 13.Cilt., Kaynak Yay., İst.-2002, sf.234
- “Nutuk” M.K.Atatürk, II.Cilt, T. T. K. Yay., 4.Bas., 1989, sf.903
- “Atatürk” L.Kinross, Altın Kit. Yay., 12 Bas., İst.-1994, sf.375
- “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, II.Cilt, Remzi Kit., 8.Bas., 1981, sf.538-539
- “Atatürk” L.Kinross, Altın Kit. Yay., 12 Bas., İst.-1994, sf.376
- a.g.e. sf.376
- “Çankaya” F.R.Atay, Betaş A.Ş., İst.-1980, sf.332
- “Atatürkçü Olmak” C.A.Kansu, Bilgi Yay., 2.Bas., 1996, sf.139-140
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder