Demokrat
Parti,
savaş sonrasında ABD öncülüğünde kurulmakta olan Yeni
Dünya Düzeni’nin
bilinen koşulları içinde ortaya çıktı ya da çıkarıldı.
Cumhuriyet
Halk Partisi’yle
aynı toplumsal yapıya dayanmak zorundaydı. Türkiye, Atatürk’ün
1923’te yaptığı sınıfsal saptamaları büyük oranda koruyor
ve köylülüğe dayanıyordu. Ayrımlı siyasi partileri gerekli
kılacak sınıflar henüz oluşmamış, uluslaşma süreci henüz
tamamlanmamıştı. Adları ve söylemleri ne olursa olsun, birden
çok parti, eğer ülke yararına iş yapmak istiyorlarsa, nesnel
koşullar gereği aynı izlenceleri (programları) uygulamak ve aynı
siyasi çizgiyi izlemek zorundaydılar. Bu ise, tek partililiği
gerekli kılan bir siyasi düzen demekti. Cumhuriyet’in ilk on beş
yılında sağlanan sıradışı gelişme, böyle bir siyasi düzen
içinde elde edilmişti.
Devrim
Karşıtlığı
Terakkiperver
ve Serbest
Fırkalar, devrimin
gelişimi önünde engel oluşturmaya başladığı an kapatılmış,
devrim karşıtlığına dönüşme olasılığı beliren bu
girişimler, Cumhuriyet yönetimi için çekince yaratacak bir güce
ulaşmadan önlenmişti. Atatürk,
yaşadığı süre içinde, devrimin korunup geliştirilmesi için,
olağanüstü dikkat ve duyarlılık göstermiş; demokratik gelişim
isteğiyle devrimin
korunması amacını, büyük bir başarıyla dengelemişti.
Atatürk’ün
sağlığında ve onun öncülüğünde gösterilen kararlılık,
1938’den sonraki geri dönüş sürecinde, özellikle de dış
yönlendirmelerin belirleyici olduğu 1945 sonrasında gösterilemedi.
Türkiye, devrimden
ödün vermeyi ilke edinen, Batıcı ve tutucu bir anlayışın
yönetimi altına girdi, Batıya bağlanmayı ilke edinen bu çizgi,
siyasetin temeline yerleşti. Çok
partililik
ve demokrasi
adına yaygınlaştırılan ve dış kaynaklı politikaların sonucu
olan uygulamalar, güçlüklerle kurulup geliştirilen yönetim
dizgesine (sistemine) büyük zarar verdi. Atatürk’ün
kararlı tavrıyla 1924 ve 1930’da önlenen karşı devrim,
1946’da, içinde özgürce hareket edebileceği geniş bir alan
buldu ve hızla örgütlendi. Demokrat
Parti
bu olumsuz sürecin, hem geliştirici unsuru hem de sonucuydu.
Koşullar
Demokrat
Parti,
savaş sonrasında ABD öncülüğünde kurulmakta olan Yeni
Dünya Düzeni’nin
bilinen koşulları içinde ortaya çıktı ya da çıkarıldı.
Cumhuriyet
Halk Partisi’yle
aynı toplumsal yapıya dayanmak zorundaydı. Türkiye, Atatürk’ün
1923’te yaptığı sınıfsal saptamaları büyük oranda koruyor
ve köylülüğe dayanıyordu. Ayrımlı siyasi partileri gerekli
kılacak sınıflar henüz oluşmamış, uluslaşma süreci henüz
tamamlanmamıştı. Adları ve söylemleri ne olursa olsun, birden
çok parti, eğer ülke yararına iş yapmak istiyorlarsa, nesnel
koşullar gereği aynı izlenceler (programları) uygulamak ve aynı
siyasi çizgiyi izlemek zorundaydılar. Bu ise, tek partililiği
gerekli kılan bir siyasal düzen demekti. Cumhuriyet’in ilk on beş
yılında sağlanan sıradışı gelişme, böyle bir siyasi düzen
içinde elde edilmişti.
Yapay
Karşıtlıklar
CHP
ve DP gibi, toplumsal tabanı ortak olan partiler, başka sınıf
partileriyle karşılaşmadıkları için, birbirlerine karşı
savaşım vermek zorundaydılar. Bu durum, parti savaşımını,
yapay karşıtlıklar içeren kısır bir siyasi çekişme durumuna
sokmuştur. Parti izlencelerinin belirlediği olağan yarışmanın
(rekabetin) yerini, karalamaya dayanan, oldukça sert, uzlaşmaz bir
çatışma almıştır. Düzeysiz çatışmanın nedeni, kitlesel
tabanın ortak olmasıydı.
Aynı
nitelikte partiler olmalarına karşın, ayrımlı (farklı)
görünerek aynı kitleyi kazanmak zorundadırlar. Toplumsal ilerleme
adına bir değeri olmayan kısır çekişme, üstelik dış
isteklerle oluşturulan zorlama bir siyasete bağlıysa; sonuç,
kaçınılmaz olarak, kamusal haklardan ödün verme ve toplumsal
uyumsuzluk olacaktı. Türkiye’de yetmiş yıldır, “demokrasi”
ve “çok
partililik”
adına sürdürülen politik düzen ve bu düzen içinde yer alan
CHP-DP çatışması; dışa bağlanmanın uyumsuzluğun, kısır
çekişmenin ve devrimden ödün vermenin siyasi kaynağıdır.
CHP-DP
çatışması, 1920-1945 arasındaki çeyrek yüzyıl sevinç ve
üzüntüde ortak yurttaşlar olarak ulusal birlik istenciyle
birleşmiş insanları, özdeksel (maddi) temeli olmayan ayrımlarla
siyasi düşmanlar durumuna getirmiştir. Türk toplumunun en
belirgin özelliği olan komşuluk, akrabalık, dayanışma duygusu,
konukseverlik, arkadaşlık gibi temel gelenekleri önemli oranda
zedelenmiştir. Gidilen kahveler, hatta camiler bile ayrılmıştır.
Siyasi ilişkiler o denli gerilmiştir ki, insanlar çatışmak için
sözdeneden (bahane) arar duruma gelmiştir.
1950-60
arasında yaşanan çatışmalar sürecini, belki de en iyi biçimde
Yakup
Kadri Karaosmanoğlu
yansıtır. Anılarında, o dönemi sorgularken şunları yazar:
“Elli
yaşını geçtikten sonra bile, on dört on beş yaşının his ve
gönül tazeliğini taşır gördüğüm şu içli ve romantik Adnan
Menderes dahi, birbiri ardısıra şiddet tedbirleriyle özgür
düşünceyi her yanından kıskıvrak bağlamak yolunu tutmamış
mıydı? Ve onun karşısında temkinli, ölçülü bir devlet adamı
olarak tanıdığım İsmet Paşa, gençlik dönemlerinde bile
göstermediği bir atılganlık, bir coşkuyla açtığı mücadelede
bütün ülkeyi bir savaş meydanına çevirmek üzere değil miydi?
Ve iki kişi arasındaki kördöğüşüne katılmaktan kim
kurtulabilmişti? O kördöğüşünün sarmadığı hiçbir kent,
hiçbir kasaba, hiçbir köy hatta hiçbir dağbaşı bırakılmamıştı.
Evlere, okullara, mabetlere kadar yayılmıştı. Evladı babayla,
kardeşi kardeşle, dostu dostla saç saça baş başa getirmişti.
Ortadaki dava neydi? Bu bir fikir mücadelesi miydi? Evet, kuşkusuz
bu bir fikir, bir inanç mücadelesiydi. Ama neden böyle bir ‘altta
kalanın canı çıksın’ kavgası biçimine girmişti? Fikirler ve
inançlar zaman zaman neden kompleksler, tepkiler, içgüdüler ve
hırslar halini alıyordu? Her iki taraf da birbirine saldırma
silahlarını, hürriyet, adalet, demokrasi ve insan hakları gibi
yüksek ilkeler adına kullandığını söylüyordu, ama ruhsal
çözümlemeleri seven ve bilen bir kimse için buna inanmak mümkün
değildi. İlk çözümlemede, ruhlardaki pis kokuların irinleri
dışarıya fışkırıyordu... Ben gençliğimin en olumlu, en
verimli ve en mutlu çağını Atatürk’ün büyük ve ihtişamlı
döneminde yaşamış bahtiyarlardan biriydim. Ve şimdi içinde
bulunduğum dönemde kendimi, yüksek bir yayladan çukur ve bataklık
bir vadiye düşmüş hissediyordum. Bir zamanlar her soluk aldıkça
canıma can katan o yayla havasından sonra, buranın mikroplu
ikliminden ‘habis’ bir sıtmaya tutulmuş gibiyim.”1
Kuruluş
Demokrat
Parti
7 Ocak 1946’da kuruldu. Kuruluşun görünürdeki nedeni, dört CHP
milletvekilinin (Celal
Bayar,
Adnan
Menderes,
Refik
Koraltan
ve Fuat
Köprülü)
1945 Haziran’ında Meclis’e, “TBMM’nin
hükümeti denetleyebilmesi, Anayasa ile bağdaşmayan yasaların
değiştirilmesi ve seçimlerin serbestçe yapılması için”
önerge vermeleriydi. “Dörtlü
takrir”
diye ünlenen önergeleri “reddedilen”
bu milletvekillerinden üçü CHP’den çıkarıldı, Celal
Bayar
istifa etti.
Dört
milletvekili, zaman yitirmeden yeni bir parti kurmak için, basın
yoluyla karşıtçılığa (muhalefete) başladılar. Yaygın olarak,
demokrasiye ve çok partililiğe geçiş olarak tanımlanan sürecin
biçimsel oluşumu böyle başladı.
Demokrat
Parti’nin
ilk genel başkanı, Cumhuriyet döneminin etkili isimlerinden Celal
Bayar
oldu. Oysa Celal
Bayar,
daha birkaç yıl önce kendisine Şemsettin
Günaltay
tarafından yapılan yeni bir parti kurma önerisine, “hayır,
ben yeni bir Miralay Sadık Bey
(Hürriyet ve İtilaf’ın kurucusu y.n.) olmam”
diyerek reddedecekti.2
Ayrıca, yeni bir partiye girmeyeceğini İnönü’ye
de söylemişti. Ancak, daha sonra ne düşündü, nereden nasıl bir
güvence aldı ise, yeni partide hem kurucu, hem de genel başkan
oldu. Celal
Bayar’ın
“zorlanarak”
verdiği karar, o günlerin en beklenmedik siyasi olayıydı.3
Yapay
Sertlik
Daha
başlangıçta uzlaşmaz
bir karşıtçılık yürüteceği anlaşılan Demokrat
Parti,
Nisan 1946’daki belediye seçimlerini boykot etti ancak Temmuz’da
yapılan genel seçimlere katılma kararı aldı. Mareşal Fevzi
Çakmak’ı,
listesinden bağımsız aday gösterdi ve örgütlenmesini
tamamlayabildiği yerlerde seçime katılarak 62 milletvekili
çıkardı. Bu sonuç, çoğunluk dizgesinin uygulandığı bir
seçimde, yeni kurulan bir parti için büyük başarıydı. Buna
karşın, seçimden hemen sonra, 465 milletvekilliği için ancak 273
aday gösterebilmiş olmasına4
ve
somut bir kanıta dayanmamasına karşın, “seçimde
hile yapıldığı ve iktidara gelmelerinin önlendiği”
savıyla saldırgan bir siyasi çalışım (kampanya) başlatıldı,
mitingler
düzenlendi. İstanbul basını, genel olarak Demokrat
Parti’yi,
özel olarak da giriştiği eylemleri destekledi.
Genel
seçimlerden altı ay sonra, 7 Ocak 1947’de Birinci Büyük
Kurultay düzenlendi ve partinin “savaşım
yöntemleri”
saptandı. Kurultaya katılan kimi delegeler, Türkiye’nin o
günlerde içinde bulunduğu siyasi koşullara uygun düşmeyen
saldırgan bir ataklık içindeydiler. “Devrimden,
ihtilalden,
hürriyet
için ölmekten”
söz ediliyor; “isyanın,
ihtilalin bir hak olduğu, bunu BM İnsan Hakları Bildirgesi’nin
13.maddesinin öngördüğü”
ileri sürülüyordu.5
Özenle
hazırlandığı belli olan; konuşmalar, önergeler ve kurultay
taktikleriyle, delegelere “büyük
bir davaya”
katılmanın coşkusu verilmeye çalışılıyor, parti üyeleri
“çetin
bir mücadeleye” hazır
olmaya çağrılıyordu.
“Hürriyet
Misakı”
“Hürriyet
Misakı” (Özgürlük Andı)
adı verilen ünlü bildiri, bu Kurultayda kabul edildi. Bildiriyi
hazırlayan Adnan
Menderes’in
başkanı olduğu Ana
Sorunlar Altkurulu (Komisyonu),
kurultay altkurulundan
çok, bir devrim
karargahı
havasındaydı. Bir üye bu havayı daha sonra şöyle anlatacaktır:
“Kendimizi
Fransız İhtilali’nin ilk isyancıları gibi görüyorduk. 1946
seçimlerinde, değil millet olarak, kişi olarak da tahammül
edilmesi mümkün olmayan bir zulme uğradığımız kanısındayız.
Kimimiz Danton, kimimiz Robespier gibi konuşuyordu. Daha sonra bize
Mareşalin: ‘Karılarınızın ırzına geçer gibi reylerinizi
çaldılar’ diye çıkışacağı bir oy hırsızlığına
inanmışız... Komisyonu etkimiz altına alıyoruz. Toplu harekete
geçmek, ayaklanmak ve bütün milleti ayaklandırmaktan söz
ediyoruz. Bir komisyon değil, sanki tek bir kibritle parlayacak
petrole bulanmış bir bez yumağı gibiyiz.”6
“Husumet
Andı”
Haziran
1949’da yapılan İkinci Büyük Kurultay, aynı hava içinde,
üstelik daha da sertleşerek, hükümete gözdağı veren söylevler,
yasadışı gözkorkutmalar (tehditler) içinde yapıldı. Aradan
geçen iki yıl içinde ülkenin birçok yöresinde mitingler
yapılmış, yurtiçi-yurtdışı ilişkiler geliştirilmiş ve aşırı
bir özgüven havası içine girilmişti. Birinci Kurultay’da kabul
edilen Hürriyet
Misakı’na
benzer biçimde, bu kurultayda “Husumet
Andı” (Düşmanlık Andı)
adı verilen ve hükümete yöneltilen gözdağı niteliğinde olan
bir başka bildiri kabul edildi.
1950’de
yapılacak seçimler için izlenecek yol ve yöntemin belirlendiği
“Husumet
Andı”’nda;
“Hürriyet
Misakı”’nda
dile getirilen konuların hükümet tarafından yeterli özenle ele
alınmadığı, anti-demokratik yasaların değiştirilmediği ve
seçim güvenliğini sağlayacak değişikliklerin yapılmadığı
dile getiriliyordu. Bildiriye göre, CHP yaklaşan seçimler için
“bir
tertip hazırlığı içindedir”.
Ancak, “ayaklanma
dahil her yolla”
karşı çıkılacak olan “tertip”,
ne pahasına olursa olsun önlenecektir. CHP, “bir
ayaklanmayla karşı karşıya olduğunu” görmeli,
adımlarını ona göre atmalıdır. Demokrat Parti, CHP’nin
söylediği gibi, “irtica
yanlısı bir parti değildir”,
tersine “Cumhuriyet
Halk Partisi irticayı körükleyen tek kuvvet”
tir. CHP’nin “dış
siyaset tutumu kararsız ve çekingendir”,
“Türkiye’yi
Atlantik Paktı dışında”
bırakmıştır. “Husumet
Andı”’ nda
bunlar söyleniyordu.7
İkinci
Büyük Kurultay’da Türk
Ceza Yasası’na
göre suç olan konuşmalar yapıldı. Ancak, hükümet konuyla
ilgili yasal bir girişimde bulunmadı. İsmet
İnönü’nün
Celal
Bayar’la
görüşmesi ile yetindi. İzmir Milletvekili Mehmet
Harmandalı
Kurultay’da, “Oylarımıza
tecavüz edenlere, ırz ve namusa tecavüz edenlere yapılan
muamelenin aynısı yapılacaktır”
derken; Manisa’nın bayan delegesi Ümmü
Balâ,
“Gerekirse
silah kuşanacağım” dedi.
Manisa’nın gözleri görmeyen delegesi Nuri
Kuşçuoğlu’nun
sözleri, son derece “etkileyiciydi”.
Delegelere, “Seçim
sandığının başında çekilen ızdırabı bir kör görür ve
bağırırsa, gözü gören nasıl bağırır ve ne yapar siz
düşünün”
diye seslendi. İzmir delegesi Osman
Kapanî
açık bir meydan okumayla; “Seçim
hilelerini bir daha hortlatmayacağız. Önümüzdeki seçimde,
hayatlar tehlikeye girmeden hile yapılamayacaktır”
derken, İstanbul Delegesi Ali
Çekiç,
ayaklanmanın gerektiğinde yasal bir hak olduğunu ileri sürdü:
“Birleşmiş
Milletler İnsan Hakları Bildirisi’nin 13.maddesi, insanlara zulme
karşı isyan hakkını vermiştir”
diyerek sözlerine yasallık kazandırmaya çalıştı.8
Seçimler
ve Yönetim
Demokrat
Parti,
14 Mayıs 1950’de yapılan seçimlerde oyların yüzde 53,3’ünü
alarak 487 milletvekilliğinden 408’ini kazanıp yönetime geldi.
Arkasında her türlü yasal değişikliği yapabilecek bir meclis
çoğunluğu ve Dünya Savaşı sonrası koşullarının yön verdiği
dış destek vardı. Cumhuriyet
Halk Partisi,
birçok uluslararası ve özellikle ABD ile değişik ikili
anlaşmalar imzalamış, Demokrat
Parti’ye
benzer anlaşmalar için gerekli siyasi ortamı hazırlamıştı.
Türkiye’nin
uluslararası siyaseti, sanıldığı gibi, 1950’den sonraki DP
yönetimince değil, daha önceki CHP hükümetleri tarafından
Batıya bağlanmıştı. Batıya bağlanma şimdi, Demokrat
Parti
tarafından üstelik daha da yaygınlaştırılarak sürdürülecekti.
Korunmasız
Cumhuriyet
Cumhuriyet
devrimlerini koruyan devrimci bir istenç (irade) artık yoktu.
Demokrat
Parti’nin
ödüncü tutumuna karşın, Terakkiperver
ya da Serbest
Fırka’nın
yaşadığı sonla karşılaşma olasılığı pek görülmüyordu.
Bastırılmış
duygular, geçmişe dayanan siyasi kinler ve tutucu özlemler hızla
yayılıyordu. Bu tür olumsuzluklar CHP döneminde başlamıştı,
DP döneminde artarak yoğunlaşıyordu. “Dünyanın
en büyük devriminin”
yapıldığı, “öncekilerle
ölçülemeyecek önemde yeni devrimler”
yapılacağı söyleniyor, Demokrat
Parti’nin
“iki
yüz yıl iktidarda kalacağı”
ileri sürülüyordu.9
Menderes’in
Konuşması
Adnan
Menderes,
29 Mayıs 1950’de Meclis’te hükümet izlencesini açıklayan ve
önemini belki de hala koruyan bir konuşma yaptı. Konuşmanın
önemi, bugün de sürmekte olan Atatürk
karşıtı bir anlayışın, alışılmadık bir ölçüsüzlük
içinde dile getirilmesi ve Kurtuluş Savaşı dahil, Cumhuriyet
döneminde yapılan hemen her şeyin yadsınmasıydı. Ulus-devlet
karşıtlığına yönelen ve dış isteklere dayanan ekonomik-siyasi
bir izlence, ilk kez bu denli açıklıkla dillendiriliyordu. Devlete
karşı politika,
resmen devlet politikası durumuna getiriliyordu.
Menderes
konuşmasında, 9.Büyük Millet Meclisi’nin, yani
milletvekillerinin yüzde 84’ünü DP’lilerin oluşturduğu
Meclis’in, Türkler’in tarihinde çok ayrı ve önemli bir yeri
olacağını söylüyor ve “Yüksek
kurulunuz, tarihimizde ilk kez, milli iradenin tam ve serbest biçimde
gerçekleşmesi yoluyla milletin kaderine hakim duruma gelmiştir”
diyordu.10
“Milli
iradenin”
“tam
ve serbest”
olarak “tarihte
ilk kez”
gerçekleştiğini söylemek; Müdafaa-i
Hukuk,
Birinci
Meclis ve
Kurtuluş
Savaşı’nda,
millet istencinin tam ve serbest olarak gerçekleşmediği anlamına
geliyor, onları yadsıyordu.
Atatürkçülüğün
Yadsınması
Menderes
geçmişi yadsıyan konuşmasının ilerleyen bölümlerinde daha
açık olarak dile getirecekti. Atatürk
dönemi
dahil, kendisinden önceki yılların siyasi olarak yitik yıllar
olduğunu açıklayacak ve bu yıllarda yürütülen yanlış
politikalarla ülke gelişmesinin önlendiğini ileri sürecektir:
“Ülkemizin
geniş imkanları ve milletimizin yüksek nitelikleri göz önünde
tutulacak olursa, uzun yılların boşuna harcandığı ve hatta
ülkenin doğal gelişiminin hatalı ve sakat politikalarla
engellenmiş olduğuna karar vermek gerekir. Milli ve siyasi
denetimden uzak bir yönetimin, çok uzun yıllar sürüp gitmesi,
birçok hataların yapılmasına, gereksiz harcamalara ve aşırı
davranışlara yol açmıştır. Böylece zamanla; müdahaleci,
bürokratik ve tekelci bir devlet tipi ortaya çıkmıştır.”11
Menderes
aynı
konuşmada, 14 Mayıs seçimlerinin “bir
döneme son veren”
ve “yeni
bir
dönem başlatan benzersiz önemde”
bir olay olduğunu, bu seçimlerle, ülkede “şimdiye
kadar yapılanlarla kıyaslanamayacak önemde bir devrimin”
gerçekleştiğini ileri sürdü. Konuşmanın sonuna doğru,
abartılı savlarını sınırsızca genişletir ve Demokrat
Parti’nin
seçim başarısının o güne dek görülmüş olan “gelmiş
geçmiş bütün devrimlerin en büyük aşaması” olduğunu
söyler.12
Şevket
Süreyya Aydemir,
Menderes’in
29 Mayıs 1950’de yaptığı Meclis konuşması için şunları
söyler: “Yeni
iktidarın ilk gününün, pek iyi başladığı söylenemez. Hem
Atatürk’ün, hem gelmiş geçmiş devrimlerin, yalnız
hatırlanmayışı değil, bir tür inkâr edilişi, iyi bir
başlangıç sayılamazdı. Bu tutum nedeniyle, arkada kalanlarla
bütün bağlar kopuyordu; bütün köprüler yıkılıyordu.”13
Tanzimatçı
Anlayış
Demokrat
Parti
ve kurduğu hükümetlerin izlenceleri, Hürriyet
ve İtilaf
ya da Terakkiperver
Cumhuriyet Fırka
izlencelerinde anlamını bulan, yüzyıllık tanzimatçı görüşlerin
yinelenmesi gibiydi. Menderes,
ilk hükümet izlencesinde; “devlet
işletmelerinin ekonomik olarak verimsiz”
kuruluşlar olduğunu, “devlet
ormancılığının halka ızdırap”
verdiğini bu nedenle “mevcut
sisteme kesinlikle son”
verileceğini, “devlet
harcamalarının asgari hadlere”
çekileceğini söylüyordu. “Özel
teşebbüsün kendisini güven içinde hissedeceği”
önlemler alınacak, “üretim
hayatı devletin zararlı müdahalelerinden ve her tür bürokratik
engelden”
kurtarılacak, “Devlet
tekel işletmeciliği en aza”
indirilecekti.14
Parti
izlencesinin 20 ve 21.Başlamların’da (Maddelerin’de) yerel
yönetimlere yetki devri,
24.Başlam’da devletin
küçültülmesi
43. Başlam’da liberalizm,
48.Başlam’da KİT
satışları,
51.Başlam’da devlet tekellerinin özelleştirilmesi,
74.Başlam’da ise iç
ve dış borçlanma
gerekliliği söyleniyordu. 20 ve 21.Başlamlarda söylenenler ise
şöyleydi: “İl
genel meclisleri, özel idareler, belediyeler; bütçelerini
düzenleme ve uygulamada olduğu kadar diğer bütün görevlerini
yerine getirmede, gereken genişlikte yetkilerle donatılmalıdır...
Şehir sınırları içindeki kara ve deniz araçlarının ve ticari
işletme niteliğindeki diğer genel hizmet işletmelerinin,
belediyelere devrini doğal görüyoruz.”15
24.Başlam,
kamu çalışanlarının “sayıca
az, fakat yüksek nitelikli ve verimli”
olması gerektiğini belirtiyor, “memur
sayısını artırma yönündeki eğilimlerin önüne geçilmesi
kesin bir zorunluluktur”
diyordu. 48.Başlam’da ise şunlar yazılıdır: “Devlet
tarafından kurulmuş olan ve programın 45.maddesinde yazılı
niteliklere sahip işletmeler dışında kalan tüm devlet
işletmeleri, elverişli koşullarla özel teşebbüse
devredilmelidir.”16
51. Başlam’daki anlayış, 48.Başlam’ın hemen aynısıdır:
“Gelir
amacıyla kurulmuş olan ve bizzat devlet tarafından işletilen, bu
nedenle de ülkede iş hacmini daraltan, hayatı pahalılaştıran
tekel fabrikalarının, elverişli koşullarla özel teşebbüs ve
özel sermayeye devredilmesinden yanayız.”17
İstanbul
Basını
İstanbul
basını Demokrat
Parti’yi,
kuruluşuyla yönetime gelişi arasındaki dört yıl içinde,
giderek artan bir yoğunlukla destekledi. Yönetime geldiğinde ise
bu desteği coşku ve yaranma kampanyasına dönüştürdü. İstanbul
basınının bugün AKP ve R.Tayyip
Erdoğan’a
yaptığı desteğin hemen aynısı, 1950’lerde Demokrat Parti ve
Adnan
Menderes’e
yapıldı.
Hürriyet
gazetesinin
sahibi Sedat
Simavi’nin
o günlerde yazdığı başyazı, İstanbul basınının ortak
duygularını dile getirir nitelikteydi ve şöyleydi: “Çok
teşekkür ederiz, Celal Bayar bizi yeni bir başbakana kavuşturdu.
(Bayar Cumhurbaşkanı olmuş ve hükümeti kurma görevini
Menderes’e vermişti y.n.). Yıllardan
beri muşmulalaşmış insanların işe yaramaz uygulamalarını o
kadar kanıksamıştık ki, onları eleştirmek bile içimizden
gelmezdi. Adnan Menderes’in başbakanlığa getirildiğini duyunca,
adeta kulaklarıma inanamadım. Şu anda; taptaze şahsiyetlere,
yepyeni bir anlayışa, fedakâr bir cumhurbaşkanına sahibiz. Bütün
bunlar, geleceğe güvenle bakmamız için çok güzel
fırsatlardır.”18
Ordu’da
Ayıklama (Tasfiye)
İstanbul
basınının “geleceğe
umutla bakmasına”
neden olan Demokrat
Parti Hükümeti,
işe ordunun üst kademesinde giriştiği büyük bir arındırma
(tasfiye) girişimiyle başladı. O günlerde, komutanlarının hemen
tümü Kurtuluş Savaşı gazisi olan ordunun, Atatürk’e
bağlılığından çekiniliyor, hükümet kurulduktan bir hafta
sonra 6 Haziran 1950’de, geleneklere aykırı biçimde, üst düzey
komutanlar görevlerinden uzaklaştırılıyordu.
Ordudaki
arındırma konusunda Celal
Bayar,
“Bu
kesin bir operasyon planıdır. Karşı çıkanlar olsa da bu plan
başarılı kılınmalıdır” derken,
Adnan
Menderes,
“Bu
bir ‘İkinci Nizam-ı Cedit’ planıdır. Gerçekleştirmek
iktidarımızın şerefi olacaktır” diyordu.19
Karşı
Devrim Uygulamaları
Ordudaki
arındırmadan on gün sonra 16 Haziran’da, ezanın Arapça
okunmasına izin verildi. Desteğini aldığı tutucu kesimleri
memnun etmek için, radyoda dini yayınlar yapılmasına, köy
okullarına din dersi konmasına ve dildeki Türkçeleşmeye son
verilmesine karar verildi. Anayasa’nın adı yeniden Teşkilat-ı
Esasiye Kanunu
oldu.
Halkevleri
ve halkodaları
kapatıldı, mal varlıkları hazineye aktarıldı. Adnan
Menderes,
4 Mayıs 1951’de Mecliste yaptığı konuşmada, “Halkevleri,
halkodaları faşist anlayış ve düşüncelerin ürünüdür.
Bunlar sosyal yapımız içindeki tümüyle gereksiz, boş, geri ve
yabancı unsurlardır” diyordu.20
Oysa Menderes,
Halkevleri’nin
kurucularından biriydi ve 15 yıl bu kuruluşun denetmenliğini
(müfettişliğini) yapmıştı. 1930 yılında Halkevleri’nin
açılış törenlerinde yaptığı konuşmada şunları söylemişti:
“Milletimizin
yükselmesi yolunda her şeyi gören ve sezen büyük Gazi, sosyal
yaşantımızda çok derin bir boşluğu ve çok şiddetli ihtiyacı
görmüş ve bu boşluğu doldurmak için Halkevlerinin temellerini
atma şerefini de kazanmıştır.”21
Menderes,
1930’larda aşırı övgülerle “her
şeyi gören Gazi” olarak
göklere çıkardığı Atatürk’ü,
başbakan olduktan sonra önce yok saymaya, giderek ona karşı
çıkmağa başladı. Gerçek karşıtlığı, kabul ettiği ve
uyguladığı programlarla yapıyor ancak bu karşıtlığı söz ve
açıklamalarla açıkça dile getirmekten de çekinmiyordu.
Yadsımacı savlarını o denli aykırı noktalara ulaştırmıştı
ki, bu savları duyan kimi DP yöneticileri bile şaşırıp
kalıyorlardı. Örneğin, Kurtuluş
Savaşı’nın
“Mustafa
Kemal’in ihtirası”
yüzünden uzadığını ileri sürmüş, şunları söylemişti:
“Kurtuluş
Savaşı diyorsunuz. Bu savaş pekâlâ üç ayda bitebilirdi. Bunun
yıllarca uzatılmasına Mustafa Kemal’in yerleşme ihtirasları...
(neden olmuştur y.n.)”22
Menderes’in
bu tür açıklamalarından sonra, Atatürk
karşıtlığı tüm Türkiye’ye yayılan salgın bir hastalık
durumuna geldi. Aşağılama (hakaret) dolu saldırılar; bildiriler,
gazeteler ve dergilerde, kitlesel toplantılarda, sınırsız bir
ölçüsüzlük içinde dile getiriliyor; anıtlar ve yontular
(heykeller) parçalanıyor; Atatürkçü yayın ve kişilere
saldırılıyordu. Saldırılar o denli denetlenemez duruma gelmişti
ki, gelişmelerden ürken Demokrat Parti Hükümet’i sonunda,
Atatürk’e
Karşı İşlenen Suçlar Kanunu’nu
çıkararak Atatürk’ü
aşağılayanlara hapis cezası getirmek zorunda kaldı.
Dışa
Bağlanma
Demokrat
Parti Hükümeti, kuruluşundan iki ay sonra 25 Temmuz 1950’de,
kendi içinde aldığı bir kararla, dolaylı bir ABD-Sovyet
çatışması olan Kore Savaşı’na katılma kararı aldı. Yurt
dışına savaşmak için asker gönderilmesine karşın, Meclis’te
karar alınmamış, Türkiye’nin herhangi bir ilişki ve çıkarı
olmadığı bir savaşa katılınmıştı. Anayasa’nın açık
ihlali olan bu kararın eleştirilmesi, çıkarılan bir yasayla
yasaklandı, Kore Savaşı’nı eleştirenlere hapis cezası
getirildi.
Yolluk
ve aylıkları Türk hükümetince ödenerek 5090 kişilik bir birlik
Kore’ye gönderildi. Üç yıl süren savaşlarda 721 asker
yitirildi.23
ABD isteğiyle gerçekleştirilen bu girişim için, hiçbir haklı
gerekçe gösterilemedi, yalnızca garip açıklamalar yapıldı.
Başbakan Yardımcısı Samet
Ağaoğlu,
“Kore’de
bir avuç kan verdik ama böylece büyük devletlerarasına katıldık”
dedi.24
NATO’ya
Giriş
18
Şubat 1952’de NATO’ya girildi. Bu olay, Meclis’te ve İstanbul
basınında bir zafer havasıyla kutlandı. Oysa kutlama yapmak bir
yana, Birinci Dünya Savaşı’nda orduyu Alman generallerine teslim
eden anlayışı ve Mustafa
Kemal’in
bu anlayışa karşı sürdürdüğü karşıtlığı bilenler için,
kaygı ve üzüntü veren bir gelişme yaşanıyordu. Türkiye’nin
ulusal savunmasının ana gücü ordu, bir dış örgütün
buyruğuna, üstelik Atatürk’ün
dostluk ilişkilerinin sürdürülmesini istediği Sovyetler
Birliği’ne karşı kullanılmak üzere veriliyordu.
Ağustos
1952’de Türkiye’yle Yunanistan’ı içine alan ve Amerikalı
bir korgeneralin komutasında, Güneydoğu
Avrupa Kara Kuvvetleri Komutanlığı
kuruldu. Türk Ordusunun orgeneral rütbesindeki komutanları, artık
bu korgeneralin emri altındaydılar.25
Dışişleri
Bakanı Fatin
Rüştü
Zorlu,
Lizbon’da, Türkiye’nin katıldığı ilk NATO toplantısında
yaptığı konuşmada: “Karşınızda
büyük bir istekle ve kayıtsız şartsız işbirliği zihniyetiyle
hareket etmeyi ilke edinen bir Türkiye bulacaksınız”
diyordu.26
Menderes
daha da ileri gitti ve Türk-Amerikan ilişkilerinden “ölümsüz
dostluk”
diye söz etti. ABD Dışişleri Bakanı John
Fuster
Dulles’in
bu sözlerden hemen sonra yaptığı açıklama, Menderes’e
verilen onur kırıcı bir yanıt gibiydi: “Amerika’nın
dostu yok, çıkarı vardır.”27
Kendini
Yadsıma (İnkar)
ABD
yönlendirmesiyle Bağdat ve Balkan paktlarına katılındı.
Bağımsızlık savaşı veren Tunus, Fas, Cezayir’e karşı
sömürgeci devletler desteklendi. Mısır’a karşı, İngiltere’nin
yanında yer alındı. Azgelişmiş ülkelerin katıldığı Bandung
Konferansı’nda
Batının savunuculuğu yapıldı.
Yabancı
sermayenin özendirilmesi için Yabancı
Semrayeyi Teşvik
Kanunu
ve Petrol
Kanunu
çıkarıldı. Yatırıma dönüşmeyen dış borç alındı ve ağır
koşullara bağlanmış borçlanma, yerleşik bir uygulama haline
getirildi. Adnan
Menderes,
29 Kasım 1955’te Çorlu’da yaptığı konuşmada dış borca dış
yardım adı veriyor ve şunları söylüyordu: “Kıskançlar!
Dış yardımı istemeyenler milli kalkınmayı istemeyenlerdir.
Kalkınmaya engel olmak isteyenler, milli irade karşısında,
karınca gibi ezileceklerdir.”28
ABD’ne
İşgal Yetkisi
İsmet
İnönü’nün
başlattığı ikili anlaşmalar, kapsamı ve uygulama alanları
genişletilerek sürdürüldü. Sayısı ve niteliği bugün bile
bilinmeyen bu anlaşmalardan en önemlisi, tam metni açıklanmamış
olan 5 Mart 1959 anlaşmasıdır. Anlaşmanın basına sızan
bölümlerinde, göründüğü kadarıyla, anlam bozukluğu içeren
karışık tümceler ve yoruma bağlı net olmayan anlatımlarla çok
çekinceli yükümlülükler altına giriliyor, ABD’ye Türkiye’ye
askeri karışma (müdahale) yetkisi veriliyordu.
Ana
sözleşmenin giriş bölümünde Amerika Birleşik Devletleri’ne,
“Türkiye’nin
siyasi bağımsızlığına ve toprak bütünlüğüne karşı
yapılacak her
türlü tehdidi
çok ciddi bir biçimde tetkik etmek...”
gibi bir görev veriliyor, sonraki altı maddede ise ABD’nin
“doğrudan
doğruya ya da dolaylı olarak; tecavüz, sızma, yıkıcı faaliyet,
sivil saldırı, dolaylı
saldırı
hallerinde...”
Türkiye’ye karışma etmesi kabul ediliyordu.29
“Dolaysız
saldırı”,
“dolaylı
saldırı”,
“tecavüz”
ve özellikle “sivil
saldırı”
gibi kavramların ne anlama geldiği açıkça tanımlanmamış,
bunlar Amerikalılar’ın yorumuna bırakılmıştı. Dışişleri
Bakanı Fatin
Rüştü Zorlu,
4 Nisan 1960’da bu gerçeği kabul edecek ve yaptığı açıklamada
“bu
konulardaki takdir hakkının Amerikalılara ait olduğunu”
söyleyecektir.30
DP’nin
Sonu
Demokrat
Parti,
27 Mayıs 1960 devrimiyle yönetimden uzaklaştırıldı;
yöneticileri ve milletvekilleri tutuklandı. Parti, 29 Eylül
1960’ta, mahkeme kararıyla kapatıldı. Yassıada’da yapılan
yargılamalar sonucunda, yönetici ve milletvekillerinin büyük
çoğunluğu çeşitli hapis cezalarına, Başbakan Adnan
Menderes,
Dışişleri Bakanı Fatin
Rüştü Zorlu
ve Maliye Bakanı Hasan
Polatkan
idam cezasına çarptırıldılar; idam cezaları 17 Eylül 1961 günü
yerine getirildi.
DİPNOTLAR
- “Politikada
45 Yıl” Yakup Kadri Karaosmanoğlu,
İletişim Yayınları, 2.Basım 1984, sf. 222–224
- “İkinci
Adam” Ş.S.Aydemir,
Remzi Kit. 4.Basım 1983, 3.Cilt, sf. 23
- a.g.e.
sf. 23
- Büyük
Larousse, Gelişim Yayınları, 5.Cilt, sf. 3008
- “Menderes’in
Dramı” Ş.S.Aydemir,
Remzi Kit. İstanbul 1969, sf. 198
- a.g.e.
sf.198
- “Türkiye’de
Siyasi Partiler” Prof.T.Z.Tunaya,
Arba Yay., 2.Bas. 1995, sf. 652 – 653
- a.g.e.
sf. 653
- “Menderes’in
Dramı?” Ş.S.Aydemir,
Remzi Kit. İst. 1969, sf. 206, 207 ve 251
- a.g.e.
sf. 205
- “İkinci
Adam” Ş.S.Aydemir,
Remzi Kit., 4.B., İst. 1983, 3.C., sf. 34 - 35
- “Menderes’in
Dramı?” Ş.S.Aydemir,
Remzi Kit. İst. 1969, sf. 206, 207
- a.g.e.
sf. 208
- “İkinci
Adam” Ş.S.Aydemir,
Remzi Kit., 4.Bas., İst., 3.Cilt, sf. 37, 38
- “Türkiye’de
Siyasi Partiler” Prof.T.Z.Tunaya,
Arba Y., 2.B., sf. 664, 665
- a.g.e.
sf. 668
- a.g.e.
sf. 668
- “İkinci
Adam” Ş.S.Aydemir,
Remzi Kit. 4.Bas., İst. 1983, 3.Cilt, sf. 31
- a.g.e.
sf. 52
- “Menderes’in
Dramı?” Ş.S.Aydemir,
Remzi Kit. İst. 1969, sf. 218
- a.g.e.
sf. 218
- a.g.e.
sf. 219
- Büyük
Larousse, Gelişim Yayınları, 11.Cilt, sf. 6984
- “İkinci
Adam” Ş.S.Aydemir,
Remzi Kit., 4.Bas., İst. 1983, 3.Cilt, sf. 306
- “Milli
Kurtuluş Tarihi” D.Avcıoğlu,
İst. Mat. – 1974, 3.Cilt, sf. 1605
- a.g.e.
sf. 1606
- a.g.e.
sf. 1607
- “Menderes’in
Dramı?” Ş.S.Aydemir,
Remzi Kit. İst. 1969, sf. 294
- a.g.e.
sf. 331
- a.g.e.
sf. 331
ATATÜRK’ün Zhou Enlai yoldaşı Celal Bayar’ın emanetine hiç ihanet etmemiş Sn.Nazlı Ilıcak bugünkü Aydınlık gazetesine bir Önkibar-uyum pekâlâ sağlayabilecek yapıdadır. Sn.Önkibar da, İhlâs Holding gazetesinde yazarken, aynı O'nun gibi, FETÖ'ye hiç aman vermez, kök söktürürdü.
YanıtlaSilATATÜRK'ün Zhou Enlai yoldaşı Celâl Bayar’a kulak verecek olsa, Sn.ERDOĞAN'ın GandikeMAL ile bir ‘düzeyli-birliktelik’ içine girmesi gerekiyor [bkz: «Bayar DP'lilere ‘CHP ile ortaklıktan korkmayın’ dedi» (3 sütun üzerine) başlıklı haberi, Yeni Ortam gzt., Sahibi Kemal Bisalman, Genel Yönetmen Yüksel Baştunç, Yazıişleri Müdürü Ender Erenel, Yıl 3 Sayı 742, 30 Eylül 1974 Pazartesi, Dizgi - Baskı Ortam Matbaacılık, Ankara Baskısı Halkçı Matbaası İşletmesi, s.1].
YanıtlaSil