Vahdettin,
ulus vicdanını gerçek anlamda rahatsız eden ağır suçlar
işlemişti. Anadolu’da ordu yoksulluk içinde savaşırken;
kadınlar, yaşlılar, çocuklar ölüm dahil her türlü eziyeti
göze alıp ateş hatlarına silah götürürken; İstanbul’da, “en
sıradan hamal bile özgürlüğün temeline bir taş koymak için
yaşamını tehlikeye atmaktan çekinmezken”;
Padişah, tüm ulusun kutsal saydığı bu savaşa katılmamış, tam
tersi her türlü karanlık oyun içinde düşmanla işbirliği
yapmıştı. Tüm ulus, bağımsızlığı için “kendini
feda ederken”,
o ülkeyi işgal edenlerle anlaşmıştı. Kendi ulusunun başarısını
değil, onu yok etmeye gelenlerin başarısını diliyordu.
Düzenlediği iç isyanlarla kardeş kanı akıtmış, Kurtuluş
Savaşı
önderlerini idama mahkum etmişti.
Kaçış
Osmanlı
İmparatorluğu’nun son padişahı VI.Mehmet
(Vahdettin), 16 Kasım 1922 öğleden sonra, Saray hizmetlilerine o
geceyi Tören
Köşkü’nde
geçireceğini bildirdi. II.Abdülhamit
tarafından Alman İmparatoru II.Giyyom’u
ağırlamak için 1889’da Yıldız
Sarayı’na
bağlı olarak yaptırılan bu bölüm, ivedi olarak ısıtıldı ve
Vahdettin
akşam Köşk’e
geçti.
Görevliler,
durumu olağan karşılamış, Büyük Millet Meclisi kararıyla
tahttan uzaklaştırılan Padişah’ın, bundan böyle Tören
Köşkü’nde
yaşayacağını sanmıştı. Oysa, gerçek durum başkaydı. Devrik
Padişah Köşk’e
yerleşmek için değil, İngilizlere sığınarak ülkeden kaçmak
için geliyordu.
Davranışı,
önceden tasarlanmış ve bir plana bağlanmıştı. Altı yaşındaki
oğlu Şehzade Ertuğrul,
altı danışmanı, hekimi, iki harem ağası ve kendisi toplam on
bir kişiydiler. Mücevherler, değerli taşlar, içinde altın olan
saray eşyaları, Vahdettin’in
“dikkatli
gözetimi altında”,
özenle sandıklara yerleştirilmişti.
17
Kasım sabahı saat 6’da, ortalık henüz tam ağarmamışken,
küçük topluluk Köşk’ten
ayrıldı. Dışarda, üzerinde kızılhaç işareti bulunan iki
otomobil ve çevresinde İngiliz subay ve erleri bekliyordu. Küçük
bir askeri birlik otomobilleri izledi. Bardaktan boşanırcasına
yağmur yağıyordu. İngilizler yoğun yağmura karşın, gidilen
yol boyunca, sözümona “yürüyüş
ve silahlı talim için”
toplanmıştı.
Gerçekte
bu düzenleme, Padişah’ın güvenliğini sağlamaya yönelik,
biraz da gülünç kaçan bir önlemdi. Arabalar, Dolmabahçe
Sarayı’nın
önünde durdu. İngiliz İşgal Güçleri Komutanı General Sir
Charles
Harrington
ve kurmayları tarafından karşılanan “kaçaklar
topluluğu”,
Boğaz’da bekleyen Malaya
zırhlısına gitmek üzere motorlara bindiler. On dakika sonra son
Osmanlı Hükümdarı, ülkeden kaçmak için İngiliz donanmasının
en büyük savaş gemilerinden birinin merdivenlerini çıkıyordu.
Bu
çıkış, egemenlik gücünü yitirmiş yeteneksiz bir hükümdarın,
yalnızca can
kaygısıyla
giriştiği kişisel bir eylem değil, onunla birlikte ve kuşkusuz
daha önemli olarak; Avrupa’yı 500 yıl etkisi altına alarak
dünya siyasetine yön vermiş büyük bir imparatorluğun çöküşünü
noktalayan üzünçlü
(dramatik)
bir tarih olayıydı. Osmanlı ülkesinin hükümdarı, dünya
Müslümanlarının dini
önderi,
Hıristiyan bir devlete sığınarak ülkesinden kaçıyordu. Böyle
bir durum, 1400 yıllık İslam tarihinde ilk kez oluyor;
“Peygamber’in
temsilcisi gâvurlara sığınıyordu.”1
Kaçışın
Etkisi
Vahdettin’in
kaçışı, Ankara için, yenileşme önündeki önemli bir engeli
kendiliğinden ortadan kaldıran “uygun”
bir çözüm oldu. “Tutuklayıp
sürgüne göndermek gibi hoş olmayan”
bir girişime gerek kalmamış, Padişah kendi isteğiyle, üstelik
“düşmanın
yardımıyla”
kaçmıştı. İslam dünyasındaki saygınlığı bir anda yok
olmuş, “haksızlığa
uğramış gibi görünme”
şansını tümüyle yitirmişti. O artık, Müslümanların
“nefretle
andığı”
sıradan bir sürgündü.2
Kaçışı,
tüm ülkede çok sert söylemlerle kınandı. Çözülüp dağılmış
olsa da büyük bir tarihe sahip koskoca bir imparatorluğun son
temsilcisi, imparatorluğu parçalayan devletin işgalci ordusuna
sığınarak kaçmıştı. Konumuna hiç yakışmayan bu girişimi,
kendisini, Yunan Ordusu’na sığınan Çerkez
Ethem’in
düzeyine düşürmüştü. Atatürk
Nutuk’ta
ondan, “canını
kendi milleti içinde tehlikede görerek, bir yabancının himayesine
giren”
ve bu davranışıyla “onuru
yüksek soylu bir milleti utançlı duruma düşüren alçak”
diye söz edecektir.3
Kaçış olayı için şunları söylemişti: “Vahdettin
gibi hürriyet ve yaşamını milleti içinde tehlikede görecek
kadar adi bir mahlûkun, bir dakika bile olsa, bir milletin başında
olduğunu düşünmek ne hazindir. Şuna sevinebiliriz ki bu alçak,
soyundan gelen saltanat makamından, millet tarafından atıldıktan
sonra, adiliğini
(denaet)
tamamlamış
bulunuyor... Biz Türkler, bütün tarihimiz boyunca, özgürlüğe
ve bağımsızlığa simge olmuş bir milletiz. Değersiz yaşamlarını
iki buçuk gün daha, alçakçasına sürükleyebilmek için her
türlü düşkünlüğü gösteren halifeler oyununu da ortadan
kaldırabileceğimizi gösterdik.”4
Akılcı
Tutum
Vahdettin’in
kaçışı, ‘kendiliğinden’ gelişen bir olaydı ancak
‘kendiliğindenlik’ gerçekte Ankara’nın sabırla sürdürdüğü
akılcı bir siyasetin yönlendirilmesiyle elde edilen bir sonuçtu.
Saltanatın kaldırılmasını amaçlayan demokratik düşünce,
herhangi bir eyleme başvurmadan, Padişahı kaçmak zorunda
bırakmıştı.
İşbirlikçiliği
ve ihaneti açıkken, Kurtuluş
Savaşı,
o günkü koşullar gereği, “Padişahın
ve Saltanatın tutsaklıktan kurtarılması”
söylemiyle yürütülmüştür. Ancak, Saltanatın kaldırılmasına
o günden karar vermişti.
Ancak
altı yüz yıllık bir yönetimin toplum yaşamında yarattığı
alışkanlıklar, böylesi bir girişimi o günlerde
gerçekleştirilmesi güç ve çekinceli (tehlikeli) bir eylem
durumuna getiriyordu. Toplumsal yapıyı gözeterek saptadığı
gerçekçi politika, halkın padişahın gerçek yüzünü yaşayarak
görmesini sağladı.
Ulus
Vicdanı
Vahdettin,
ulus duyuncunu (vicdanını) gerçek anlamda rahatsız eden ağır
suçlar içinden geliyordu. Anadolu’da ordu yoksulluk içinde
savaşırken; kadınlar, yaşlılar, çocuklar ölüm dahil her türlü
eziyeti göze alıp ateş hatlarına silah götürürken;
İstanbul’da, “en
sıradan hamal bile özgürlüğün temeline bir taş koymak için
yaşamını tehlikeye atmaktan çekinmezken”5;
Padişah, tüm ulusun kutsal saydığı bu savaşa katılmamış, tam
tersi her türlü karanlık oyun içinde düşmanla işbirliği
yapmıştı. Tüm ulus, bağımsızlığı için “kendini
feda ederken”,
o ülkeyi işgal edenlerle anlaşmıştı. Kendi ulusunun başarısını
değil, onu yok etmeye gelenlerin başarısını diliyordu.
Düzenlediği iç isyanlarla kardeş kanı akıtmış, Kurtuluş
Savaşı
önderlerini idama mahkum etmişti.
Bunları
yapan; “milletine,
kanına, ırkına ihanet eden tüm Osmanlıların İmparatoru, tüm
müminlerin emiri,
halifesi,
Tanrı’nın
dünyadaki gölgesi, Mekke, Medine ve Kudüs’ün hadimi, Osmanlı
hanedanının 37.hükümdarı; zayıf, beli bükük, esmer, korkak
bakışlı bir ihtiyar”6
olan Vahdettin’di.
Şimdi düşmana sığınarak gizlice kaçıyor, kaçarken de
İngilizlerin isteği üzerine, Türkiye’yi, Hindistan başta olmak
üzere, dünya Müslümanlarına şikayet etmeyi ihmal etmiyordu.
Dağıtmak
ve yaymakla görevlendirdiği Şeyhülislam Sabri
Bey’e
imzalayıp verdiği metinde; “Müslümanlar,
ben 380 milyon Müslümanın Halifesiyim. Ne varki Anadolu’daki
sekiz milyon dindaşınızın kutsal ilkeleri hiçe sayan şimdiki
yöneticileri, kişisel çıkarları için beni, atalarımdan kalan
Osmanlı tahtından uzaklaştırıp Halife sıfatımı elimden
alarak, İslamın kutsallığına kastettiler”
diyordu.7
Bu davranışıyla, aslında Ankara’da yeni devletin kurucuları
üzerindeki önemli bir yükü kendiliğinden kaldırmış oluyordu.
Saltanat adına karşıtçılık yapanlar, artık sonsuza dek bu
silahı kullanamayacaktı.
Karşıtçılar
Cephesi
Vahdettin’in
kaçışına dek yaşanan olaylar, Mustafa
Kemal
için, sıkıntılar ve kimi zaman çekincelerle örülmüş bir dizi
gelişmeyi içeriyordu. Padişah’ın Kurtuluş
Savaşı’na
karşı yürüttüğü politikaya karşın, çıkarları saltanatın
sürdürülmesine bağlı, sayısı az etkisi çok tutucular cephesi,
düzeysiz karşıtçılıklarını, “altı
yüz yıllık saltanatın korunması”
üzerine oturtmuştu. Saltanata
bağlılık geleneklere bağlılıkla
bir tutuluyor, bu tutum başarıyla siyasi yaymaca (propaganda) aracı
durumuna getiriliyordu.
Saltanatın
kaldırılmasına karşı çıkan, tutucu kitlenin genişliği tam
olarak bilinmiyor, gerçek gücü saptanamıyordu. Ancak, yaşanan
bir gerçek vardı ki, bu gerçek karşıtçılığın gücü
hakkında bir fikir veriyordu.
Kurtuluş
Savaşı’na
katılan ve ordudaki üst düzey görevleri süren kimi komutanlar,
geleceğini duyumsadıkları (hissettikleri) devrimci atılımlardan
korkmuş, ilk girişim olarak saltanatın kaldırılmasına onay
vermek istemiyordu. Devlet kurumlarında, Meclis içinde ve yaygın
örgüt ağına sahip tarikat çevrelerinde, güçlü bir karşıtçılık
vardı. Buralarda; Mustafa
Kemal’in
saltanatı kaldırarak baskıcı bir yönetim kuracağı, “diktatör
olacağı”
ve halkın değerlerine saygı göstermeyeceği yönünde etkili bir
yaymaca yürütülüyordu.
Silah
Arkadaşları Karşı Çıkıyor
Böyle
bir ortamda, Başbakan Rauf
(Orbay)
Bey,
12 Ekim 1922’de Refet
(Bele)
Paşa,
Ali
Fuat (Cebesoy)
Paşa
ve Mustafa
Kemal Paşa’yı,
Refet
Paşa’nın
Keçiören’deki evinde bir toplantıya çağırdı. Rauf
Bey
toplantıda; Meclis’in, “Saltanatın
ve belki de Hilafetin”
ortadan kaldırılacağı söylentisi nedeniyle kaygı ve üzüntü
içinde olduğunu, “gelecekte
yapacaklarından kuşku duyduğunu”,
bu nedenle kamuoyuna bu tür söylentilerin doğru olmadığını
bildiren bir açıklama yapılması gerektiğini söyledi.8
Mustafa
Kemal,
bu sözler üzerine, Kurtuluş Savaş’ındaki bu en yakın üç
arkadaşına, ayrı ayrı, padişahlık ve halifelik konusundaki
düşüncelerini sordu. Aldığı yanıtlar, daha işin başında
karşılaşacağı güçlüklerin çetinliğini ortaya koyuyordu.
Rauf
Bey
soruya şu yanıtı verir: “Ben
saltanat makamına ve hilafete duyunç ve duygu bakımından
bağlıyım. Çünkü benim babam padişahın ekmeğiyle yetişmiş,
Osmanlı Devleti’nin ileri gelen adamları arasına geçmiştir.
Benim kanımda o ekmeğin kırıntıları vardır. Ben nankör
değilim ve olamam, Padişaha bağlı kalmak borcumdur. Halifeye
bağlılık ise terbiyem gereğidir.”9
Mustafa
Kemal,
kendine en yakın gördüğü komutanlardan böyle bir tutum
beklemiyordu. Vahdettin,
kendisi gibi bu üç savaş arkadaşını da idama mahkum ettirmiş,
Rauf
Bey’in
Malta’ya sürülmesine onay vermişti. Refet
ve Ali
Fuat Paşalar,
Padişaha bağlı iç ayaklanmaların yükünü çekmiş
komutanlardı.
TBMM,
20 Ocak 1921’de kabul ettiği Anayasa’da “Egemenlik
kayıtsız şartsız milletindir. Yönetim biçimi, halkın, kendi
geleceğini bizzat ve eylemsel olarak yönetmesi esasına dayanır”
diyerek10,
Saltanatı yönetim düzeni dışına zaten çıkarmıştı. Bütün
bunlara karşın, en yakınında bulunan insanlar şimdi, Padişahı
koruyan bir tutum içine giriyordu.
Bu
durum, zafer
sonrasında bilinçsizlik nedeniyle ve bir kesimde yaygın olan,
geleceğe yönelik amaçsızlığın doğal sonucuydu. Ne yaptığını
ve neler yapacağını bilen yalnızca oydu. Batıyla birliktelik
isteyen mandacılar, eski düzeni aynısıyla korumak isteyen
tutucular, geçmişten gelen alışkanlıklarını aşamayan
komutanlar ve yaşadığı koşulları kavrayamayan ‘aydınlar’,
ortalıkta dolaşıyor, ne anlama geldiğini tam olarak kendilerinin
de bilmediği öneriler yapıyor, görüşler ileri sürüyordu.
Mustafa
Kemal’e,
padişah ve halife olmasını önerenler bile vardı. Kurtuluş
Savaşı’nın
sağladığı amaç birliği, savaşın bitmesiyle bir anda dağılmış,
belirsizliklerle dolu, karışık bir siyasi ortam oluşmuştu.
Halkın sevinciyle, yönetimi ele geçirme hırsı peşindeki
çıkarcıların hesapları iç içe girmişti.
Geleceği
Kim Belirleyecek
Zafer’e
karşın Türkiye’nin geleceği belirsizdi. İçerde ve dışarda,
sonucu merak edilen ana sorun, Türkiye’nin geleceğini kimin
belirleyeceğiydi. Bağımsızlıkta
kararlı Kemalist devrimciler mi, Batıyla uzlaşmaya hazır eski
düzen yanlıları mı egemen olacaktı?
Hemen
her yerde, “görevleri
sanki, Saltanat ve Hilafeti koruyup güçlendirmek olan”11
insanlar ortaya çıkıyordu. “Kurtuluş
Savaşı’nın ortak ölüm-kalım çekincesi karşısında birleşen
ve o günkü koşullar içinde adeta ihtilalci bir hava taşıyan
ortak ruh hali”12,
yerini şimdi; inançsal ayrılıkların, kişisel ya da kümesel
(grupsal) çıkarların etkisi altında, çatışma olasılığı
yüksek karşıtlıklara bırakmıştı. Bu karşıtlık kısa süre
içinde o denli sertleşmişti ki, Meclis’te, “Yunanlılar’dan
kurtulduk, bakalım Mustafa Kemal’den nasıl kurtulacağız?”
diyebilen milletvekilleri ortaya çıkmıştı.13
Bilinç
ve Kararlılık
Saltanat
ve Hilafeti kaldırmaya çok önce karar vermişti. Uzun süre
kendinde saklı tuttuğu bu kararını, örneğin Mahzar
Müfit’e
(Kansu) Erzurum Kongresi’nin son günü (7 Ağustos 1919)
açıklamış, üstelik kimseye göstermemesi koşuluyla not
ettirmişti.14
Meclis’te
yaptığı pek çok konuşmada, egemenliğin yalnızca ulusa ait
olduğunu, hiçbir güçle paylaşılmayacağını kerelerce
yinelemişti. Halk yönetimindeki kalıcılığın, bu iki kurumun
kaldırılmasıyla başarılabileceğini biliyor bu işe girişmek
için uygun zamanın gelmesini bekliyordu.
Zafer
sonrasında oluşan ve bilinmezliklerle yüklü, duyarlı
bir denge
ya da sessiz
bir dengesizlik
yaşanıyordu. Halkın kendisine duyduğu güven ve sevgiden başka
hiçbir şeyden emin değildi. Girişeceği atılımlarda, halk
dışında kimlerden ne kadar destek alacağı, örgütlü
karşıtçılığın gücü ve etkisinin ne olacağı bilinmiyordu.
Eylemde
Ustalık
Saltanatı
kaldırmak için, önünde iki taktiksel seçenek vardı. “Ya
uygun koşulların oluşmasını bekleyecek, ya da koşulları
kendisi yaratacaktı.”15
Genel
tutumuna uygun olarak, her iki seçeneği birlikte kullandı ve
olayların da yardımıyla “harekete
geçeceği koşulları”
umduğundan önce elde etti. Bu olanağı ona, ilginçtir, yıllarca
savaşım verdiği İngilizlerin siyasi öngörüsüzlüğü verdi.
İngiltere,
16 Ekim 1922’de Vahdettin’e
bir yazı göndererek, barış koşullarını görüşmek üzere
Lozan’a
bir kurul göndermesini ve yaptıkları çağrıyı Ankara’daki
Meclis’e iletmesini istedi.
Çağrının
biçim ve içeriği, Saltanatın korunmasını isteyen İngilizler
için, Armstrong’un
söylemiyle; “düşüncesizce
yapılmış vahim bir hataydı”16
ve bu girişim; “tam
zamanında yapılmış bir beceriksizlik, ustaca yararlanılacak bir
davet ve monarşiye karşı onu devirmek için kullanılacak bir
silahtı.”17
İngiltere
yaptığı resmi davetle, Vahdettin’i
hala Türkiye’nin meşru temsilcisi olarak görüyor, zafer
kazanmış Ankara’ya ona bağlı birim gibi davranıyordu. Bu
davranış, ülkede ve Meclis’te büyük bir öfkenin doğmasına
yol açtı. Siyasi hava bir anda değişti. Vahdettin,
İngilizler ve Yunanlılar’ın yanında yer alan bir vatan
hainiydi; o ve ona çağrı yapan Lloyd
Geoerge,
Türk ulusunun düşmanıydı; TBMM, Türkiye’nin tek meşru
temsilcisiydi... Artık bunlar konuşuluyordu.
Padişahçılar
sokağa çıkamaz olmuştu. Meclis hemen toplanmış, milletvekilleri
Vahdettin
karşıtı
ateşli konuşmalar yapıyordu. “İstanbul
Hükümeti de kim oluyordu. Modası geçmiş yaşlı budala Sadrazam
Tevfik Paşa, çağrıyı imzalama yetkisini kimden almıştı?
Bunlar Türkiye’yi kurtarmak için ne yapmıştı?”18
İstanbul’da, “hükümet
adını ve kimliğini takınan kişilerin”
Türkiye’yi temsil etmek bir yana, “Vatan
Hainliği Yasası’na göre cezalandırılması” gerekiyordu.19
Meclis’e böyle önergeler veriliyordu.
Uygun
Zaman
Uygun
zaman gelmişti ve hemen eyleme geçmek gerekiyordu. Birşey
yapılmazsa, kendiliğinden oluşan olumlu hava dağılabilir ve
girişim en azından bir süre, yapılamaz duruma gelebilirdi.
Saltanatın kaldırılmasını başarmak, oluşan uygun havaya karşın
hala çekinceli ve güç bir işti. Yapılacak değişiklik, yönetim
sorunuyla sınırlı kalmayan ve padişahın aynı zamanda halife
olması nedeniyle dinsel boyutu olan duyarlı bir konuydu.
Gösterilen
anlık tepki, esas olarak, Saltanat
Makamına
değil, Vahdettin’in
kişisel ihanetineydi. Vahdettin’e
duyulan öfke, doğru yere, yani Saltanata
yönlendirilmeli
ancak Hilafet
şimdilik bunun dışında tutulmalıydı. Hilafete
karşı bir hareket, halkın din duygularını incitebilir, yeni ve
önemli sorunlar yaratabilirdi. Türkiye, çok duyarlı bir kavşak
noktasındaydı; toplumsal denge, en küçük bir yanlış davranışla
bozulabilecek durumdaydı.
Saltanat
Kaldırılıyor
30
Ekim’de Meclis Başkanlığı’na, 80 imzalı bir önerge verildi.
Onun da imzaladığı önergede, “Osmanlı
İmparatorluğu’nun artık yıkıldığı, yeni bir Türk
devletinin doğduğu, Anayasal düzen ile egemenlik haklarının
ulusa ait olduğu”
söyleniyor20,
bunun kabul edilmesi isteniyordu. Mustafa
Kemal
ertesi gün, 31 Ekim’de, Müdafaa-i
Hukuk Kümesi’nde
konuştu ve Saltanatla Hilafetin
birbirinden ayrılmasını istedi, isteğinin hukuksal ve dinsel
dayanaklarını açıkladı. Bir gün içinde ard arda gelen
kararlar, karşıtçıları hazırlıksız yakalamış, ortak bir
karar oluşturmalarına fırsat vermemişti. Önergeler,
birleştirilerek birlikte görüşme isteğiyle; Anayasa, Din İşleri
ve Adalet Komisyonlarına gönderildi.
Bir
gün sonra, 1 Kasım 1922’de, Meclis’te; yönetim biçimleriyle
din ilişkilerini ele alan, geniş kapsamlı etkili bir konuşma
yaptı ve komisyonların toplantı durumunda olduğu salona geçti.
Üyeler sonuç vermeyeceği açıkça belli olan kısır
tartışmalarla, karar vermeyi bilerek uzatıyordu. Tartışmaları,
uzunca bir süre, “komisyon
odasının bir köşesinden”
izledi. Daha sonra söz aldı ve “önündeki
sıranın üzerine çıkarak”
ünlü konuşmayı yaptı: “Egemenlik
ve Saltanat, hiç kimse tarafından hiç kimseye, bilim gereğidir
diye görüşmeyle, tartışmayla verilmez. Egemenlik ve saltanat;
kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları, Türk ulusunun
egemenlik ve saltanatına zorla el koymuşlar;
bu
zorbalığı (tasallutu), altı yüzyıldan beri sürdürmüşlerdir.
Şimdi de, Türk ulusu bu
saldırganlara,
artık yeter diyerek ve bunlara karşı ayaklanarak egemenlik ve
saltanatını,
eylemsel
olarak eline almış bulunuyor. Bu bir olup bittidir
(emr-i
vaki).
Sözkonusu
olan, ulusa saltanatını bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız
değildir. Sorun, zaten gerçekleşmiş bir olayı açıklamaktan
ibarettir. Bu, kesinlikle
yapılacaktır.
Burada toplananlar, Meclis ve herkes sorunu doğal bulursa, sanırım
iyi olacaktır. Aksi durumda, yine gerçek, yöntemine göre ifade
olunacaktır; ancak, belki bir takım kafalar kesilecektir. İşin
bilimsel yönüne gelince, hoca efendilerin merak ve endişe
etmelerine gerek yoktur. Bu konuda bilimsel açıklamalarda
bulunabilirim.”21
Daha
sonra; bilimsel değeri olan, yorum ve kanıtlarla; yönetim sorunu
ve yönetim biçimleriyle ilgili, İslam hukukuna dayanan geniş
açıklamalarda bulundu. Peygamber hadislerinden ve İslamiyetin
yayılma dönemindeki uygulamalardan örnekler verdi. Bilgisi derin,
savları somut, konuşması güçlüydü.
Komisyon
üyelerinin hemen tümü etkilenmişlerdi. Eksikliklerini gördüler
ve bunu açıkça dile getirdiler. Ankara Milletvekili Hoca
Mustafa Efendi,
“affedersiniz
efendim; biz sorunu başka bakımdan
(nokta-i nazardan) ele
almıştık; açıklamalarınızla aydınlandık”
dedi ve konu Karma Komisyonca bir çözüme bağlandı.
Aynı
gün Meclis Genel Kurulu’na getirilen tasarı oybirliğiyle kabul
edildi. Yalnızca bir kişinin “ben
karşıyım”
sesi, “oylamaya
geçilmiştir söz yok”
sesleri içinde kayboldu ve Büyük Millet Meclisi, 623 yıllık
Osmanlı Saltanatına, 1 Kasım 1922’de son verdi.
DİPNOTLAR
- “Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu” Paul Gentizon, Bilgi Yay., 2.Basım, Ank.-1994, sf.37-38
- “Atatürk” Lord Kinross, Altın Kit., 12.Baskı, İst.-1994, sf. 414
- “Nutuk” Mustafa Kemal Atatürk, II.Cilt, TTK, 4.Baskı-1999, sf. 924
- a.g.e., II.Cilt, sf.924
- “Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu” Paul Gentizon, Bilgi Yay., 2.Baskı, Ank.-1994, sf.20
- a.g.e. sf.20
- Journal des Debats (Paris), 19.11.1922; ak. Bilal Şimşir, “Dış Basında Laik Cumhuriyetin Doğuşu” Bilgi Yay., Ank.-1999, sf.55
- “Nutuk” M.K.Atatürk, II.Cilt, TTK, 4.Baskı-1999, sf.911
- a.g.e. sf.913
- “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1983, sf.49
- “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1983, sf.49
- a.g.e. sf.49
- “Çankaya” F.R.Atay, Bateş A.Ş., İstanbul-1980, sf.314
- “Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber” Mazhar Müfit Kansu, 1.Cilt, TTK Yay., 3.Baskı, Ank.-1988, sf.127-128
- “Bozkurt” H.C.Armstrong, Arba Yay., İst.-1996, sf.157
- a.g.e. sf.157
- “Mustafa Kemal” Prof.Paul Dumont, Kültür Bak.Yay., Ank.-1994, sf.99
- “Bozkurt” H.C.Armstrong, Arba Yay., İst.-1996, sf.157
- “Nutuk” M.K.Atatürk, II.Cilt, TTK, 4.Baskı, Ank.-1999, sf.919
- “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1983, sf.56
- “Nutuk” M.K.Atatürk, II.Cilt, TTK, 4.Baskı, Ank.-1999, sf.921
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder