1928
yılında köyde okuma yazma bilen hemen hiç yokken, 1941 yılında
okuma yazma oranı yüzde 86’ydı. Köyün bütün çocukları
okula gidiyordu. Şimdi, aynı köyde benim okuttuğum çocuklar,
elektrik kesilirse jeneratörlerini çalıştırıyorlar;
üniversiteye giden pek çok öğrencim oldu; arıcılık,
tütüncülük, orman reçineciliği, marangozluk gelişti. Yoksul
bir orman köyü olan Gölcük bugün varlıklı ve aydın bir
köydür. Köyün bugüne gelmesinin nedeni elbette eğitime verilen
önemdir. O zaman Türkiye’nin başında, uzak bir dağ köyünden
gelen muhtar telgrafına bir saat içinde cevap veren Atatürk
vardı.
Bu söyleşi 29 Ekim 1998 tarihinde yapılmıştır.
Metin Aydoğan :Bize kendinizden ve önem verdiğiniz kimi anılarınızdan söz
eder misiniz?
Necdet
Eroğlu:1923
yılında Muğla’da doğdum. Babam Ula’nın Bayır Köyü
İlkokulu başöğretmeniydi. Okuma yazma bilenlerin az,
öğretmenlerin saygı gördüğü o günlerde, hep öğretmen olmayı
düşünerek büyüdüm. Balıkesir Necatibey İlköğretmen Okulu'nu
1940-1941 yılında bitirdim ve Muğla’nın Ula nahiyesine (şimdi
ilçedir) bağlı Gölçük Köyü’nde öğretmenliğe başladım.
O
zamanki yönetmeliklerimize göre, her öğretmenin bulunduğu
çevreyle ilgili araştırma yapması gerekiyordu. Göreve başladığım
yıl araştırmaya da başladım ve önce Muhtar Ali
Kerkik’le
konuştum. Muhtar bana şunları anlattı: “Benden
önceki Muhtar Ali Tozluoğlu, bu köye kırk yıl muhtarlık yapmış
değerli bir insandı. Okul onun zamanında yapılmıştır. Öyküsü
ise şöyledir: 1929 yılında yani yeni harflere geçilmesinden
hemen sonra, Atatürk’ün teşvikiyle köylerde bir okul yapma
yarışı başlamıştı. Bizim köy, bu yarış başlamadan hemen
önce, köye telgraf telefon teli çektirmeye karar vermiş ve muhtar
Ali Tozluoğlu'nu bu iş için görevlendirmişti.
Para toplanmış ve bir heyet
halinde Nahiye'ye gidilmiş, Nahiye Müdürü, Karakol Komutanı ve
Fırka Reisi, toplanan paranın maliyeye yatırılmasını, nahiyeler
arası bağlantılar yapıldıktan sonra sıranın köylere
geleceğini söylemişler, Muhtar’ın kafası karışmış, 'biz
parayı kendi köyümüze hat çekilsin diye topladık, parayı
verdiğimiz halde sıra beklersek köylüye ne deriz’ dese de
dinletememiş; parayı yatırması için ısrar, hatta baskı görmüş.
Bakmış olacak gibi değil: 'peki parayı haftaya getiririm’ demiş
ve doğru Muğla’ya gitmiş. Cebinde kendine ait bir altın lirası
varmış, Postaneye gitmiş ve ‘Gazi Paşa’ya telgraf çekeceğim’
demiş. ‘Delirdin mi sen, Gazi Paşa’ya telgraf çekilir mi’
gibi sözlere aldırmayarak ısrarla telgrafın hem de cevaplı
olarak çekilmesini istemiş ve şu telgrafı yazdırmış: ‘Gazi
Paşa Hazretleri, Köylüden para
topladım. Nahiye
müdürü, Karakol Komutanı ve Fırka Reisi, parayı telgraf ve
telefon hattı çekilmesi için
yatırmamı
istiyorlar. Haberleşme önemli bir ihtiyaç bunu biliyorum. Ama
köyde de okul yok. Çocukların okuması gerek. Şimdi sana
soruyorum, telefon, telgraf mı ağır gelir, okul mu? Parayı nereye
yatırayım?’ Telgrafı çektiriyor parasını ödüyor ve
Muğla’nın merkezindeki Memiş Dayı’nın kahvesine gidiyor,
kahvesini içiyor, camiye gidip namazını kılıyor. Köye gitmek
için yola çıkmaya bir türlü cesaret edemiyor, ya iki jandarma
gelir de ‘sen kim oluyorsun da Gazi Paşa’ya telgraf çekmeye
cesaret ediyorsun, onu meşgul ediyorsun’ derlerse ne yaparım diye
korkuyor. Ancak, korkusuna rağmen yola çıkmak üzereyken telgraf
memuru büyük bir telaşla ‘Muhtar, neredesin şimdi köye atlı
çıkaracaktık, koş Ankara’dan cevap geldi, gel imzala telini al’
diyor. Atatürk’ün cevabı Ali Muhtar, daha camideyken gelmiş.
Atatürk, çektiği telde şunu yazıyormuş: ‘Muhtar seni
gözlerinden öperim. Sorduğun soruya cevabım şöyledir; terazinin
bir kefesine sadece Ula’yı değil, bütün dünyayı yirmi defa
dolanacak tel çekmeyi, diğer kefesine senin köye okul yapmayı
koysalar; senin köye okul yaptırmak ağır gelir. Sen topladığın
parayı okul yaptırmak için kullan'.
Ali Muhtar telgrafın verdiği
coşkuyla yola çıkıyor; daha yolu yarılamadan bir çocuk koşarak
arkadan yetişiyor ve ‘Muhtar koş, Orman Müdürü seni istiyor’
diyor. Orman idaresine gidiyor, okulun kereste ihtiyacının
karşılanması için tahsis emrinin geldiğini, ne zaman isterlerse
keresteleri alabileceğini öğreniyor. Köye gidince Ali Muhtar’ın
korktuğu oluyor ve iki jandarma geliyor. Ancak, jandarmalar muhtarı
köye yapılacak okul için nahiyede yapılacak toplantıya
çağırıyor. Daha sonraları köye; Nahiye Müdürü, Jandarma
Komutanı, Fırka Reisi hepsi geliyor. Atatürk, Muğla Valiliği’ne
emir vermiş, herkesten okulun yapılmasına yardım etmelerim
istemiş, okulumuzu 3,5 ayda yapıp 1929-1930 ders yılına
yetiştirdik.”
1941
yılında geldiğim Gölcük Köyü’nün o zamanki Muhtarı Ali
Kertik,
bana bunları anlattı. Okulun kayıtlarını inceledim, köyde
araştırma yaptım. 1928 yılında köyde okuma yazma bilen hemen
hiç yokken, 1941 yılında okuma yazma oranı yüzde 86’ydı.
Köyün bütün çocukları okula gidiyordu. Şimdi, aynı köyde
benim okuttuğum çocuklar, elektrik kesilirse jeneratörlerini
çalıştırıyorlar; üniversiteye giden pek çok öğrencim oldu;
arıcılık, tütüncülük, orman reçineciliği, marangozluk
gelişti. Yoksul bir orman köyü olan Gölcük bugün varlıklı ve
aydın bir köydür. Köyün bugüne gelmesinin nedeni elbette
eğitime verilen önemdir. O zaman Türkiye’nin başında, uzak bir
dağ köyünden gelen muhtar telgrafına bir saat içinde cevap veren
Atatürk
vardı.
*
Unutamadığım
bir başka anım: Hacı
Hasan Yıldız
adlı yaşlı bir köylüyle tanışmamdır. Bir gün Osman
Yıldız
adlı öğrencim; “’öğretmenim
dedem sizinle görüşmek istiyor’
dedi. Ben de ‘buyursun
gelsin’ dedim. O sıralar yoğun bir çalışma içindeyim.
Sabahtan öğleye kadar 1, 2, 3. sınıfları öğleden sonra 4 ve
5’leri okutuyorum, akşamları da millet mektepleri var. Bir gün
dersler bittiğinde yaşlı bir insan geldi.‘ Ben Osman’ın
dedesi Hasan Yıldırım’ dedi. Odama buyur ettim, sohbete
başladık.
Yaşlı adam duvardaki Atatürk
resmine uzun uzun baktı, çerçeveyi düzeltti ve ‘kutbi zamandır’
gibi bir şey söyledi. ‘Kutbi zaman’ dediği şeyin ne olduğunu
sordum. Pusulanın hep kutbu göstermesi yani pusulanın şaşmaması
anlamına geldiğini söyledi. Toplumların pusulalarının
şaşabileceğini yani ‘cihetler kaybedebileceğini’; Türk
toplumunun Osmanlının son dönemlerinde ‘cihetini kaybettiğini’
anlattıktan sonra şunları söyledi: ‘Pusulasını şaşıran
toplumlar için Mevla ara sıra, insanlara doğru istikameti
gösterecek bir insan yollar, Mustafa Kemal bunlardan birisidir. Bu
nedenle onun yolundan şaşıranlar yanlış yola girerler.’”
Hacı
Hasan Yıldız’la
daha sonra ilişkilerimiz gelişti. Ben ona gider, o bana gelirdi.
104 yaşındaydı. Fatih Medresesi’nde uzun yıllar müderrislik
yapmıştı. Köyüne, ölmek için geldiğini söylüyordu.
“Üç padişah gördüm, hepsinin de Allah cezasını versin”
diyordu.
İncil’i incelemek için Latince’yi, Antik Çağ inançlarını
öğrenmek için eski Grekçe’yi öğrenmişti. Arapça, Farsça ve
Fransızca’yı Türkçe gibi biliyordu. Ula Nahiyesi’nin Gölcük
Köyü’nde, bu yoksul orman köyünde böyle bir insanla
karşılaşmak inanılmaz bir şeydi.
Birgün
bana şunları söyledi:
“Oğlum, muallimin rehberi bilimdir. Ancak, bu bilim çok yönlü,
çok taraflı bir bilimdir, bir ışıktır. Muallim, bu ışığı
insanların aydınlanması için onların üzerine tutar. Eğer ışığı
insanın yüzüne tutarsan gözü kararır karanlıklar içinde
kalır; önüne doğru, götürmek istediğin yola doğru tutarsan
orayı aydınlatırsın ve onu istediğin yola sokarsın, yani
istediğin gibi eğitirsin. Senden bir şey rica edeceğim. Buraları
dindar bir çevredir. Senden namaz kılmanı, bir takım ibadet
bilgilerine sahip olmanı
isterler. Eğer bizim
hoca dinsiz derlerse seni dinlemezler, çocuklarını okula
göndermezler, senden uzak dururlar. Sen de, hiç kusurun olmamasına
rağmen onlara öğretmek istediğin şeyleri öğretemezsin,
görevini iyi yapamazsın. Dini bilgilerin yetersizse biraz önem
göster ve öğren; ben sana yardım ederim. Ara sıra camiye git.
Hoca, Allah’tan korkuyor desinler; sana saygıları artsın. Onları
yanına al sonra bilimini onlara öğret. Göreceksin, öğretmek
istediklerini çok çabuk öğreneceklerdir.”
Bu
nur yüzlü bilge insanla tanıştığımda 19 yaşındaydım. Çok
gençtim ama yüksek ideallere sahiptim. Hiçbir köyde okuyup
yazmayan kalmamalıydı, yoksulluk ortadan kalkmalıydı, Türkiye
aydınlık ve güçlü bir ülke olmalıydı. Hasan
Yıldız’ın
verdiği nasihatın derinliğini o yaşta anlamayabilirdim. Ama böyle
bir hataya düşmedim ve nasihatlarını tuttum. Dinler Tarihi’ni
edindim ve özellikle İslam Tarihi konusunda bilgimi arttırdım.
Cami hocası ve cemaat, din konusunda benim kadar bilgi sahibi
değillerdi. Bilgisizliklerini yüzlerine vurmadım çok şey
öğrettim ve hemen hepsiyle yaşam boyu sürecek dostluklar kurdum.
Köylülerin
bana olan güvenlerinin artması, orada olmamın gerçek nedeni olan
öğretmenlik görevlerimi yerine getirmemde çok yararlı oldu. Tüm
çocuklar okula geliyordu, millet mektebi kursları genç, yaşlı
hatta hasta insanlarla dolmuştu, kısa bir süre içinde köyde
okuma yazma oranı yüzde 50’lere varmıştı.
Gölcük’ten
ayrılıp askere gittikten üç yıl sonra Hacı
Hasan Yıldız’ın
öldüğünü öğrendim. Ranzadan düşmüş ölmüştü, nur içinde
yatsın.
Metin Aydoğan:
Köy Enstitüsü çıkışlı değilsiniz ama onlarla aynı dönemde
köy öğretmenliği yaptınız. Anlattıklarınızdan, büyük bir
coşku ile öğretmenlik yaptığınız görülüyor. Aynı coşku
köy enstitüsü çıkışlılarda da var. Enstitülerle aranızdaki
ilişkileri, benzerlik ve farklarınızı anlatır mısınız? Altmış
yıl geriye baktığınızda eğitim düzenimizin durumu hakkında
neler söyleyebilirsiniz?
Necdet
Eroğlu:
Köy Enstitüleri, ilk mezunlarını 1942 yılında verdi. Ben ise
1941’de göreve başlamıştım. Dediğiniz gibi aynı dönemin
insanlarıyız. Aynı havayı teneffüs ettik, aynı ruhu taşıyorduk.
Büyük bir devrimin coşkusuyla büyümüştük. Bizim için yaşam,
kurulmakta olan yeni devletin, yeni toplumun, yani cumhuriyetin
yüceltilmesinden ibaretti; herşeyin üzerinde tuttuğumuz değer
yargımız buydu. Söylediklerim gerçektir. Lütfen abartılmış
duygular saymayınız.
Ben
nisbeten aydın bir çevreden çıkmıştım. Babam Öğretmendi.
Okuduğum öğretmen okulunda öğrencilerin çoğunluğu şehir ve
kasabalardan gelmişti. Atandığımız köylerde istekle de olsa
geçici olarak görev yaptığımızı biliyorduk. Köy enstitüleri
ise farklıydı. Onlar tamamen köylerden gelmişlerdi. Nereden
geldiklerini, ne olduklarını ve ne yapacaklarını çok iyi
biliyorlardı. Çok yoksul bir kesimden gelmişlerdi; öğrenmenin ve
bilinçlenmenin kendilerine verdiği büyük gücü kavramışlar ve
edindikleri bilinci köylerine götürmeye adeta and içmişlerdi.
İnanılmaz bir heyecan içindeydiler. Biz de öyleydik ama onlar
bizden farklıydı.
Maaşım
38 liraydı. Bazen onu da alamazdık. Eskiden öğretmenler
maaşlarını Özel İdare’den alırlardı. Bağlı olduğumuz ilin
valisi çalışkansa hem sevinir hem üzülürdük. Vali çalışkansa,
yol, okul, sağlık ocağı v.s. gibi işlere yoğun olarak girişir,
bazı aylar bize maaş parası kalmazdı. Çocuklar, bu ay size az
maaş vereceğiz üstünü gelecek ay alırsınız denilerek 10 lira
aldığımız çok olmuştur. Bu durumlarda canımız sıkılmazdı.
Bilirdik ki, ya bir köye su götürülmüş ya da bir sağlık ocağı
açılmıştır; para bu nedenle kalmamıştır. İtiraz etmek,
sızlanmak gibi bir eğilim aklımıza bile gelmezdi; bunun için
kendimizi zorlamazdık, içimizden öyle gelirdi. Bize bu
aşılanmıştı.
Köy
enstitüsü çıkışlıların bizden en önemli farkı,
yaşayacakları köyde işlerine yarayacak hemen her şeyi öğrenmiş
olmalarıydı. Marangozluk, demircilik, dokumacılık, hayvancılık,
meyvecilik, inşaat ustalığı vb öğreniyorlardı. Biz,
diplomalarımızı alıp mecburi hizmetimiz nereye çıkarsa oraya
giderdik;, mezun olduğumuz okulla bir ilişkimiz kalmazdı. Köy
enstitüsü mezunlarının ise, nereye giderlerse gitsinler
okullarıyla ilişkileri kesilmezdi. Okul, onları sürekli izler,
çalışmalarında onlara yardım eder ve ihtiyaç duyduğu
eksiklikleri enstitüde imal edip gönderirdi.
Köy
enstitülerinin mecburi hizmet süresi bizden fazlaydı. Biz,
devletin bize bakıp okuttuğu sürenin birbuçuk katı kadar mecburi
hizmet yapardık. Ben, üç yıl okumuştum mecburi hizmetim
dörtbuçuk yıldı. Beş yıl okuyan bir köy enstitülünün
mecburi hizmeti ise yedibuçuk yıl değil, yirmi yıldı. Büyük
çoğunluğu bundan hiç şikayetçi değildi, aksine yirmi yılı
yapacakları işlerin bir garantisi gibi görür ve buna
sevinirlerdi.
Köy
enstitüleri, bence, sadece Türkiye için değil dünyanın birçok
başka ülkesi için de bulunmuş en mükemmel eğitim sistemidir.
Zaten pek çok ülke örnek almıştır. Amerikalı bir eğitimci köy
enstitüleri için, “Doğa’da
tan ağırıyor”
demiş. Eğer bu okullar sürseydi, Türkiye bugün çok farklı ve
ileri bir yerde olurdu. Bundan hiç kuşku duymuyorum. Bu okullara
nasıl kıydılar hala anlamış değilim.
Köy
enstitüleri açılmaya başladıktan sonra, bizim okullarda da iş
derslerini arttırdılar, enstitülerden esinlenen yeni eğitim
programları uyguladılar. Bu sayede, öğretmen okulu çıkışlılar
da, enstitüler kadar olmasa da birçok şey öğrendiler.
Köy
enstitülülerle yıllarca arkadaşlığım, dostluklarım oldu,
onlara öğretmenlik de yaptım. Onlarla hiçbir olumsuz olay
yaşamadım; önemli sayılabilecek bir kusurlarını görmedim. Çok
baskı altına alındılar ve sürekli soruşturuldular. Ancak,
gönderilen müfettişler soruşturmaya delil oluşturacak bir kusur
bulamıyorlardı. Çok çalışkan ve çok düzenliydiler.
Köy
enstitülüler, köye ve köylüye bizden daha yararlı oldular. Bu
çok doğaldı, çünkü onlar o yöreden geliyorlardı. Köylüyle
aynı dilden konuşuyor ve onlarla çok çabuk anlaşıyorlardı;
birbirlerine güvenmenin yollarını çabuk buluyorlardı. Görev
yaptıkları köylerde öyle etkili oldular ki köylü, muhtar ya da
imamı değil onları dinler hale geldi; bir fikir danışacak
olsalar eskiden imama, muhtara gidenler şimdi öğretmene geliyordu.
Bizim böyle bir etkinlik kurmamız elbette mümkün değildi.
*
Eğitimde
60 yılda gelinen noktanın ne olduğunu herhalde siz de en az benim
kadar bilirsiniz. Sınav yarışları, kurslar, dershaneler, geçim
zorlukları, herşeyin parayla ölçülmesi, duyarsızlıklar hep
yaşadığımız şeyler değil mi? Türk köylüsü, eğitime ve
öğretmene çok önem verir. Kahveye girsem benden büyük, babam
dedem yaşında insanlar saygıdan ayağa kalkarlardı; utanırdım.
60 yılda ileri değil geri gittik. Cumhuriyet, suyun akışını
halktan yana çevirmişti; geriliklerin, cehaletin üzerine
gidiliyordu. Bugün ise iş tersine dönmüş, su yine eskisi gibi
akıyor.
Yalnızca
eğitim alanında değil her alanda bir bozulma yaşanıyor. O zaman
Türkiye’yi yönetenler, imkansızlıklara rağmen olaylara ve
gelişmelere hakimdiler. Bir hedef vardı ve o hedefe doğru planlı
programlı bir biçimde ilerliyorduk. Mesela, bir insan bir yerden
başka bir yere gidip yerleşmek istese, devlet bunu bilir ve
insanları şu ya da bu biçimde yönlendirirdi. Bir yerden bir yere
hayvan dahi götürsen ilmühaber almak zorundaydınız. İsteyen
istediği yere gidip burası çok güzelmiş deyip yerleşsin ve
bundan kimsenin haberi olmasın, mümkün değildi. Devlet bütün
Anadolu’ya hakimdi. Bunu nasıl başardıklarına şaşardım, hala
da şaşıyorum, bana imkansız gibi geliyor. Birinin danası komşu
köye kaçsa, köylüler danayı hemen haber verir ve ilmühaber
almadan sahibine vermezdi. O zaman, bu günün teknik araçları da
yok, telefon yetersiz, yol ve araç yok, birçok yere at ve katırla
gidiliyor, imkansız gibi bir şey ama o zamanın yöneticileri
bunları başarıyorlardı. İsmet
Paşa’nın
bir sözü vardır: “Hayatta
en muzur adam, ehliyetsiz olduğu halde selahiyet (yetki) sahibi olan
adamdır”
der. Yetişmiş adam çok az olmasına rağmen o zamanlar böyle
“muzır”
adamlar, devlette etkili yerlere gelemezlerdi.
Metin Aydoğan:Yetersiz
insanların yetki sahibi yapılarak görevlendirilmesi, gerçekten
önemli bir sorun. Atatürk
döneminde bundan özenle kaçınılmıştı. Özellikle 2.Dünya
Savaşı’nın bitiminden sonra yönetim kadrolarında bir bozulma
yaşandı. 1945 yılında çıkarılan hiçbir zaman uygulanmayan
“çiftçiyi
topraklandırma yasası”
öğretmene, ağaya karşı tutuklama dahil birçok yetki veriyordu.
Ancak daha sonra tam tersi oldu. Öğretmenlere baskı yapıldı,
eğitim düzeni bozuldu. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz?
Necdet
Eroğlu:Söylediklenize
katılıyorum. Örneğini verdiğiniz gibi “Çiftçiyi
Topraklandırma Kanunu”
çıkarıldı ama hiç uygulanmadı. Çıkaran da uygulamayan da aynı
yönetim. Uygulanmayacaksa neden çıkarıldı hala anlamış
değilim. “Köy
Teşkilat Kanunu”,
gibi uygulanan ve başarılı sonuçlar alınan kanunları da
sonradan ya kaldırdılar ya da uygulamadılar. “Köy
Teşkilat Kanunu’nda”
afedersiniz, sadece tuvalete şu saatte git dememiş. Her şey
gerçeğe ve ilerlemeye uygun olarak düzenlenmiş; neyin nasıl
olacağını ve nasıl işleyeceğini yasayla belirlemiş. Bunu
yapmazsanız kalkınmanız mümkün değildir. Yasa hükümleri
halkın ihtiyaçlarına ve gelişme isteğine o kadar uygun ki, halk
bağlayıcı hükümler getirmesine rağmen çıkarılan yasalardan
hiç rahatsızlık duymamıştır. O zamanlar öğretmen köylüye
bir şey söylediğinde, köylü öğretmenin kendi fikirlerini değil
yasa hükümlerini anlattığını ve kendi haklarını gözettiğini
bilirdi. Türk köylüsü, öğretmenin arkasında Ankara’nın ve
Atatürk’ün
olduğunu ve Atatürk’ün
köylüye önem verdiğini çok iyi anlamıştır. Dikkat ederseniz
köylü 1925’te fesi çıkararak giydiği kasketi hâlâ kafasında
taşımaktadır.
1949
yılında bir İller
Kanunu
çıkardılar. Belki duymuş ya da incelemişsinizdir. Biz o acı
günleri yaşadık. “Bir
öğretmen, bir sağlık memuru atayamayan valiye vali ’mi denir”
diye bir kampanya başlatıldı. Neymiş merkeziyetçilikten
kurtulunacakmış, vali işleri yerinden halledecekmiş. Dikkat
ediniz aynı şeyler şimdi de söyleniyor, yerinden yönetim, vali
ve belediyelerin yetkilerinin arttırılması falan gibi. O yıllarda
adeta öğretmen aleyhinde bir hava estirildi. Öğretmenler olarak
bizim önce şevkimizi kırdılar sonra hırpalamaya başladılar.
Valilere, milletvekillerine, hepinizi öğretmenler yetiştirmedi mi
dedik ama dinleyen olmadı. Öğretmeni aşağıladılar, öğretmenin
yetkileri, adı, kimliği ve toplum için önemi kayboldu; ocak-bucak
başkanlarının oyuncağı haline geldi. Öğretmen tayinleri siyasi
etkinlik aracı haline getirildi. Liyakat ve yeterlilik bir kenara
bırakıldı. Eskiden böyle miydi? Özellikle terfi edecek ya da
yönetici yapılacak öğretmenler kaç türlü müfettiş
incelemesinden geçer, yukarıya doğru öyle yükselirdi.
Cumhuriyetle
birlikte sağlam bir milli eğitim düzeni kurulmuştu. Daha iyiye ve
daha ileriye gitmek için sürekli tartışılır, araştırılır ve
uygulamalar yapılırdı. Bölgesel özellikler, eğitime alınacak
çocukların sosyal özellikleri, çocuğun zeka yapısı tesbit
edilir, programların verdiği bilgi ağırlığı geniş katılımlı
Maarif Şuralarında tartışılırdı. O dönemdeki tartışmalar
içinde çok değerli eğitimciler ortaya çıktı, bilgili ve
inançlı eğitim önderleri yetişti. Ancak, bu kadrolar daha sonra
etkin görevlerden uzaklaştırıldılar. Bilgi ve inançlarını
vatan hizmetine yeterince verememenin üzüntüsünü ömür boyu
yaşayan bu değerli insanların, teker teker ölüm haberlerini
alıyorum. Her ölüm haberi bana, yapılamamış işlerin,
düzeltilememiş yanlışların ve eğitilmemiş insanların acısını
verir. Elbette hepimiz öleceğiz. önemli olan, edindiğimiz bilgi
ve tecrübeyi tam olarak ve sonuna kadar ülke yararına
kullanabilmek değil midir? Bunun yapılamaması, yapılmasının
önlenmesi insana acı vermez mi?
Metin Aydoğan:
Verdiğiniz bilgiler için teşekkür ediyor size sağlıklı günler
diliyorum.
Necdet
Eroğlu:
Ben size teşekkür ederim. Sağ olun.
Ekim-2000-İZMİR
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder