Avrupa uygarlığı
olarak tanımlanan Batı
anlayışı, bir yanıyla
Antik Grek-Roma uygarlığına, diğer yanıyla Türk karşıtlığına
dayalıdır. Üstünlük düşüncesinden kaynaklanan ve Avrupalılık
olarak tanımlanan bu ikili yaklaşımın tarihsel anlamı; kültürel
köksüzlüğün antik uygarlıklarla, özgüven yoksunluğunun Türk
düşmanlığıyla giderilmek istenmesidir. Avrupalılar için
anlaşılabilir, ancak bilimsel açıdan kabul edilemez olan bu
anlayış;
gerek kültürel sahiplenmede gerekse Türk düşmanlığında, sonu
ırkçılığa varan yapay aşırılıklar ve bilinçli abartılar
içerir.
Viyana - 1983
12
Eylül 1983 günü Viyana’da sıradışı bir devinim
(hareketlilik), davranışlara yansıyan toplumsal bir coşku ve
sevinç vardı. Avusturya’dan ve Avrupa’nın değişik
ülkelerinden gelen inanmış
Hıristiyanlar, özel
indirimli turlardan yararlanan gezginciler
(turistler),
politikacılar, yerel yöneticiler, öğretmen ve öğrenciler Viyana
sokaklarını doldurmuşlar, karnaval
havasıyla bir şeyleri kutluyorlardı. Sokak konserleri, kukla ve
film gösterileri, konferanslar, açık oturumlar birbirini izliyor,
müzelere akın akın insan geliyordu.
Büyük Müze’nin
en çok gezilen yeri, Viyana’yı kuşatan Osmanlı Sadrazamı
Merzifonlu Kara Mustafa
Paşa’nın
kişisel eşyaları ve otağının bulunduğu bölümdü.
Avusturyalılar, ülke dışından gelen Hıristiyan
konuklarıyla birlikte,
“tarifsiz kötülüklerin
simgesi Türkler” den1
kurtuluşlarının yıldönümünü kutluyordu. 12 Eylül 1983,
Viyana Kuşatması’nın
üç yüzüncü yılıydı.
1683’de Viyana
Kuşatması’yla
başlayan ve aralıksız 16 yıl süren savaşlar, Osmanlı
İmparatorluğu’nun 1699’da ateşkes istemiyle, yani yenilgisiyle
sonuçlanmıştı. Bu sonuç, yalnızca Türkler’in ya da yalnızca
Avrupalılar’ın değil, belki de tüm dünyanın geleceğine yön
veren gelişmelerin başlangıcı, dünya tarihinin bir kavşak
noktasıydı.
On altı yıllık çatışmalar
dönemi ve varılan sonuç, gelecekteki Türk gerilemesini içeren
yeni bir tarih döneminin başlangıcıydı. Osmanlı İmparatorluğu,
duraklama
döneminden, gerileme
dönemine giriyordu. Başta Avusturyalılar olmak üzere Avrupalı
Hıristiyanlar, bu olayı
coşkuyla kutlamakta kendi açılarından haklıydılar.
Viyana yenilgisine dek, Avrupa’da
herkes, Türkler’le asla baş edilemeyeceğine inanırdı.
“Düşmanlarının
korkulu rüyası” olan
Türkler, “yenilmesi
olanaksız bir askeri güçtü.”2
Anneler çocuklarını, “uslu
durmazsanız, Türkler gelip sizi
yer”3
diye korkutuyordu. Ünlü Fransız roman ve öykü yazarı Alphonse
Daudet’in söylemiyle,
“Her Batılının
ruhunun derinliklerinde, az çok bir haçlı ruhu vardı”.4
Yenilmez güç Viyana’da yenilmiş “efsane” sona ermişti.
Avrupalılar özgüven kazanmış, yeni ve atak bir ruh kanamıştı.
Bu ruh,
aradan üç yüz yıl geçmesine karşın canlı tutulmuş olan
toplumsal belleğin, kutlamalarda somutlaşan dışa vurumuydu.
Avusturyalılar, Hıristiyan
dünyasının yardımıyla Türkler’i Viyana’da durdurmakla,
gerek bin dört yüz yıllık bir geleneği sona erdiriyor, gerekse
sonuçlarını o günlerde düşünemeyecekleri kadar önemli bir
değişimi başlatmış oluyordu. Yalnızca kentlerini kurtarmakla
kalmamışlar, Türkler’le Avrupalılar arasındaki güç
dengesinde, “kalıcı
bir tersine dönüşü”5
başlatmışlardı. Tüm Avrupa’da kimsenin yapamadığını onlar
başarmış ve Türkleri durdurmuşlardı. Eylemlerinin üç yüzüncü
yılını kutlamakta ‘haklıydılar’.
Eski
Öykü
Türkler’in,
Avrupalı kavimler üzerinde kurduğu üstünlük, İlk
Çağ’a dek giden çok
eski bir öyküdür. Milâttan sonra 5.yüzyılda, Avrupa’yı
boydan boya geçip Atlas Okyanusu’na uzanan Hun akıncılar,
Avrupalıları haraca bağlamış, bulundukları yerlerde kesin bir
egemenlik kurarak, Batı ve Doğu Roma İmparatorluklarına güçlerini
kabul ettirmişti. Avrupalılar’ın Tanrının
Kılıcı6
adını verdiği Attila
(400-453) İtalya’ya girmiş, ölümsüz
ülke diye tanımlanan
Batı Roma İmparatorluğu’nun dağılma sürecini başlatmıştı.
“Gösterişli söylevler”
ve “ikiyüzlü
davranışlarla”,
kendisini soylu Attila
diyerek karşılayan Romalı soylulara, “ben
sizinki gibi bir soyluluğu kabul etmiyorum, ancak soylu bir ulustan
geldiğimi biliyorum”7,
demiş ve yalnızca bu söylemiyle bile Avrupalılarca hiç
unutulmamıştı.
Hunlar daha sonra, başka akıncı
boylarla birlikte, İlk
Çağ köleciliğini
temsil eden Batı Roma İmparatorluğunu yıkarken bir çağı
bitirmiş, bir başka çağı, Orta
Çağ’ı başlatmıştı.
İstanbul’u aldığında “Asyalıların
(Troya) öcünü aldım”8
diyen Fatih Sultan Mehmet,
yalnızca Doğu Roma İmparatorluğu’nu, yani Bizans’ı değil,
Orta Çağ’ı da bitirmişti. Türkler, 4.yüzyıldan 18.yüzyıla,
1699 Karlofça
Anlaşması’na dek tam
on dört yüzyıl Avrupa üzerinde kesin bir üstünlük sağladılar.
30 Ağustos 1922’de Yunan Ordusunu yenerek “Troya’nın
intikamını aldım”9
diyen Mustafa
Kemal, kazandığı
Kurtuluş Savaşı’yla,
Avrupa sömürgeciliğini sona erdirdi, ulusal kurtuluş savaşları
dönemini başlattı.
Avrupalılık
Kavramı
Avrupa
uygarlığı olarak
tanımlanan Batı
anlayışı, bir yanıyla
Antik Grek-Roma uygarlığına, diğer yanıyla Türk karşıtlığına
dayalıdır. Üstünlük düşüncesinden kaynaklanan ve Avrupalılık
olarak tanımlanan bu ikili yaklaşımın tarihsel anlamı; kültürel
köksüzlüğün antik uygarlıklarla, özgüven yoksunluğunun Türk
düşmanlığıyla giderilmek istenmesidir. Avrupalılar için
anlaşılabilir, ancak bilimsel açıdan kabul edilemez olan bu
anlayış;
gerek kültürel sahiplenmede gerekse Türk düşmanlığında, sonu
ırkçılığa varan yapay aşırılıklar ve bilinçli abartılar
içerir.
Türk
İmgesi
Türkler’le
Avrupalılar arasında, Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılışından
günümüze dek süren ve doğrudan ekonomik çıkara dayanan silahlı
çatışma, Türkler güçlenip varsıllaştıkça Avrupalılar’ı,
Avrupalılar güçlenip varsıllaştıkça Türkler’i
yoksullaştırmış ve bu çatışma neredeyse tarihin tümünü
kapsamıştır. Yönetim yapılanması, yaşam biçimi ayrımlarını
ve kültürel ayrılıkları içeren toplumsal özellikler, bu uzun
çatışmanın sonuçlarından etkilenerek yön ve biçim bulmuş,
karşılıklı olarak yerleşik karşıtlıklar oluşturmuştur.
Uzun dönemler boyunca Türkler’e
boyun eğmek zorunda kalan Avrupalılar, yaşadıkları hemen tüm
olumsuzlukların kaynağının Türkler olduğuna inanmıştır.
Kalıcı olan bu inanç, niteliğinden bir şey yitirmeden günümüze
dek gelmiştir. Avrupalılar için Türkler, yalnızca uygarlık
dışı bir kavim değil, ortadan kaldırılması gereken bir
insanlık sorunudur.
Bu düşünceyi dile getirmekten
çekinmezler. İngiltere Başbakanı William
Gladstone (1809-1898)
“Türkler, insanlığın
tek insanlık dışı tipidir”10
derken, diğer bir İngiliz Başbakan Lloyd
George (1863-1945)
“Türkler, bir insanlık
kanseri, kötü yönettikleri toprakların etine işlemiş bir
yaradır” der.11
ABD Başkanı Thomas
Woodrow Wilson’un
(1856-1924) isteği üzerine ve 1917’de yayınlanan İtilaf
Devletleri bildirisinde: “Uygar
dünya bilmelidir ki, müttefiklerin temel amacı herşeyden önce,
Türkler’in kanlı despotluğuna düşmüş olan halkların
kurtarılması ve Avrupa
uygarlığına kesinlikle yabancı olan Türkler’in Avrupa dışına
atılmasını içerir”
biçiminde açıklama yapılmıştır.12
Bu açıklamalardan hemen sonra
1918’de, Fransız K.D’Any,
yazdığı kitapta, “genel
insan uygarlığı açısından bakıldığında, Türkler’in Batı
kültürüne korkunç bir darbe vurduğu görülür. Yaptıkları
soykırımlarla, soylu ve üstün bir ırkın, aşağılık ve soysuz
bir ırk tarafından yokedilmesine neden olmuşlardır”13
der.
Avrupa
Irkçılığı
Türklerle
Avrupalılar arasındaki çatışmada, Batı Roma’nın yıkılışından
Karlofça Antlaşmasına dek geçen 1200 yıl içinde Türkler,
Avrupa; 1699’dan bugüne dek geçen 300 yıl içinde ise
Avrupalılar, Türkler üzerinde üstünlük sağladı. Batıda her
zaman var olan, ancak benzeri Türkler’de bulunmayan ırkçı
karşıtlık, bu uzun çatışmalar sürecinin bir ürünüdür.
Avrupa’daki Türk karşıtlığının
niteliği ve tarihsel anlamı konusunda; Türkiye’de de ders veren
Prof.Fritz Neumark
şunları söylemiştir: “İçtenlikle
itiraf etmeliyim ki, Avrupalı Türkleri sevmez; sevmesi de mümkün
değildir. Türk ve İslam düşmanlığı Hıristiyanların ve
kilisenin asırlardır hücrelerine sinmiştir. Türkler pek farkında
değil ama Avrupalılar şu gerçeğin farkındadırlar: Tarihten
Türkler çıkarılırsa ortada tarih diye bir şey kalmaz.”14
Tarihsel
Gelenek
Neumark’ın
tanımıyla hücrelere
sinen Türk karşıtlığı,
Avrupa’da toplumsal bir gelenek durumundadır. Çatışmalarla dolu
bir tarihe dayanan bu karşıtlık, yenilgi dönemlerini ve bu
dönemlerin Batı için yarattığı sonuçları gizlemek için,
tarihi “çarpıtma”
ya da “yanlış
yorumlama” eğilimini
her zaman içinde barındırmıştır. Bu tutum, tarihi siyaset için
kullanmanın bilinçli bir uygulama durumuna getirildiği Batıda son
derece yaygındır.
Politikacılar, tarihçiler ya da
Batının “ünlü”
aydınları tarihin “işlerine
gelmeyen” bölümlerini
“yok sayma”
ya da “çarpıtma”
da çok başarılıdırlar. Bunların örnekleri çoktur. İngiliz
yazar William Barry,
1920’de yazdığı Constantinople
adlı kitabında, “Türkler’i
sistemimize katmak ve yok etmek için yapılan
girişimlerin tümü
başarısız olmuştur ve ilerde de başarısız olacaktır. Onlar
OrtaAsya platolarından yola çıkmış ve Doğu Roma
İmparatorluğu’nun sonunu hazırlamışlardır. Er ya da geç
geldikleri yere dönmelerini sağlamak, uygarlığın üzerimize
yüklediği zorunlu bir görevdir. Ben, Hıristiyan halkların bir
gün birleşip Anadolu’yu bin yıl öncesi gibi, süt ve bal taşan
şehirlerle dolu hale getirmesini istiyorum”15
der.
Yunanlı yazar Moskopulos
ise aynı yıl yazdığı Tarihleri
Tarafından Mahkum Edilen Türkler
adlı kitabında, Türkler’in bulundukları yerlerde oturmaya
haklarının olmadığını, geldikleri yere, yani Orta Asya’ya
gitmeleri gerektiğini ileri sürer ve şunları söyler: “Tarih
hükmünü vermiştir. Bu yağmacı ve katiller milletinin, Avrupa’da
oturmaya hakları yoktur. Atalarının yaşadığı yere
gitmelidirler.”16
Bir başka Yunanlı, Dışişleri
Bakanı Teodoros
Pangalos,
1997 yılında, yani bugün bile, konumuna ve temsil ettiği makama
uymayan bir biçemle (üslup), Türk düşmanlığının kalıcı
olduğunu şu sözlerle dile getirir. “Türk
askeri ve diplomatik düzeyinin bir bölümü, Ege’deki
sınırlarımızın ve egemenlik haklarımızın tartışmalı
olduğunu söylüyor. Bizim bu konuda Türklerle görüşme yapmamız
mümkün değildir. Hırsızla, katille, ırza geçen tecavüzcüyle
görüşmemiz olanaksızdır.”17
Batılı
Aydınlar
Devlet
yetkilileri ve politikacılarla sınırlı kalmayan Türk düşmanlığı,
Avrupa aydınlanması’nda
yer alan hemen tüm düşünür ve sanatçıları bir araya getiren
kültürel ortak payda ve Avrupalılık kimliğinin ayırıcı
özelliğidir. İlginçtir ki, Türkiye’de de saygı gösterilen bu
insanlar; Türkler’i, “yıkıcı
ve yağmacı barbarlar”
olarak görür, onları “tarihin
ve uygarlığın dışında tutulması gereken insanlığın alt
unsurları” sayar.
Batılı ülkelerde inceleme ve
araştırmalarda kullanılan sorgulayıcı gözlem ve araştırma
zenginliği, konu Türk toplumu olduğunda yerini, bir tür bilim
dışı kanıtsız savlara, akıl dışı yorumlara bırakır.
Tarihçiler, toplumbilimciler (sosyologlar), kazıbilimciler
(arkeologlar), ya da insanbilimciler (antropologlar) den başka;
şairler, yazarlar, ressam ve müzisyenler, inanılması güç bir
sözbirliği içinde, aynı şeyleri yinelerler. C.G.
Bello, Aeneas
Syvius,
Pierre de Ronsard,
Martin Luther,
François Voltaire,
Immanuel Kant,
Réne Chateaubriand,
Gottfriend Herder,
Friedrich Hegel,
Karl Marks,
Friedrich Engels,
Blaise Pascal,
Victor Hugo,
George
Byron,
Edgar Allan Poe
bunların bir bölümüdür.
Viyana’dan Mondros’a
Türkler,
Viyana Kuşatması’nın
sonucu olarak 1699 Karlofça
Anlaşması’nı
imzaladıklarında, yalnızca 16 yıl süren bir savaşı değil,
onun çok daha fazlasını yitirdi. Avrupalılar için, artık göz
korkutan güç olmaktan çıkmışlar, Türkler’in yenilmezliğine
yönelik söylence son bulmuştu. Avrupalı yöneticiler, İstanbul’a
karşı o güne dek sürdürmek zorunda kaldıkları sözdinler
görünümlü politikanın, bundan böyle değiştirilebilir duruma
geldiğini görmüşler ve yüzyıllar süren savunmadan
sonra artık saldırıya
geçebileceklerini anlamışlardı.
Osmanlı yönetiminde yaşayan
azınlıklarla Türkler’in içine girecekler, geliştirmekte
oldukları ekonomik-askeri güce dayanarak ve gerektiğinde
çatışarak, yeni ticari-idari ayrıcalıklar, yeni etki alanları
elde edeceklerdi. O dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nu bölüp
parçalama gücünde değildirler. Ancak bu güce ulaşmanın yolu
açılmıştı. Viyana
yenilgisi ve ardından
gelen Karlofça,
bu sürecin başlangıcıydı...18
Viyana yenilgisiyle başlayan yeni
dönem, Türkler için, sonuçlarına hazır olmadıkları, tam
anlamıyla bir beklenmeyen
durumdu. Çok uzun
dönemlerden sonra ilk kez, geleceği etkileyecek bir askeri yenilgi
almışlar, sahip oldukları ve rakipsiz gördükleri savaş
üstünlüklerinin sona ermekte olduğunu sezinlemişlerdi. Bu,
yenilmezlikten kaynaklanan özgüvenin sarsılması demekti. Gelişme
durabilir, yeni yenilgiler gelebilirdi.
Ruslar
Yeni
yenilgi, üstelik Osmanlılar için en güç kabul edilebilir yerden,
Rusya’dan geldi. 1768’de başlayan ve altı yıl süren Türk-Rus
Savaşı, İstanbul için küçük düşürücü Küçük
Kaynarca Anlaşması’yla
sonuçlandı.
Anlaşma’yla, Rus Ordusu Kırım’a
girdi. Osmanlı Devleti’nin, Kırım Tatarları ve Karadeniz’in
kuzey kıyılarındaki kimi limanlar üzerindeki egemenlik hakları
Rusya’ya devredildi. Kuban
(kuzeybatı Kafkasya) ve Bucak
(Moldovya-Ukrayna
arasındaki bölge) yitirildi. Çarlık filosu, Osmanlı donanmasının
hemen tümünü yok etti. Karadeniz, Akdeniz’den sonra, Osmanlı
denizi olmaktan çıktı ve İstanbul 1453’ten beri ilk kez,
denizden tehlike altına girdi.
Rus ticaret gemilerine, Boğazlar’dan
serbest geçiş hakkı verildi. Rus uyruklulara, Batılılar gibi
kapitülasyon hakları tanındı. Karlofça’yla
Batılı devletlere yenilen Osmanlı İmparatorluğu, Küçük
Kaynarca’yla ilk kez,
Doğulu bir ülkeye yeniliyor19,
birincisiyle duraklayan
İmparatorluk, ikincisiyle gerilemeye
başlıyordu.
Çözümsüz
Arayışlar
Batıdan
sonra Doğuda da kendilerini yenebilecek bir gücün oluştuğunu
gören Osmanlı yöneticileri, bir şeyler yapmak gerektiğini
düşündüler ve ister istemez Batıyı örnek alan kimi
girişimlerde bulunmaya başladılar. Yenilgiler süreci, Osmanlı
yöneticilerinin geleneksel güçlerini ve kendine güvenlerini büyük
oranda yitirdiği, buna bağlı olarak Batıya karşı öykünmeci
(taklitçi) bir siyasetin devlet politikasına yerleştiği gerileme
dönemini oluşturdu.
Batılılaşma
adı verilen yabancılaşma eğilimi, devlet politikasına, üstelik
kalıcı biçimde bu dönemde yerleşti. Kimi devlet görevlileri,
“geleneksel Osmanlı
kurumlarından vazgeçilmedikçe”
Avrupa ile baş edilemeyeceğini düşünmeye başladılar. Osmanlı
devletinde “Avrupa
usullerinin ve Avrupa kurumlarının kabul edilmesi”
gerektiğini söylüyorlardı.20
Osmanlı yönetim düzeni ve
kültüründen uzaklaşma, buna karşın Avrupa kurum ve kültürüne
yanaşma süreci böyle başladı. Bu süreç, doğal olarak,
yenileşme ve gelişme değil, daha çok bozulma ve daha hızlı
çözülme getirdi; ne Osmanlı kalındı, ne de Avrupalı olundu.
Bilgi ve bilinçten yoksun ilk
‘yenilikçiler’,
Rusya’da Deli Petro’nun
yaptığı gibi, ekonomik gelişmeyi ele almadan yalnızca askeri
güçlenmeyi amaç edindiler. Ordunun önemli görevlerine, önce
Türk adları vererek daha sonra kendi adlarıyla, birçok yabancı
‘uzman’
ya da ‘yönetici’
getirdiler. Bu uygulamayı zamanla başka yönetim birimlerine
yaydılar. Devletin kilit noktalarına doğrudan yabancılar
yerleştiriliyordu. Örneğin beraberinde bir matbaa makinesi getiren
İbrahim Müteferrika,
ülkesinde papaz eğitimi görmüş bir Macar’dı. Yazdığı ve
bastığı kitapta, Osmanlıları sürekli olarak “Avrupa
kültürüyle ilgilenmeye”
çağırıyordu. Bonneval Kontu Claude
Alexandre, Ahmet
adıyla Humbaracıbaşı
(top mermisi üreten askeri birim) yapılmıştı. 1740
kapitülasyonlarından hemen sonra Baron
de Tott, orduyu
yenileştirmekle görevlendirilmişti.21
Duraklamadan
Gerilemeye
Karlofça
Anlaşması’yla;
Macaristan’ın bir bölümü Avusturya’ya, Mora
ve Dalmaçya
kıyıları Venedik’e, Podolya (Batı Ukrayna) Lehistan’a
(Polonya) verilmiş; 1718’de (Pasarofça Anlaşması ile) Temeşvar,
Küçük Eflak, Belgrad, Kuzey Sırbistan yine Avusturya’ya
verilmiştir. Yengiyle sonuçlanan, 1736-1739 Osmanlı-Rus ve
Osmanlı-Avusturya savaşları sonunda, bu toprakların bir bölümü
geri alındı. 1739 yengisi, Osmanlıların Balkanlar’da yüz elli
yıl daha kalmasını sağladı, ancak, çözülmeyi önlemedi.
1740 kapitülasyonları, Fransa’yı
Osmanlı devletinin hemen her işine karışan, neredeyse içsel
bir güç durumuna
getirdi. Fransa, o dönemde, Osmanlı İmparatorluğu üzerinde o
denli etkili bir denetim kurmuştu ki; ekonomik olarak tümünü
kullandığı için, ülkenin bütünlüğünü savunmak, Fransa’nın
o dönemdeki dış siyasetinin önemli bir unsuru durumuna gelmişti.
18.yüzyıl sonlarında İngiltere,
en değerli sömürgesi Kuzey Amerika’yı yitirmiş ve Fransa’nın
rakibi olarak, Hindistan’a en yakın yol olan Akdeniz’e ve
Osmanlı İmparatorluğu topraklarına yönelmişti. Aynı bölgeyle,
‘sıcak denizlere inme’
peşindeki Rusya da ilgileniyordu.
İngiltere, Rus yönelmesini
engellemek için, yarıştığı Fransa’yla uzlaşma yolunu seçti
ve gelecekte sağlayacağı etkinliği düşünerek, ‘Osmanlı
İmparatorluğu’nun bütünlüğünü koruma’
politikasına o da destek verdi. Osmanlı İmparatorluğu, tek bir
devletin yutamayacağı
kadar büyük, ancak tek başına bırakılmayacak kadar güçsüzdü.
Dünya siyasetinin en önemli çatışma alanı, bugün ve her zaman
olduğu gibi o günlerde de Anadolu, Ortadoğu ve Balkanlar’dı.
Çöküş
Osmanlı
İmparatorluğu, 1774 Küçük
Kaynarca Anlaşması’ndan,
Sevr’i
imzaladığı 1920’ye dek, 156 yıl varlığını sürdürdü.
1774’den önce, Dünya’nın en değerli toprakları üzerinde
kurulu, 5 milyon kilometrekarelik büyük bir imparatorluk Sevr’le,
Anadolu’nun ortasına sıkışmış, 120 bin kilometrekarelik küçük
ve güçsüz bir ülke durumuna gelmişti. Toprak yitiklerinin büyük
bölümü, 19.yüzyılda gerçekleşti. 1839’da başlayan Tanzimat
dönemiyle birlikte hızlanan çözülme, Osmanlı İmparatorluğunu,
kendisiyle ilgili en küçük bir kararı bile alamayan, adı
var kendi yok bir devlet
durumuna getirmişti. İmparatorluğun yüzde sekseni, ekonominin
çöktüğü, devletin borcunu ödeyemez duruma geldiği bu dönemde
yitirildi. Dört yüzyılda kazanılan topraklar, 80 yıl içinde
yitirildi.
1804’de Sırplar ayaklandı ve
sekiz yıl süren ayaklanma sonunda, 1812’de imzalanan Bükreş
Anlaşması’yla
kendi kendilerini yönetme hakkı elde ettiler; özerk yönetim,
değişik aşamalardan geçerek 1878’de bağımsızlıkla
sonuçlandı. 1810’da başlayan Mora
ve Rum
ayaklanması, 1829’da Yunanistan’ı ortaya çıkardı. Aynı yıl,
Eflak ve Boğdan’a yeni yönetim ayrıcalıkları tanındı; bir
yıl sonra Fransa Cezayir’e girdi. 1830’da Sırplar’a, 1858’de
Romanya’ya, 1861’de Lübnan’a özerklik verildi. 1866’da,
Mısır Valiliği’nin babadan oğula geçen bir hak olduğu kabul
edildi.
1870’de bağımsız Bulgar
kilisesi tanındı, 8 yıl sonra 1878’de Kuzey Bulgaristan’da,
bağımsız Bulgar Prensliği kuruldu. Aynı yıl, İngiltere
Kıbrıs’a girdi. 1881’de, Fransa Tunus’u aldı; Romanya, hemen
ardından Karadağ, bağımsızlığını ilan etti. 1908’de
Yunanistan Girit’i aldı. 1911’de, İtalya Trablusgarp’a
(Libya) girdi. 1912 Balkan savaşlarıyla, Balkanlar’daki Türk
varlığı sona erdi; Bulgar ordusu Çatalca’ya dek ilerledi,
İstanbul’a girişi büyük devletlerin araya girmesiyle önlendi.
Toplumsal çözülme, 20.yüzyıl
başında büyük bir hıza ulaşarak ülkenin tümüne yayıldı ve
Dünya Savaşı’ndan hemen sonra, İmparatorluğun dağılmasıyla
sonuçlandı. 1911 Trablusgarp, 1912 Balkan ve 1914-1918 I.Dünya
Savaşı’nı kapsayan yedi yıl içinde; Balkanlar’dan Yemen’e,
Kafkasya’dan Libya’ya dek uzanan çok büyük bir ülke, bir anda
yitirilmişti. Türk halkına büyük zarar veren bu durum, o dönem
aydınları için kabul edilemez bir sondu. Yaşananlar acı
vericiydi, ama beklenmeyen değildi.
DİPNOTLAR
- “Osmanlı İmparatorluğu 1600-1922” Donald Quataert, İletişim Yay., İst. 2002 sf.25
- a.g.e. sf.26
- a.g.e. sf.26
- “Dış Basında Laik Cumhuriyetin Doğuşu” Bilal N.Şimşir, Bilgi Kit., Ank. 1999, sf.126
- “Avrupa’nın İnanası Gelmiyor” Prof.Fahri Işık; ak. Oktay Ekinci, Cumhuriyet, 10.12.2002
- Büyük Larousse, Gelişim Yayınları, 2.Cilt, sf.1008
- a.g.e. 2.Cilt, sf.1008
- “Türkler” Stéphane Yerasimos, Doruk Yay., İstanbul.-2002, sf.23
- “Osmanlı İmparatorluğu 1900-1922” D. Quataert, İlet.Yay., İst-2002 sf.26
- “Devrim Hareketleri İçinde Atatürk ve Atatürkçülük” Prof:Tarık Zafer Tunaya, Arba Yay., 3.Bas.-1994, sf.141
- “Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu, İstanbul Mat.-1974, sf.35
- a.g.e. sf.34
- “L’Extermination des Chretiens de Turquie, A la Memoire Victimes de la Barbarie Turque”, K.D’Any Lausanne, Imprimerie La Concorde, 15 Juillet 1918, p.25;ak. Http://www.tetedeturk. com/ prejuges/
- Yalçın Bayer, Hürriyet Gazetesi, 23.06.2002
- “Constantinople”, William Barry, Nineteenth Century and After, Londra, 1920, sf.728; ak. S.Yerasimos, “Türkler” Doruk Yay., 2002, sf.49
- “Devrim Hareketleri İçinde Atatürk ve Atatürkçülük” Prof.Tarık Zafer Tunaya, ARBA Yay., 3.Bas., 1994, sf.42
- “Pangolos Türkiye’ye Hakaret Yağdırdı” Cumhuriyet, 25.09.1997
- “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III”, Atatürk Araş.Mer., III. Cilt, 5. Bas., 1997, sf.87-88
- “Türkiye I (Bir Devletin Yeniden Doğuşu)”, Arnold J.Toynbe, Cumhuriyet Kitap, İstanbul-1999, sf.48
- Büyük Larousse, Gelişim Yayınları, 14.Cilt, sf.8939
- a.g.e. 14.Cilt, sf.8939
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder