Yabancı
hayranlığına dayanan yüzelli yıllık yabancılaşma birikimi,
işbirlikçiliğin yaşam kaynağıdır ancak işbirlikçilik bugün
hayranlığın çok ötesine geçmiş, emperyalist politikanın
önemli bir parçası durumuna gelmiştir. Büyük devlet ölçütlerine
göre seçilen ve ülkelerinde etkin görevlere getirilecek
işbirlikçi adayları, devlet fonlarıyla beslenen kurumlarda
eğitilmekte ve ülkelerine gönderilmektedir. Bu durumu büyük
devlet yetkilileri açıklamaktadır.
“Yerli
Misyonerler”
Fransa
Maliye Bakanlığı Müşaviri ve Osmanlı Devleti’nden alacağı
olan devletlerin Hesap Komisyonu Başkanı Daniel
Ducoste
1889 yılında şunları söylüyordu: “Şimdi
Türkler hızla borçlanmaktadırlar. Ancak yirmibeş yıl sonra
Osmanlı toplumunda borçlanmaya karşı muhalif unsurlar ortaya
çıkacaktır. İşte o zaman gerek alacaklarımız ve gerekse
bunların faizleri tehlikeye düşecektir. Bu nedenle Osmanlı
Devletinin maliyesi, ekonomisi ve servetleri üzerindeki
çıkarlarımızı koruyabilecek Türk yöneticilere ihtiyacımız
var. Ben, bu ‘yerli misyonerlerin’, bizden ve yapacağımız
siyasi baskılardan çok daha yararlı olacağı kanısındayım.
Bunlar, Türk halkına kendi dilleri, kendi ikna yöntemleri ile
yaklaşma olanaklarına sahiptirler. Bu ‘yerli misyonerler’
alacaklarımızın, bir ya da birkaç yüzyıl teminat unsurlarının
en önemlilerinden biri olacaktır.”1
Daniel
Ducoste’nin
19.yüzyılda yaptığı bu saptama, işbirlikçiliğin manifestosu
gibidir. “Yerli
misyonerler”,
Türkiye’yi Atatürk Dönemi dışında yüz yılı aşkın süre
yönetmiş ve yabancı çıkarların “teminat
unsuru”
olarak çalışmıştır.
İşbirlikçiliğin
İlk Adımı; Yabancı Hayranlığı
Gelişmiş
ülkelere hayranlık, kökleri geçmişe dayanan eski bir geri kalmış
ülke alışkanlığıdır. Tanzimat
Fermanı’nın
ortaya çıktığı 19.yüzyıl ortalarında, yüzyıllar süren
saray politikalarıyla toplumun kültürel kaynakları o denli
kurutulmuş, eğitim o denli ilkelleştirilmişti ki, ulusal kimliğin
beyni olacak aydınlar ortaya çıkmıyordu.
Olayları
ve gelişmeleri gerçek boyutuyla ele alıp irdeleyecek siyasi kadro
yoktu. Kolaycılıkla birleşen boyun eğici ve öykünmeci
(taklitçi) eğilimler yaygınlaşıyor, özgüvenden yoksun ve
kişiliksiz “aydınlar”
ortaya çıkıyordu. Tanzimat
kararlarını, “bir
anayasa çıkışı”
olarak ele alıp kendilerini “medeni Batı dünyasıyla”
bütünleşmeye yönlendirmiş bu “aydın”
türü, varlığını bugüne dek sürdürdü ve Batı
işbirlikçiliğinin, temeli o zaman atılan dayanakları oldu.
Yozlaşmanın
Düzeyi
Kendilerini Batılı gibi görüp, köklerinden koparak yozlaşan, halkla
ilişkisi olmayan, topluma yabancılaşmış “aydın”
türünün ortaya çıkması ve bunların devlet kadrolarında üst
düzey görevlere getirilmesi, doğal olarak kamusal işleyişin daha
çok bozulmasına neden oldu.
Kamu
görevlileri ve “aydınlar”,
“kara
cahil”
bir “sürü”
olarak gördükleri halka hizmet etmek bir yana, ondan “tiksinti”
duyan ve uzak durmaya çalışan garip insanlar durumuna geldiler.
Batıcılık bir modaydı artık ve bu moda tam anlamıyla bir Batı
çılgınlığıydı.2
Lalaların
yerini mürebbiyeler, geleneksel davranış biçimlerinin yerini Batılı tavırlar aldı. Fransızca öğrenmek ve Fransız
jargonuyla (Jargon: bozuk, yanlış hatta anlaşılmaz konuşma)
konuşmak, uygar olmanın göstergesi durumuna geldi. Kültürel
bozulma ve yozlaşma o denli yoğunlaştı ki, Türk ve Türklük,
geriliği ve ilkelliği temsil eden bir aşağılama sözcüğü
olarak kullanıldı.
Dönemin
tanzimatçı “aydınlarından”
Prens Sebahattinci ve İngiliz yanlısı Abdullah
Cevdet,
işi, “Türk
ırkının islahı için”
dışardan “damızlık
erkek”
getirilmesini istemeye dek götürdü. “Batı
medeniyeti, ona ancak uyulabilecek, karşı durulursa yerle bir edici
coşkun bir seldir.. Neslimizi ıslah edip güçlendirmek için,
Avrupa ve Amarika’dan damızlık erkek getirmeliyiz”
diyen yazılar yazdı.3
Günümüzde
Durum
Günümüzde
Batıyı ele alışla, 19.yüzyıldaki Batıya bakış hemen
hemen aynı. Ancak, biçimsel değişimler söz konusu. Dünün Batı
hayranı yozlaşmış aydınları, bugün hırçın
küreselleşmeciler, dünün Batı düşmanı imanlı dindarları
bugün gönüllü emperyalizm savunucuları oldu. Aralarına
liberalleşen “solcuları” da alıp, ortak paydası akçeli işler
olan ilişkilerle yazgılarını birleştirerek, aynı yolun yolcusu
yurt ve ulus karşıtları durumuna geldi.
Yönetici
Olmanın Koşulu
Bugün,
dışa bağımlı kılınmış ülkelerde, yönetici olabilmenin
geçerli yolu; büyük devlet politikalarını tartışmasız kabul
etmek, bunları içte ve dışta uygulamaktır. Yönetime gelmeyi ve
süresini belirleyen ölçüt, küresel politikalara gösterilen uyumdur.
Bağımsızlık
yanlısı ulusçu kadroların yönetici olmaları, artık çok güç
hatta olanaksızdır. Bu tür “unsurlar” yönetime gelseler bile,
önlerine çıkarılacak engelleri sürekli olarak aşmak zorundadır.
Son elli yıl içinde bu engellere takılarak yönetimden
uzaklaştırılan birçok azgelişmiş ülke yöneticisi vardır.
Musaddık,
Goulart
ve Allende
bunların en çok bilinenleridir.
İşbirlikçi
Yetiştirmek
Yabancı
hayranlığına dayanan yüzelli yıllık yabancılaşma birikimi,
işbirlikçiliğin yaşam kaynağıdır ancak işbirliçilik bugün
hayranlığın çok ötesine geçmiş, emperyalist politikanın
önemli bir parçası durumuna gelmiştir. Büyük devlet ölçütlerine
göre seçilen ve ülkelerinde etkin görevlere getirilecek
işbirlikçi adayları, devlet fonlarıyla beslenen kurumlarda
eğitilmekte ve ülkelerine gönderilmektedir.
ABD
savunma bakanı Mc
Namara
işbirlikçi yetiştirme yönteminin işleyiş biçimini son derece
açık biçimde dile getirmiştir. Mc
Namara
1962 yılında temsilciler Meclisi Tahsisat
Komitesi’nin Alt Komisyon’unda
yaptığı konuşmada Kongre’ye şu bilgileri veriyordu: “Birleşik
Devletler ve yabancı ülkelerdeki askeri okullarımızda ve eğitim
merkezlerimizde seçme subaylar ve önemli mevkilerde bulunacak
uzmanları eğitmemiz askeri yardım yatırımlarımızdan sağlanan
yararların herhalde en önemlisidir. Bu öğrenciler, ülkelerine
dönüşlerinde eğiticilik görevlerini orada sürdürecek olan ve
hükümet yetkililerince seçilmiş görevlilerdir. Bunlar gerekli
bilgilerle donatılmışlardır. Onlar burada edindikleri bilgileri
kendi ülkelerine taşıyacak olan geleceğin liderleridir.
Amerikalıların ne yapmak istediklerini ve nasıl düşündüklerini
gayet iyi bilirler. Bunların liderlik mevkilerine gelmelerinin bizim
için ne kadar önemli olduğunu belirtmeye ayrıca gerek görmüyorum.
Böyle dostlara sahip olmanın değeri ölçülemeyecek kadar
çoktur.”4
Türkiye’de
Durum
1960’lı
yılların sonlarında, ABD hükümeti, Amerikan
Yardım Teşkilatı’nın
(AID) Türkiye’deki verimini saptamak için bir uzman göndermişti.
Richard
Podol
isimli bu ‘uzman’ raporunda şunları söylüyordu: “yirmi
yıldan fazla zamandan beri Türkiye’de faaliyette bulunan yardım
programı bir zamandan beri meyvelerini vermeye başlamıştır.
Önemli mevkilerde Amerikan eğitimi görmüş bir Türk’ün
bulunmadığı bir bakanlık ya da KİT hemen hemen kalmamıştır.
Genel müdür ve müsteşarlık mevkilerinden daha büyük görevlere
kısa sürede geçmeleri beklenir. AID bütün gayretlerini bu gruba
yöneltmelidir. Geniş ölçüde Türk idarecilerini indoktrine etmek
gerekir...”5
(İndoktrine; sözlük anlamı: Beyin yıkamak, bir inancı veya
öğretiyi, kafaya sokmak, fikir aşılamak)
Richard
Podol’un
raporunda
yazdıkları doğruydu. Devlet kurumlarının kilit yerlerinde görev
yapan kadrolar el değiştirmiş, Cumhuriyet’e bağlı Atatürkçü
kadroların yerine “Amerikan
eğitimi almış”
kişiler getirilmişti. İsmet
İnönü,
1963 yılında Başbakanken şunları söylemişti: “Bir
görev veriyorum sonucu bana gelmeden, Washington’un haberi oluyor.
Sonucu memurdan önce sefirden öğreniyorum...”6
Yarım
yüzyıl önce “müsteşar”
ve “genel
müdür”
düzeyindeki devlet orununa (mevkiine) “Amerikan
eğitimi almış”
kişileri getiren girişimin, bugün eriştiği düzeyi görmek güç
değil. Artık; başbakanların, parti başkanlarının
belirlenmesinde Washington etkili oluyor.
Azgelişmiş
ülkelerde (gelişmişlerde de), yolsuzluk çamuruna bulaşmamış,
karanlık ve karışık ilişkilere girmemiş hükümet yetkilisi ve
üst düzey yönetici aramak, dünyada saf ırk aramak gibidir. Ele
geçirilen yönetim yetkisi, ülke ve halkın haklarını korumak
için alınan sorumluluklar değil, artık paranın, yönetim hırsının
ve dışa hizmetin araçlarıdır.
Üçüncü
bir sektör durumuna gelen bu ilişkiler, yazılı olmayan özel
‘yasalara’ bağlıdır ve son derece profesyonelce yürütülür.
Kimse kimsenin açığına bakmaz, herkes yurt dışı banka
hesaplarındaki sıfırları arttırma çabası içindedir. Bunlar,
temel özellikleri bakımından ülkeden ülkeye değişmeyen günümüz
politikacılarının en belirgin tipidir. Seçimleri hep bunlar
kazanır ve ülkeyi sırayla yönetirler.
DİPNOTLAR
1 “Militan
Atatürkçülük” Vural Savaş,
Bilgi Yay. 2001, sf.35
2 “Sosyalizm
ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi”
İletişim Y., 6.,C., sf 1790
3 “Türkiye
Tarihi 3-Osmanlı Devleti 1600-1908”
Cem Yay., 4.Bas.İst-1995, sf. 359 ve “Türkiye’nin
Düzeni” D.Avcıoğlu,
1.C., Bilgi Y., 5.Bas., Ank.-1971, sf. 162
4 Hearing,
Washington, D.C. 1962 Vol.I. sf. 359 ak. H.Magdoff
“Emperyalzim Çağı”
Odak yay. 1974 sf. 155
5 Yalçın
Doğan
Cumhuriyet 17-19 Ağustos 1975 ak. Emin
Değer “Düşünce Özgürlüğü Çıkmazı”
Tekin Yayınevi 1995, sf. 175
6 “Bitmeyen
Oyun” Metin Aydoğan,
Umay Yay., 11. Baskı 2002, sf. 90
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder