1945-1950
arasında temelleri atılan ve daha sonraki dönemlerde etkisi ve
uygulama alanı genişleyerek sürdürülen ABD’ye bağımlılık,
resmi politikaya o denli yerleşmiştir ki; ihtilaller, darbeler
dahil hiçbir yönetim değişikliği bu politikayı
değiştirememiştir. ABD için Ortadoğu, “siyasi,
askeri ve ekonomik çıkarların birleştiği kavşaktır ve yaşamsal
önemdedir”.
Bu nedenle Amerikalılar, Türkiye’yi “hiçbir
koşulda bırakılmayacak”
bir ülke olarak görür. Yüzyıl başında askeri güçle
elegeçirilmek istenen Türkiye, bugün siyasi ve ekonomik
ilişkilerle elegeçirilmiş, emperyalizm içsel bir olgu durumuna
gelerek ülke içine yerleşmiştir.
1950
Sonrası; Hızlanan Süreç
14
Mayıs 1950’de yapılan seçimlerle Demokrat
Parti
yüzde 53,3 oranında oy alıp 408 milletvekili kazanarak (tüm
milletvekili sayısı 487) yönetime geldi. Demokrat
Parti’ye
öncülük edenler, benzerleri o günkü CHP içinde de bolca
bulunan, büyük toprak iyeleri (sahipleri), üst bürokratlar ve
savaş varsılları, oy verenler ise cemaatlerden yoksul köylülere
dek milli
şef
dönemine tepki duyan kitlelerdi. Türkiye, dış kaynaklı istemler
ve milli
şefin
kararıyla birdenbire ‘demokrasiye’ geçmişti. Ancak, “bu iş”
o denli kolay değildi kuşkusuz. Demokrasi gel deyince gelen bir
nesne değildi.
Türkiye’ye
tepeden indirilen ‘demokrasi’, Batıda görülen ve oluşumunu,
sanayi devrimiyle gelişen kapitalizmin yarattığı aydınlanmaya
dayanan bir demokrasi değildi. Geriliğin ve ilkelliğin yaygın
olduğu, sanayisi bulunmayan ve uluslaşma sürecini henüz
tamamlamamış yoksul bir tarım ülkesine, dış güdümlü birçok
partili düzen getiriliyordu. 1939’da başlayan ödün verme süreci
sürüyordu.
Kemalizm’den
Ödün Verme Yarışı
1950-1960
arasındaki CHP-DP çekişmesi Kemalizm’den ödün vermenin aracı
olarak kullanılmıştır. Toplumsal ve kültürel düzeyi ayrımlı
olmayan, benzer politik düşüncelere sahip ve ulusal bilinci
yetersiz insanlar, karşıt iki topluluk oluşturarak, siyasi savaşım
adına yapay düşmanlıklar içine sokulmuştur. Karşıtlığın
ilkelliği, bu ilkelliğe uyum gösteren insanların kolayca devlet
yönetimine taşınmasına yol açmış ve bunlar günlük çıkarlar
için ulusal haklardan ödün vermeye yatkın “yöneticiler”
durumuna gelmiştir.
DP
yönetime geldiğinde, Türkiye’yi Batıya bağlayan anlaşmalar
büyük oranda bitirilmişti. BM,
Dünya
Bankası,
IMF,
Truman
Doktrini,
GATT’a
girilmiş, ABD ile ikili anlaşmalar imzalanmıştı. DP yöneticileri
de bu anlaşmaları en az CHP’liler kadar istekle imzalayacak
nitelikte insanlardı ancak öyle olmasalar bile yapabilecekleri bir
şey yoktu. Türkiye, ‘dönüşü olmayan bir nehirde’ yolculuğa
çıkmıştı.
DP
yönetime gelince, bugüne dek bütün partilerin yaptığı gibi,
söylediklerini değil söylemediklerini yaptı. Menderes,
hükümeti kurar kurmaz önce yönetimini güvenceye alma
düşüncesiyle ordunun üst kademelerinde değişiklikler yaptı.
Hemen arkasından 16 Haziran 1950’de Arapça ezan yasağını
kaldırdı. Radyoda dini yayınlar yapılmasına izin verdi. Köy
okullarına din dersi koydu. Anayasa’nın adı yeniden Teşkilatı
Esasiye Kanunu
yapıldı. Dil devrimine karşı, dizgeli (sistemli) bir politika
uyguladı.
Dış
siyasetteki ilk uygulama Kore’ye asker göndermek oldu. (25 Haziran
1950) Kore
Savaşı’na
katılmayı eleştirenlere ağır hapis cezaları getirildi. NATO’ya
girildi ve bir bayram coşkusuyla kutlandı. Atatürkçü dış
politikayla bağdaşmayan Bağdat ve Balkan Paktlarına katılındı.
Ulusal Kurtuluş Savaşı veren Kuzey Afrika ülkelerine (Tunus, Fas,
Cezayir) karşı, sömürgeci devletler desteklendi. Süveyş
Kanalı’nı ulusallaştıran Nasır’a
karşı, İngiltere’nin yanında yer alındı.
Yabancı
Sermayenin özendirilmesi için, kapitülasyon koşullarına
benzeyen, Yabancı
Sermayeyi Teşvik Kanunu
ve Petrol
Kanunu
çıkarıldı. Yoğun bir biçimde dış borç alındı. 1958 yılında
dış borçlar ödenemez duruma geldi ve o yıl yüzde 320 oranında
bir devalüasyon yapıldı.
“Küçük
Amerika Olacağız”
Celal
Bayar,
1954 yılında abartılmış törenler ve gösterişli uğurlamalarla
resmi bir gezi için ABD’e gitti. 25 Ocak’ta Washington’ta
düzenlediği basın toplantısında şunları söyledi: “Türk
milletinin satın alma gücünün artması ve hayat standartının
yükselmesiyle, ülkemiz mamul maddeler ve tüketim malları için
büyük bir pazar durumuna gelecektir. Türkiye’ye harcanacak her
dolar, verimli bir toprağa ekilmiş refah ve bereket filizleri
verecek bir tohum gibidir.”1
Celal
Bayar,
20 Ekim 1957 günü, seçim çalışmaları sırasında kendisini
dinlemek için Taksim’de toplanan kitleye şunları söylüyordu:
“Otuz
yıl sonra Türkiye, küçük bir Amerika olacaktır.”2
(Otuz yıl sonra Celal
Bayar’ın
Cumhurbaşkanlığı koltuğunda Turgut
Özal’ın
oturduğu düşünülürse, Bayar’ın
yanılmadığı söylenebilir.)
NATO
Ve Askeri Bağımlılık
Türkiye
18 Şubat 1952’de NATO’ya
girdi. NATO
olayının, Sovyetler Birliği’nden yardım alarak Batıya karşı
bağımsızlık savaşı veren bir ülke olan Türkiye için üzünçlü
(dramatik) bir öyküsü vardır.
Türkiye,
İngiltere ve Fransa’ya karşı ulusal kurtuluş savaşı vermiş
ve Atatürk döneminde kendine güvenmeyi temel alan tam bağımsızlık
politikası izlemiş bir ülkeydi. Hiçbir büyük devletle bağlayıcı
askeri anlaşma yapmamış ve komşu devletlerin tümüyle güvene
dayalı dostluk ilişkileri geliştirilmişti. Emperyalist kuşatılma
altında yaşayan Sovyetler Birliği ile dış politikada karşılıklı
güvene dayalı sıkı bir işbirliği yapmıştı. Balkanları,
yansız bir barış ve özgürlük bölgesi yapmak için her çabayı
göstermişti.3
NATO’nun
temel ereği, Sovyetler Birliği ve dünyaya yerleştirilecek olan
yeni düzenin askeri gücünü oluşturmaktı. Türkiye’nin böyle
bir örgüte girmesinin Atatürkçü dış politika açısından ne
anlama geldiği, uzun süre dile getirilmemiş, daha sonra bu konuyu
ele alanlar ise baskıyla karşılaşmıştır.
“Askeri
Kolaylıklar Anlaşması”
NATO’nun
anayasası; Kuzey
Atlantik Antlaşmasına Taraf Devletler Arasında Kuvvetlerin
Statüsüne Ait
Antlaşma
adlı ana sözleşmedir. Türkiye ana sözleşmeden ayrı olarak, 23
Haziran 1954 tarihinde Askeri
Kolaylıklar Anlaşması
imzalamıştır. Bu anlaşmaya dayanarak ABD ile Türkiye arasında
yüzden çok uygulama anlaşması yapılmıştır. Başka NATO
ülkelerinde uygulanmayan bu anlaşmalar, ABD’nin Türkiye’deki
çalışmalarına büyük kolaylıklar getirmektedir. Türkiye
üzerinde kurulan üs ve tesislerin Amerikalılar tarafından
yönetilmesi, buralara general dahil hiçbir Türk subayının
girememesi bu tür ‘kolaylık’ lardandır.
ABD,
anlaşmalarda kendince eksik gördüğü konuları, Türk Hükümetine
verdiği notalarla çözmüştür. Örneğin; Askeri
Kolaylıklar Anlaşması’nın
imzalandığı gün, ABD bir nota vermiş ve bu nota Türk
Hükümetince hemen kabul edilmiştir. Amerikalılara başka NATO
ülkelerinde olmayan ayrıcalıklar tanıyan bu nota, TBMM’nin
gündemine bile getirilmemiştir. Notanın 2.başlamına (maddesine)
göre, Türkiye’ye giren ve çıkan Amerikan askerlerinin giriş ve
çıkışlarını Türk Hükümeti denetleyemeyecektir. O yıllarda
Türkiye’de değişik yerlerde 30 binden fazla Amerikan Askeri
olduğu ve uygulamanın Türkiye’de iş yapacak olan Amerikalı
müteahhit ve çalışanlarına dek genişletildiği gözönüne
alındığında, konunun önemi daha iyi anlaşılacaktır.
Amerikalıların ülkelerine dönerken kullandıkları ev eşyalarını
gümrüksüz satabilmeleri bile bu anlaşmada yer almıştı.4
NATO’ya
girmek istemenin, ‘Rus tehdidine’ dayanan zorunlu bir kabullenme
değil, kökleri Hürriyet
ve İtilaf
ile İttihat
ve Terakki’ye
dek uzanan, Terakkiperver
ve Serbest Fırkalarla
süren Batı uyduculuğuna dayandığını kabul etmek gerekiyor.
Atatürk’ün
ölümünden sonra CHP’ne egemen olan, 1950’den sonra varlığını
DP ile sürdürerek günümüze dek uzanan anlayış, bu temel
üzerinde yükselmiştir. İsmet
İnönü’nün
Cumhurbaşkanlığının son günlerinde bir Amerikalı gazeteciye
söylediği şu sözler, Atatürk
sonrasında Türkiye’yi yöneten politik istencin (iradenin); ne
olduğunu açık bir biçimde ortaya koyar: “Eğer
Rusya gelip de aradaki anlaşmazlıkları olumlu bir biçimde çözme
teklifinde bulunsa bile ben Türk siyasetinin Amerikan siyasetiyle el
ele gitmeye devam etmesi taraftarıyım.”5
Kore
Serüveni
Üç
yıl süren Kore Savaşı sırasında Türk Birliği 721 şehit, 2147
yaralı, 175 kayıp verdi.6
Meclis kararı bile alınmadan girişilen Kore serüveni, birçok
Türk ailesine giderilmez acılar verdi. Ancak, belki de ondan daha
önemlisi, emperyalizmi ilk kez yenilgiye uğratan bir ulusun, para
ve kazançtan başka bir şey düşünmeyen bir ülkenin çıkarlarına
alet olmasıydı.
ABD
Temsilciler Meclisi Başkanı J.
Martin,
30 Haziran 1953 günü Temsilciler Meclisi’nde yaptığı konuşmada
şunları söylüyordu: “Bir
Amerikalı askerinin bakımı yılda 11 bin dolara mal olmaktadır.
Dünyanın en iyi savaşçılarından biri olan bir Türk askerini
donatmak için yılda yalnızca 570 dolar gerekir.”7
Bu
sözlerden 4,5 yıl sonra, 12 Ocak 1958’de Türkiye Cumhuriyeti
Devleti’nin ABD Büyükelçisi Suat
Hayri Ürgüplü,
New York Ticaret odasında yaptığı konuşmada, rakamları değişse
de Amerikalılarla aynı dilden konuşuyor ve şunları söylüyordu:
“Türk
askeri 136 dolara, Amerikan askeri ise 5500 dolara mal olmaktadır.”8
Vergi
Bağışıklığı (Muafiyeti) Anlaşması
23
Haziran 1954 tarihli anlaşmalar zincirinin sondan bir önceki
anlaşması, Türkiye
ile Amerika Birleşik Devletleri Arasındaki Vergi Muafiyetleri
Anlaşmasıdır.
Yalnızca Amerikalıların yararlandığı bu özel anlaşma,
Türkiye’deki ABD varlığını, adeta devlet içinde devlet
durumuna getirmekte; vergisiz, gümrüksüz, denetimsiz ve yargı
organlarından uzak yasa üstü bir konuma getirmektedir.9
Anlaşmanın
2.başlamı bütün Türk vatandaşlarının ödemekle zorunlu olduğu
ve ödediği; dışalım (ithalat) vergisi, resim ve ücretler, işlem
vergisi, taşıma resmi, harçlar ve damga resmi, elektrik ve
havagazı tüketimi üzerinden devlet ve belediyelerce alınan
resimler, içerde elde edilen akaryakıt üzerinden alınan vergiler,
telgraf ve telefon üzerinden alınan milli savunma vergisi, gemi ve
uçaklar dolayısıyla liman ve hava meydanlarından alınan resim ve
ücretler, belediyece alınan ilan ve tellaliye resimleri, şeker
tüketim vergisi, tütün ve içkilerden alınan tekel resmi, savunma
ve özel tüketim vergileri Amerikalılardan alınmayacaktı.
Anlaşmanın
3.başlamına göre vergi bağışıklıkları (muafiyetleri), ABD’ne
ait şirket ve bireyler ya da bunlar tarafından görevlendirilen ABD
uyruklu kişileri de kapsayacak, bunlar yukarıdaki vergilere ek
olarak gelir ve kurumlar vergileri de ödemeyecekti. Vergi
bağışıklıkları ayrıca uyruğuna bakılmaksızın; ABD
tarafından finanse edilen yatırımlara ait yükleniciler
(müteahhitler) ya da onlarla çalışan taşeronlar tarafından
yapılan giderleri de kapsayacaktı. (5.başlam)10
Askeri
İşgal Yetkisi
İsmet
İnönü’nün
başlattığı ikili anlaşmalar, kapsamı ve uygulama alanları
genişletilerek sürdürüldü. Sayısı ve niteliği bugün bile
bilinmeyen bu anlaşmalardan en önemlisi, tam metni açıklanmamış
olan 5 Mart 1959 anlaşmasıdır. Anlaşmanın basına sızan
bölümlerinde, göründüğü kadarıyla, anlam bozukluğu içeren
karışık tümceler ve yoruma bağlı net olmayan anlatımlarla çok
çekinceli yükümlülükler altına giriliyor, ABD’ye Türkiye’ye
askeri karışma (müdahale) yetkisi veriliyordu.
Ana
sözleşmenin giriş bölümünde Amerika Birleşik Devletleri’ne,
“Türkiye’nin siyasi
bağımsızlığına ve toprak bütünlüğüne karşı yapılacak
her türlü tehdidi
çok ciddi bir biçimde tetkik etmek...”
gibi bir görev veriliyor, sonraki altı başlamda ise ABD’nin
“doğrudan doğruya ya
da dolaylı olarak; tecavüz, sızma, yıkıcı faaliyet, sivil
saldırı, dolaylı
saldırı
hallerinde...”
Türkiye’ye karışması kabul ediliyordu.11
“Dolaysız saldırı”,
“dolaylı saldırı”,
“tecavüz”
ve özellikle “sivil
saldırı” gibi
kavramların ne anlama geldiği açıkça tanımlanmamış, bunlar
Amerikalılar’ın yorumuna bırakılmıştı. Dışişleri Bakanı
Fatin Rüştü Zorlu,
4 Nisan 1960’da bu gerçeği kabul edecek ve yaptığı açıklamada
“bu konulardaki takdir
hakkının Amerikalılara ait olduğunu”
söyleyecektir.12
Anlaşmalar
Karmaşası
Türk
hükümet yetkilileri, ikili anlaşmaların Türkiye için taşıdığı
olumsuzlukları ve anlaşmalar arası bağlantıların doğurduğu
karmaşık sorunları çözmek bir yana kavrayabilecek düzeyde bile
değildi. Yapılan anlaşmaların kaç tane olduğu, hangi bakanlığı
ya da bakanlıkları ilgilendirdiği, ne zaman yapıldığı,
süresinin ve uygulama sorunlarının neler olduğunu bilen bir
devlet kuruluşu yoktu. Amerikalılar bu durumdan yararlanıyor ve
zaman zaman, anlaşmalarda olmayan uygulamaları da varmış gibi öne
sürüyordu.
27
Mayıs 1960’dan sonra Amerikalılarla yapılan gizli anlaşmaların
neler olduğunun incelenmek üzere anlaşmaların bir araya
toplanması, Dışişleri Bakanlığı’ndan isteniyor. Yapılan
uzun araştırmalardan sonra anlaşmalar bir araya getiriliyor ve
Amerikalıların ellerinde olduğunu söylediği kimi, ikili
anlaşmaların, ilgili Türk orununun (makamlarının) dosya ve
belgeliklerinde (arşivlerinde) olmadığı ortaya çıkıyor.13
1966
yılında emekli olan Cevdet
Sunay’ın
yerine Genelkurmay Başkanı olan Cemal
Tural
ikili anlaşmalar sorununa önem vermişti. Türkiye, özellikle
Johnson
Mektubu’ndan
sonra 23 Haziran 1954 tarihli Askeri
Kolaylıklar Anlaşmasının
yenilenmesini istiyordu. ABD bunu kabul etti ancak uzun süre
toplantılara katılmadı. Genelkurmay bu iş için bir çalışma
ekibi kurmuş, Dışişleri Bakanlığından bilgili ve genç
elemanlar da alarak konuya iyi hazırlanmıştı. Bu arada
Genelkurmay Başkanı ABD’ye davet edildi. Daveti kabul eden Cemal
Tural,
Cumhurbaşkanı protokolü ile karşılandı. Tural
döndüğünde ikili anlaşmalar konusunda ayrımlı düşünmeye
başlamıştı. ABD, toplantılara 9 ay sonra oturduğunda, artık
Genelkurmay değişiklik komisyonuna katılmıyordu. Konuyla ilgili
karargah subayları ya yerlerinden alınmış ya da emekli olmuştu.14
İkili
anlaşmalar, Türkiye’nin geldiği durumun belirleyici öğeleridir.
Toplum yaşamındaki yerleri, hiçbir hükümetin karşı çıkmadığı
ya da çıkamadığı düzeyde yerleşik durumdadır. Bağımsız
ulusal politika belirleme ve uygulama, düşünsel düzeyde bile
artık gündemde değildir. Devleti küçültüp güçsüzleştirmeyi
amaç edinen politikacılar, her dönemde değişik parti adlarıyla
belirleyici devlet yetkilileri durumuna gelmektedir. Bunlar, ulusal
çözülmeye yönelen ve toplumsal gerilimlerin kaynağı olan
sorunların nedeni olarak, uluslararası küresel politikalarla
Türkiye’nin bütünleşmiş olmasını değil, tam tersi yeterince
bütünleşmemiş olmasını görmektedir. Hükümet etme yetkilerini
sonuna dek bu yönde, çoğu kez yetkilerini de aşan biçimde
kullanmaktadır.
Köklü
Yerleşim
1945-1950
arasında temelleri atılan ve daha sonraki, dönemde etkisi ve
uygulama alanları genişletilerek sürdürülen dışa bağımlı
politika o denli yerleşik duruma gelmiştir ki, ihtilaller ve
darbeler dahil hiçbir yönetim değişikliği bu politikayı
değiştirmemiştir. En köktenci ve en Atatürkçü gözüken 27
Mayıs devrimi bile ’devrimi’ Türk halkına; “NATO’ya,
CENTO’ya bağlıyız”
diyerek duyurmuştur. Dış kaynaklı politik ve ekonomik uygulamalar
bugün de sürmektedir ve Türkiye’yi kendi başına ayakta duramaz
duruma getirmiştir. Ulus-devlet varlığını sona erdirecek düzeyde
çekinceli (tehlikeli) olan bu politikalara karşı, Türkiye’de
yaygın bir ulusçu karşıtçılık da ortaya çıkmaya başlamıştır.
Ekonomik
Karışmalar
1950’den
sonraki kimi önemli politik-ekonomik gelişmeler şunlardır; 1954
yılında, yabancı petrol şirketlerinin adamı olduğu söylenen
Max
Ball’e
bir petrol yasası taslağı hazırlatıldı ve bu taslak aynı yıl
yasalaştı. Yasanın sonradan değiştirilen 136.başlamı şöyleydi:
“Bu
yasa yabancı şirketlerin izni olmadan değiştirilemez.”
Ana karşıtçılığın önderi İsmet
İnönü
Petrol Yasası için “Bu
bir kapitülasyon kanunudur”
demiş ancak ileride başbakan olduğunda bu yasa için hiçbir
girişimde bulunmamıştır.15
1959
Ocağında millileştirme işlemlerinde, ABD hükümetine karar ve
karışma yetkisi veren; İstimlak
ve Müsadere Garantisi Anlaşması
yasalaştırıldı. Bu yasaya, DP Erzurum milletvekili Sabri
Dilek
tepki gösterdi ve mecliste; “Bu
anlaşmanın kabulüyle kapitülasyonlar geri getirilmektedir. Bu
anlaşma ile Amerikalılara açıkça imtiyaz verilmektedir”
diye tepki gösterdi.16
1965
yılında ABD Kongresinde konuşan Macomber;
“Devletçilik,
Türkiye’de eski ve saygı gören bir görüştür. Biz ise,
Türkiye’nin sorunlarının çoğunun devletçilikten ileri
geldiğini düşünüyoruz. Orada özel kesime daha çok rol
verilmesini görmenin sabırsızlığı içindeyiz. Seçimle işbaşına
gelen iktidarda
(AP iktidarı) aynı
şeyden yakınmaktadır.”17
dedi.
Demirel
Hükümeti bu görüşlere uygun olarak, kaynağı dış krediler
olan çok yönlü devlet destekleriyle işbirlikçi niteliğinde bir
sermaye kesimi yarattı.
Thornburg
Yazanağı (Raporu)
Amerikalı
Ekonomist Max
V.Thornburg’a,
1946 yılında Türk ekonomisinin geleceği ile ilgili bir yazanak
hazırlatılır. Rapor, Atatürk dönemindeki devletçilik
uygulamalarının eleştirisi ile başlar ve ağır sanayi
yatırımlarının durdurulmasını, Karabük Demir-Çelik
işletmelerinin kapatılmasını ister. 125 lokomotif üretecek
fabrikanın kurulmasını uygun görmez. Türkiye’nin; makine, uçak
ve motor yapım tasarımlarına (projelerine) karşı çıkar,
durdurulmasını ister; “böyle
düşünenleri Amerikalılar iyi çalışma arkadaşları saymazlar”
der. Thornburg
Rapor’unda
ayrıca; traktör fabrikası, gübre fabrikası, gemi yapım ve alımı
için yapılan kredi istemleri reddedilir. Yabancı sermayeye
ayrıcalık hakları istenir. Ekonomide tasarlı kalkınmaya karşı
çıkılır.18
Thornburg
Rapor’u
kabul edilir ve büyük oranda uygulanır. CHP’nin izlencesine
(programına) aldığı yeni demir çelik-kombinası, genel makine
fabrikası, bakır kombinası gibi ağır sanayi yatırımları
izlenceden çıkarılır; kalkınma tasarı (planı) rafa
kaldırılır.19
12
Eylül ve Sonrası
12
Eylül 1980’in, önceki yönetimlere göre ayrı bir yeri vardır.
1980’li yıllar Yeni
Dünya Düzeni
politikalarının yoğunlaşarak yayıldığı yıllardır. Ulus
devlet karşıtlığı artık açıkça dile getirilmektedir.
Küresel
boyutta gündeme getirilen ulus devlet karşıtı politikaların
Türkiye’de uygulama görevi, darbecilerin desteğiyle, CIA çalışan
yaşamcasına (biyografisine) göre “gelmiş
geçmiş en Amerikancı başbakan”
olan Özal
tarafından yerine getirilmiştir. 1980 sonrası dönem, 1945’den
beri büyük bir dayanç (sabır) ve dikkatle uygulanan ABD kaynaklı
politikaların sonuçlarının ‘özgürce’ alındığı
yıllardır.
1980
Darbesiyle Atatürk döneminde yaratılmış olan kamusal ve kültürel
değerler birer birer ortadan kaldırıldı. Küreselleşmenin
Türkiye’nin kapılarını kırması olan 24 Ocak 1980
kararlarıyla, Türkiye açık pazar durumuna getirildi. KİT’ler
satıldı. Yabancılara toprak satışı yapıldı. Türkiye üretim
yapamaz duruma getirildi.
CHP,
Türk Tarih ve Türk Dil Kurumları kapatıldı. Türk parasını ve
ulusal ekonomiyi koruma ve tarımı koruma uygulamalarına büyük
oranda son verildi. Devlet işleyişinin yasal kuralları çiğnendi,
yasadışılık yaygınlaştırıldı. Kamu varlıkları satıldı.
Dinsel örgütlenmeler desteklendi, 163.madde ceza yasasından
çıkarıldı.
12
Eylül darbesinin yarattığı özel ortam bu tür politika
uygulayıcılarına ölçüsüz bir özgürlük sağladı. Sonuçta
Türkiye 21.yüzyıla, 20.yüzyıl başlarında içinde bulunduğu
koşulara benzer koşullarla giren bir ülke durumuna getirildi. ABD
ile girişilen ilişkilerle, ekonomi yarım yüzyılda çökertildi.
Türkiye “Küçük
Amerika olmak”
yerine, Amerikan uydusu oldu.
DİPNOTLAR
1 “Milli
Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu
3.Cilt sf. 1680
2 a.g.e.
sf.1677
3 “Hatırladıklarım”
Zekeriya Sertel,
sf. 217, ak; D.Avcıoğlu,
“Milli Kurtuluş Tarihi”
İstanbul, 1974 3.cilt sf.1587-1588
4 “İkili
Anlaşmaların İçyüzü” Haydar Tunçkanat
Ekim Yay. sf.255
5 “Çok
Partili Hayata Geçiş”
Prof. Taner
Timur,
İletişim Yay.
6 Büyük
Larousse Gelişim Yay., sf.6984
7 “Milli
Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu,
3.Cilt sf.1614
8 a.g.e.
sf.1614
9 “İkili
Anlaşmaların İçyüzü” Haydar Tunçkanat
Ekim Yay., sf.278
10 a.g.e.
sf.303
11 a.g.e.
sf. 331
12 a.g.e.
sf. 331
13 a.g.e.
sf.306-307
14 a.g.e.
sf.334-337
15 “Milli
Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu,
3.Cilt, sf.1680
16 a.g.e
sf.1682
17 “Milli
Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu
3.Cilt, sf.1683
18 “Milli
Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu,
3.Cilt sf.1678
19 a.g.e
sf.1678
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder