NOT: Eleştiriye yanıt 26 Şubat 2015 Perşembe günü yayınlanacaktır.
Kemalizmin
bilimsel olarak ele alınmasına önem veren sizin gibi bir aydının,
kitabında Atatürk’e
yönelik hiçbir eleştiride bulunmaması beni şaşırttı. Aslında
bu durum, sizin yanlı tutumunuzdan çok, Atatürk'ün
tabulaştırılması ve On’dan başka herkese suç bulmaya kadar
varan zafiyetten kaynaklanıyor... Sizin de çok iyi bildiğiniz
gibi, Marx’ın
bize bıraktığı en önemli miras, somut olgulara ait tespitlerden
çok, “hareket,
değişim ve çelişkileri” esas
alan diyalektik yöntem ile materyalist tarih anlayışıdır. Siz
Marx’ın
diyalektik yöntemini-Kemalist devrimciliğin bir özelliği olarak-
“olumlu” bulurken, materyalist tarih anlayışını pek de
benimsemiyorsunuz... Nesnelliğe önem veriyor ve Sovyetler
Birliği’nin çöküşünün temelinde bunun yattığını
söylüyorsunuz. Size katılmakla birlikte ben Kemalizmin de
nesnellikten
uzak olduğunu, hatta daha kötüsü gerçekleri kasıtlı olarak
çarpıttığını söylüyorum... Kemalizmin
anti-emperyalist bilinci konusunda, sizi Atatürk’ün
yüksek bilince sahip olduğuna inandıran çeşitli sözlerini
alıntılıyorsunuz. Yurtiçi yurtdışı yatırımlar peşinde koşan
Koç Holding ya da İş Bankası ne kadar anti-emperyalist ise
Atatürk'de
o
kadar anti-emperyalisttir. Sanırım emperyalizmin içerden
fethedileceği yanılgısına düşme şerefine nail olmuş dünyanın
ilk ve tek “anti-emperyalist,
3.dünyacı” devrimcisi
Atatürk'tür...
Atatürk
ve Kemalistler, Kürtlerin kendilerini ifade etmedikleri zaman sorun
çıkarmalarının daima mümkün olduğunu söylemelerine karşın,
Kürtleri yok saymışlar, onlar ayaklanınca da suçu
emperyalistlerin üzerine atmışlardır... Sizin-kusura bakmazsanız-
tam bir misyoner jargonuyla anlattığınız, “ilkel” Dersim’e
“medeniyet götürme” sürecinin bir de asimilasyon yüzü var.
Evren
Karayel
Sayın
Metin
Aydoğan,
Adım
Evren
Karayel.
Adanalıyım ve Boğaziçi Üniversitesi öğrencisiyim. “Yeni
Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye”
adlı kitabınızı, bir arkadaş önerisi üzerine, tümüyle
okudum. Hemen belirtmeliyim ki okuduğuma hiç de pişman olmadım ve
özellikle ikinci bölümde verdiğiniz bilgilerin, hem benim gibi
genç bir öğrenci için hem de daha kapsamlı çalışmalar
yapanlar için, oldukça yararlı olacağını düşünüyorum. Fakat
bu mektupta, sizinle aynı düşüncede olduğum noktaları değil,
kitabınızı okurken kafama takılan konuları belirteceğim ve
–önsözde belirttiğiniz üzere, kitabın, gençlere ulaşmasına
verdiğiniz önemden aldığım cesaretle- yer yer düşüncelerinizi
eleştireceğim.
Konuya
girmeden önce belirteyim ki; aşağıdaki yazı, maddelenerek
sıralanmış sorulardan oluşmayacak, bütünlüklü bir metin
halinde düzenlenmiş, eleştirel bir yazı olacaktır. Sizden ricam,
bu yöntemi, düşüncelerimi daha iyi açabilmek için bilinçli
olarak kullandığımı bilmeniz ve daha önemlisi, bu yazıyı,
“aslında fazla da
bir şey bilmediğini peşinen kabullenen”,
fakat “içinde
yaşadığı dünyanın ve toplumun sorunlarına duyarsız kalamayan”
bir genç olarak kaleme aldığımı göz önünde bulundurmanızdır.
Sanırım bu sayede, yapacağım muhtemel hataları ve daha önemlisi
“tarzımı” mazur göreceksiniz. Son olarak; bu özelliklerinden
dolayı yazacağım yazı, yer yer kendi cevaplarını vermeye
çalışan, mümkün olduğunca bütünlüklü tek bir soru
niteliğinde olacaktır.
NOT:
Yazıda “vurgular
bana aittir”
yerine “vba”
kullanılacaktır.
Nesnellik Meselesi
Teorik,
tarihsel ve kavramsal tartışmalara girmeden önce, güncel
politik sorunlarımızın çözümünde esaslı bir engel oluşturan
bir yaklaşımın eleştirisini yapmak istiyorum. Sosyal bilimlere ve
sosyal-siyasal olgulara at gözlüğünden bakanların sık sık
yaptıkları ve kanımca, tarihin bizi bu berbat günlere getiren
akışında, ana
olmasa da tali,
bir rol oynamış olan bir hatadan bahsediyorum. Uzun uzadıya
anlatmaya gerek yok; “tek
bir doğru vardır, o da benim ki!”
diyen insanlara o kadar sık rastlıyorum ki, şaşırırsınız!
Bırakınız sosyal bilimleri, fizik gibi bir bilimde bile, dün
doğru
kabul ettiğimizin bugün yanlış
olduğunu ispatlayabiliyorsak, sosyal olgulara çok daha dikkatli
yaklaşmalıyız bence. Sanırım, bilimsel bir tavırla karşıdakinin
görüşlerini ele alıp eleştiren, ele alınan görüşün hangi
açılardan doğru,
hangi açılardan yanlış
olduğunu gösteren ve örneğin, Marx’ın
‘hala’ haklı olduğunu
savunan klasik
yaklaşımla, ortodoks
ya da sekter
bir yaklaşım arasındaki temel farkı bu noktada aramak gerekir.
*
Korkarım
siz de, bu ince çizgiyi ihlal ediyorsunuz. 410. sayfada görüşleriniz
şöyle; “(Kemalizm) Bütün
ulusçu güçleri bu amaç
(emperyalizmi kendi ülkesinde yenmek) doğrultusunda
birleştirir. Maddi
temeli olmayan politik tartışmalara, ayrılık
yaratacak örgütlenmelere ve ulusal mücadeleye zarar verecek
eylemlere izin
vermez.”(vba)
Hiç şüphe yok ki, bu pasajda “maddi
temeli olmayan”
görüşler olarak nitelediğiniz görüşler arasında belki de en
önemlisi, kitabınızın çeşitli yerlerinde “nesnellikten
uzak”
olarak nitelediğiniz dönemin sosyalist hareketleridir. Bu
doğrultuda size göre, yani sizin öznel
görüşlerinize
göre, nesnel
olan görüş diğerlerine baskı uygulamak noktasında meşru ve
haklıdır. Bunu “Türk
Kurtuluş Savaşının 3,5 yıl gibi kısa bir sürede”
kazanılmasının en temel nedeni, olarak görüyorsunuz.
Ayrıca,
size göre, örneğin, Macar Devrimi (s.277) ve Cezayir Devrimi’nin
(s.259), kısa sürede başarılamamasının ya da hiç sonuca
ulaşamamasının en temel nedeni, böyle bir “siyasi
irade”nin
eksikliğinden kaynaklanan, “parçalı
siyasi yapı”
oluyor. Aslında, parçalı siyasi yapının, bu türden
mücadelelerin kazanılmasına engel teşkil ettiği doğrudur. Bunun
en güzel örneğini son 40 yılın Türkiye’sinde buluruz. Fakat
doğru olmayan, bu parçalı siyasi yapıya, gerektiğinde zora
başvuracak, gerektiğinde karşı tarafı yok sayacak bir siyasi
irade eksikliğinin yol açtığıdır. Tam tersine, gücünü
yetkinliğinden alan ve her şeyden önce kendi fikirlerinin
yetkinliğine güvenen, bu yüzden tek bir doğru vardır! diyerek,
diğer görüşleri yasaklamak, ezmek ya da buna gücü yoksa, onlara
hakaret etmek yerine, bu “düşüncelerle
özgür platformlarda tartışmaktan çekinmeyen” bir
anlayışın eksikliği neden olmaktadır. Burada kastettiğim,
düşünceye sınırsız özgürlük vermek değil, asgari müşterekte
birleşenlerin birbirlerinin
düşüncelerine saygı duymasıdır.
Herhalde, anti-emperyalist olduğunu iddia ettiğiniz Atatürk’ün,
örneğin, Nazım
Hikmet’le
bu konuda tam bir fikir birliği içinde olması gerekir.
*
Bir
şey daha eklemek gerekiyor ki, Kemalist hareket, sizin 410.sayfada
çizdiğiniz şablona her zaman uymaz. Örneğin, hepimizin bildiği
gibi, savaş döneminde, savaşım (mücadele) mandacılık
dahil
her türlü tartışmanın yapıldığı bir ortamda yürütülmüş
ve kanımca,
“savaşın
3,5 sene gibi kısa bir sürede”
kazanılmasında,
çeşitli faktörlerin yanısıra bu
“iknaya”
dayalı
siyaset önemli rol oynamıştır.
Fakat savaştan sonra, sizin tanımınıza uyan bir “siyasi irade”
anlayışı çerçevesinde, bu tür tartışmalara izin
verilmemiştir. Bu dönemde, sadece Atatürk’ün
tartışılmasını uygun bulduğu konular, Atatürk
tarafından belirlenen kişilerce tartışılmıştır. Örneğin,
sizin de belirttiğiniz gibi, “mollaların
ikna edilmesi”,
toplum
yapısı göz önüne alınarak “uygun
bulunmuş”,
fakat
sosyalistler, bırakınız tartışmalara dahil edilmeyi “içeri”
atılmıştır.
Bu
anlamda örnekler uzatılabilir elbette, ama asıl önemli olan bu
uygulamalara meşruiyet kazandıran “nesnellik”
kriteridir. Size göre “nesnel”
olan “nesnel
olmayanı”
yasaklamak hakkına sahip olabilmektedir. Fakat neyin “nesnel”
olup, neyin “nesnel
olmadığına”
ancak tarih
karar verebilir. Siz de bu noktadan hareketle, örneğin, Sovyet
devriminin zora dayalı kolektivist uygulamalarının, aradan
70 yıl geçtikten sonra ortaya çıkan
çöküşün temelinde yattığını söylüyorsunuz. Ben bu
görüşünüze katılmakla birlikte, salt köylülere yapılanların
değil, örneğin, Müslümanlara yapılanların da oldukça önemli
olduğunu eklemek isterim. Ancak, korkarım, sizden biraz daha ileri
gidip Kemalizmin
de nesnellikten uzak olduğunu, hatta daha kötüsü, gerçekleri
kasıtlı olarak çarpıttığını ifade edeceğim.
Bu
konuya, ilerde yeri geldikçe değineceğim. Şimdilik şunu
belirtmekle yetineyim: Sizin
de belirttiğiniz gibi, ancak nesnel koşulları olgunlaşmış
devrimler başarıya ulaşabilir. (s.364) Ekleyeyim; nesnel koşulları
oluşmuş hiçbir devrim kolay kolay geri çevrilemez. Bu doğrultuda;
ortada nesnel koşulları oluşmuş bir devrim olsaydı, bundan,
sadece İnönü
ya da Menderes
istiyor diye “180
derecelik bir geri dönüş”
çıkmazdı.
Varlığını
iddia ettiğiniz “geri
dönüş süreci”,
bırakınız toplumun geniş kesimlerinin desteğini almak, geniş
bir toplumsal muhalefet ile karşılaşırdı. Dolayısı ile a)-Ya
Kemalist devrimler sayfa 364’te iddia ettiğinizin aksine,
“kitlelerin
isteklerine ve nesnel koşullara” uygun
değildir ve bu nedenle “geri
dönüş”
süreci toplumun geniş desteğini almıştır. b)-Bir “geri
dönüş”
süreci yaşanmamıştır. Tahmin edeceğiniz üzere ben “b”
seçeneğinden yanayım.
*
Sanıyorum,
bu konuda şunları düşüneceksiniz; “iyi
de Kemalist devrim tamamlanmamıştı ki! Gerekli kadrolar henüz
yetişmemişti. Bu yüzden geri dönüş süreci ‘sancısız’
oldu.”
Bu “kadro”
meselesine yeniden değineceğim, onun için şimdilik sadece şunu
belirteyim; birincisi,
kadroların “varlığı
ya da yokluğu”
da devrimin başarıya ulaşmasına olanak veren “nesnel
koşullardan”
birisidir. Dolayısı ile “kadro”
sorunu var ise, nesnel koşullarda bir eksiklik var demektir.
Böyle
bir bakış açısı ile neden “Leninist”
olmadığınızı anlamak mümkün değil. Çünkü eleştirdiğiniz
uygulamaların hepsi, Stalin
tarafından yapılmıştır. O zaman savaştan sonra 2 sene
yaşayabilmiş Lenin’in
tam bir “sütten
çıkmış ak kaşık”
olduğunu düşünmeniz gerekir. Lenin,
Stalin
gibi bir “zararlıyla”
kıyaslanmayı bile haketmeyecek kadar büyük bir devrimcidir
elbette. Fakat bu gerçek, onu, yapılan bir sürü hatanın
mesuliyetinden kurtarmaz. (Örnek: Parti modeli) Gördüğünüz gibi
ben -2 senelik iktidar süresine rağmen- Lenin’i
bazı konularda eleştirirken, siz, “Atatürk’ün
15 yıllık iktidarının kısalığı”
gibi garip bir gerekçenin ardına sığınıyorsunuz. Bu durumda,
sosyal bilimlere düşen görev; Kemalist devrimlerin başarıya
ulaşması için gerekli nesnel ve öznel koşullar arasına,
“Devrimcinin
ortalama ömrünün 100 seneden fazla olması!”
gibi bir maddeyi eklemektir.
“Nesnellik”
meselesini kapatmadan önce, itiraf etmeliyim ki, Kemalizmin bilimsel
olarak ele alınmasına büyük önem veren sizin gibi bir aydının
(s.112) kitabında, Atatürk’e
yönelik en ufak bir eleştiri de bile bulunmaması beni oldukça
şaşırttı. Aslında, bu sizin yanlı tutumunuzdan çok,
“Atatürk’ün
tabulaştırılması”
meselesinde bile Atatürk’ten
başka herkese suç bulmaya kadar varan bir zaafiyetten
kaynaklanıyor. Yani
tabulaştırma hedefi tam bir zafer kazanmış görünüyor. O kadar
ki; kendi döneminde yüzlerce heykeli yapılan, üstelik de soyadı
“Atatürk”
olan bir kişinin siyasi “güç”
ve “iradesi”
gözlerimizin önünde dururken, “aslında
bütün bu uygulamalara karşı olduğunu”
ve “onu
tabulaştırarak düşüncelerine ihanet etmek isteyen hainlerin bunu
bilinçli olarak yaptığını”
iddia edebiliyoruz.
(Bu
arada benim yazımın da “hain bir karalama kampanyasına” dahil
edilmemesi için şunu akliyeyim; Kemalizm tarihsel açıdan “ileri”
bir harekettir. Sonuç olarak “patrimonial” bir devletin yıkılıp,
yerine bir “ulus-devletin” getirilmesi sürecini hiç kimse
“gericilik” olarak nitelendiremez. Fakat bugüne kadar gördüğümüz
her ileri adım gibi o da kendi “geri unsurlarını”
barındırmaktadır.)
Tarihsel Materyalizm ve İdealist Bir Bakış
Sizin
de çok iyi bildiğiniz gibi Marx’ın
bize bıraktığı “en
önemli miras”
somut olgulara dair tespitlerden çok, “hareketi,
değişimi ve çelişkileri”
esas alan diyalektik
yöntem
ile materyalist
tarih anlayışıdır.
Materyalist
tarih anlayışına göre –kabaca- tarih ancak, sınıfların
yaratılan
artığı
paylaşmak
üzere
verdikleri savaşım ile açıklanabilir.
Örneğin,
Kapitalizmi Feodalizmden ayıran, -bazılarının iddia ettiği
üzere- “meta
üretimi ve ticaretin”
varlığı ya da yokluğu değil, bu iki çağa özgü paylaşım
biçimidir. Feodalizmde artık, senyör tarafından serfin elinden
“zorla”
alınırken, Kapitilizmde sömürü, “özgür
kontrat”
ilişkileri içerisinde yapılır. Mülk sahibi dar bir sınıf,
diğer geniş mülksüz sınıfın yarattığı artığa el
koymaktadır. Her
türlü toplumsal, siyasal dönüşümün çeşitli faktörlerin
birleşimiyle ortaya çıktığını unutmadan, aklımızda tutmamız
gereken bir gerçektir bu.
Siz
Marx’ın
diyalektik yöntemini –Kemalist devrimciliğin de bir özelliği
olarak, “olumlu”
bulurken- materyalist tarih anlayışını pek de benimsemiyorsunuz.
Daha
doğrusu, bu anlayışı, örneğin, Sovyet Devrimi özelinde
uygulamaya çalışır ve Sovyet Rusya’nın çözülüş nedenini,
“üretici
güçlerin ve dolayısı ile sınıfların nicel ve nitel gelişimiyle
çelişen”
bir deneyim olmasında ararken, çözüldüğü iddia edilen Türk
Devrimi’nin bu duruma gelmesini; “kadro
eksikliğine”,
“Mustafa
Kemal’in tek adam olmasına”
ya da “devrimi
koruyacak kadroların yetiştirilemeden Mustafa Kemal’in ölmesine
bağlıyorsunuz”.
(s.855-856-857)
Sanırım
bu görüşün yanlışlığını ortaya koymak için “derin”
tahlillerin yapılması gerekmiyor. Konuyla ilgili olarak daha önce
belirttiğim noktalara tek bir soru ekleyeceğim.
Tek
Adam Teorisi
Bilindiği
gibi, bu ünlü “Tek
Adam”
teorisini ortaya atan kişi Şevket
Süreyya Aydemir’dir.
Bundan da öte Aydemir;
“Dünyada
artık sınıf çelişkisinin yerini, sermayedar memleketlerle
sermayeden yoksun memleketlerin çelişkisinin”
aldığını, “sömürge
nizamının, sınıf çelişkisinin gelişmesine engel”
olduğunu, dolayısı ile “ulusal
kurtuluş hareketlerinin ulusal
ve sınıfsız”
olduğunu, “Türk
devriminin dışarıya karşı anti-emperyalist
içeriye karşı anti-kapitalist
dolayısı ile devletçi”
olduğunu ve son olarak bu açıdan “Türk
Devrimi’nin bir 3. yol”
izlediğini savunmaktadır.1
Bu
görüşler, sizin görüşlerinizle şaşırtıcı bir benzerlik
göstermektedir. Şimdi
soru şu; Eğer Kemalizm ve Türk Devrimi, sizin ve Kadrocuların ona
atfettiğiniz görüşleri taşıyor idiyse, Kadro Hareketi neden
tasfiye edilmiştir? Yani bir devrim, savunduğu görüşleri birebir
kabullenen kişileri, neden “sakıncalı”
bulmuş, Kadro
dergisini 1935 yılında kapatmış ve Y.K.
Karaosmanoğlu’nu
“elçi”
olarak yurt dışına yollamıştır?2
Karaosmanoğlu
ki Atatürk’ün
masasının gediklilerindendir ve örneğin Aydemir
gibi, “kökü
dışarda”
bir kişi de değildir! Bu
kadar kadro sıkıntısı varken, hangi akla hizmet bu yetkin bilim
adamları ve edebiyatçılar, örneğin, “devrimi
anlamaktan uzak”
olan İsmet
İnönü
ya da ilerde “liberalliği
iyice ayyuka çıkacak”
olan Celal
Bayar
yerine başvekil yapılmamış da sürgüne yollanmıştır.
Ya “dünya
savaşlarını önceden görebilen”,
“nesnel”
ve “bilimsel”
Atatürk,
İnönü
ve Bayar’ın
gerçek yüzlerini görememiş, üstelik kendi görüşleriyle
birebir uyuşan Kadro dergisinin kıymetini bilememiştir ya da
Kadrocuların fikirlerinden hoşlanmamıştır. Bence 2. şık daha
mantıklı; Kadrocular, devrime ideolojik dayanak hazırlamaya
çalışırken –üstelik de Faşizmin yükseldiği bir dönemde-
kantarın topuzunu biraz kaçırmış olmalılar.
Halkçılık
Aslında,
ne sizin ne de Kadrocuların –izninizle- idealist
olarak nitelendireceğim görüşlerinize pek şaşırmıyorum. Bu
idealist yorumlar, –şu “Kadro
eksikliği”
meselesi- başlangıçta yapılan bir kabulün zorunlu sonucu olarak
ortaya çıkıyor. Kitabınızın 372. sayfasından aktarıyorum,
şöyle diyor Atatürk;
“Biz
öyle bir parti yapacağız ki, bundan bütün ulusun, hiç ayırım
yapmadan herkesin çıkarını ve yaşam nedenlerini, mutluluğunu
sağlamayı görev edinebilsin... Efendiler, ifade olunur ki, bizim
milletimizin asıl unsuru köylüdür, çiftçidir, çobandır...
Efendiler ülkede büyük çiftlik sahibi kimler vardır, ne kadar
çiftlikleri ne kadar toprakları vardır?... Efendiler bizim
ülkemizde (karşımıza alıp tasfiye edeceğimiz) büyük toprak ve
çiftlik sahibi yoktur... Bundan başka ne var, kasaba ve şehirlerde
özel girişimciler vardır. Köylülerin
çıkarı sağlanırsa bu girişimcilerin çıkarları zedelenir mi?
Hayır,
buna olanak yoktur. Bir
kere bu girişimciler halk için gereklidir... Sonra efendim
kasabalarda orta tüccarlar vardır. Fakat
bu orta tüccarlar da o köylü ve halk için gerekli bir
sınıftır...”(vba)
Atatürk
daha sonra da “büyük
zenginlerin ve işçilerin de sayıca az olduğunu”,
“ulusumuzun
bütün bu unsurlara ihtiyaç duyduğunu”
belirtiyor. Özetle, Mustafa
Kemal’in
nesnel
fikirlerine göre, özel girişimci ve orta tüccar ile köylülük
arasında bir çelişki yoktur. Ayrıca, büyük toprak sahipleri ve
sermayedarlar “sayıca
az olduğundan”
bu sınıfların varlığı toplumsal yapıda “tasfiye
edilecek”
bir çelişki oluşturmaz. Dolayısı ile Halk Partisi bütün bu
sınıf ve katmanları kapsar. Sizin
de dahil olduğunuz Kadrocu tez bu görüşü veri olarak alınca,
Cumhuriyet’in ilerleyen yıllarında ortaya çıkan çelişkileri
açıklamak için başvurulacak tek yol kalıyor; olguları, toplumun
maddi dokusu ile hiç ilişkilendirmeden, “kişisel,
yönetsel yetersizlikler”,
“hainlik”,
ya da “dış
mihrak”larla
açıklamak!
Materyalist Bir Yaklaşım
1923
yılındaki Anadolu’nun sınıfsal yapısı hakkında çok farklı
görüşler vardır. Sanırım, sizin görüşleriniz de bu karışık
tartışmanın etkisinde oldukça çelişkili bir görüntü arz
ediyor. Örneğin, (s.372) Mustafa
Kemal’in
“sınıfsız
toplum”
saptamasına katılıyor, daha sonra (s.428) 10 milyonluk Anadolu’nun
beşte birini oluşturan Kürtlerin, “tam
bir ilkel feodal yapı”
içerisinde yaşadığını belirtiyorsunuz. (Bilindiği
üzere, Feodalizmin en belirleyici unsuru büyük toprak
sahipliğidir!)
Başka
bir yerde (s.408), “toprak
düzeninin bozulmasıyla, büyük toprak parçalarını ele geçirerek
oluşan ayan-eşraf sınıfı, ele geçirdikleri toprakların
mülkiyetine ancak, 1839’da Tanzimat’la kavuşabilmişti.”
diyerek, diğer bir noktaya değiniyorsunuz.
Bu
doğrultuda, 23 Devriminin, “ne
olduğunu”
ve “ne
olmadığını”
ve sonraki gelişmeleri açıklayabilmek için öncelikle Osmanlı
toplumunu oluşturan sınıfsal yapıyı doğru tahlil etmek
gerekiyor! Haldun
Gülalp’in
konuyla ilgili görüşlerini –kabaca- aktarmama izin verin
lütfen.3
Gülalp’e
göre; Osmanlı, başlangıçta “vergisel” (tributary) üretim
tarzına sahip “patrimonial” bir devletti. Bu yapı doğal
olarak, “devlete doğrudan bağlı” sosyal gruplar oluşturmuştu.
Bu gruplar, hiyerarşik bir yapılanma içerisinde toplam artıktan
“paylarına düşeni” alıyordu. Ayrıca, anılan sebeplerle,
varlıkları “Osmanlı’nın varlığına ve bağımsızlığına”
doğrudan bağlıydı. Tanzimat Fermanı ve sonrasında ilan edilen
Islahat Fermanı’nın getirdiği, Osmanlı’nın “dünya
kapitalizmine entegrasyonunu”
amaçlayan, “toprakta özel mülkiyet hakkının tanınması”,
“vergilendirmede tam eşitlik”, “bireylerin devlet karşısında
eşitliği” gibi uygulamalar, hem “ticaret sermayesinin”
güçlenmesini sağlıyor hem de küçük köylünün zararına bir
“büyük toprak sahipliği” yaratıyordu. Bu yeni sınıfların
ortaya çıkması, yönetici gruplar açısından, küçük köylüden
toplanan artığa yeni ortakların çıkması anlamına geliyordu.
Çelişkileri
arttıran bir diğer faktör, sınıfsal çelişkilerin, etnik
çelişkiler ile çakışması ve ticaret sermayesi gayrımüslimlerin
elinde iken, toprağın Müslümanların elinde olmasıydı. Bu
açılardan üç dört ayrı yöne doğru çekilen Osmanlı, çareyi
Osmanlıcılığa
başvurmakta buldu. Buna göre; dinsel farklılıklara bakılmaksızın,
devlet sınırları içinde yaşayan herkes “Osmanlı” ve “eşit”
sayılacaktı. Bütün bu kararlar, gayrımüslimleri etkileyen
bağımsızlık fikirlerinin önüne geçmek bir yana, bu görüşleri
kuvvetlendiren bir unsur oldu; çünkü gayrımüslimler entegrasyon
sürecinin ve buna bağlı olarak ortaya çıkan “eşitlikçi”
yeniliklerin, Osmanlı’nın değil, diğer devletlerin inisiyatifi
doğrultusunda gerçekleştiğini farkındaydı. Bu, onların varolan
“bağlılık” duygularını bile törpülüyordu.
Müslüman
unsurlar, hem “ayrıcalıklarını kaybetmekten” hem de
gayrımüslimlerin “ulusal bağımsızlık hareketlerinden”
oldukça rahatsızdı. Bütün bu faktörler “Osmanlıcılık”
fikrini iflasa sürükledi. Bu ortamda, “Osmanlıcılık”ın
yerini alan “İslamcılık” ise ancak Arap’ların
başkaldırısına kadar sürecekti. Buraya kadar aktardıklarım
Haldun
Gülalp’e
ait görüşlerdi. Gülalp
sonrasında şu eklemeyi yapıyor; “Bu
eğilimler, sonunda, Müslüman ve Türk unsurların ticaret
sermayesine sahip gayrı-müslim kesimlerin yerine geçirilmesi
amacını taşıyan ve 1908 Genç Türk rejimi ile başlayıp,
Kurtuluş Savaşı ile sona eren süreci başlattı.”
(s.170,
vba) (Eklemeliyiz ki bu sürecin, gerçek anlamda sona ermesi “1942
varlık vergisi” ile olmuştur.)
Avcıoğlu'nun
Görüşleri
Bu
son saptamanın doğruluğunu, Doğan
Avcıoğlu
ile teyit etmeye çalışacağım.4
Avcıoğlu
Türkiye’nin
Düzeni’nin
s.263’ten başlayan “Milli İktisat Denemesi” adlı bölümde;
1914
yılından başlamak üzere,
tarımın gelişmesi için “kooperatifler” kurulması, “köylü
eğitim kampanyalarının” başlatılması, “milli bankalar”
kurulması, ve “çiftçi” ve “sanayiciye” krediler açılması
gibi –1923’ten
sonra da göreceğimiz-
uygulamaların yanı sıra, bakın neler anlatıyor; “(Almanların
şiddetli itirazlarına rağmen) Türkiye
1914 sonbaharında kapitülasyonlardan kurtulmuş bulunuyordu.
Yabancıların statüsü ile ilgili bir kanunla, yabancıların eski
imtiyazına son verilmiş, vergide tam eşitlik sağlanmıştır...
Tarım alet ve makineleri gümrüksüz ithal edilecektir. Buna
karşılık, yerli tarım ürünleri ve çimento, dokuma gibi yerli
sanayi, ağır gümrük tarifeleri ile korunacaktır... İmtiyazlı,
yabancı şirketlere bol sayıda Türk personel kullanma ve bunları
iş hayatına alıştırma yükümlülüğü konmuştur. Böylece
geleceğin Türk işadamlarının yabancı kumpanyalarda bir cins
staj görmesi sağlanmak istenmektedir.
İmtiyazlı
yabancı kumpanyaların defterlerini ve yazışmalarını Türkçe
yapması kararlaştırılmıştır. Bu tedbir de dolaylı yoldan Türk
personel kullanılmasına yol açmaktadır.
Ayrıca firmalar tabelalarını Türkçe yapacaklardır...
Demiryollarını
yabancıların elinden kurtarmak amacıyla, Türk demiryolcularını
yetiştirmek için okul açılmıştır. Hıristiyan nüfus, Türk
nüfusundan hızlı çoğaldığından, Türk nüfusunu, teşvik
tedbirleriyle arttırma kampanyasına girişilmiştir...
Kooperatifçilik yalnız tarımda değil, şehirlerde de ticareti
yabancıların elinden kurtarmak amacıyla teşvik
edilmiştir.”(s.263-265,
vba)
Avcıoğlu
(s.266-267)’de şunları ekliyor; “Ne
var ki, özlemi çekilen Türk
ve Müslüman müteşebbis,
devlete yakınlığın verdiği avantajları, daha çok ticaret
alanında kullanacaktır... Bu sınırlamalar
(gıda ve ticaret sınırlamaları), devlete,
dilediğini zengin etme olanağını getirecek ve bu olanak, devlet
eliyle ‘milli
tüccar’
yaratma amacıyla değerlendirilecektir.”
Avcıoğlu’nun
anlattıkları,
bize, en başta, İttihat ve Terakki’nin “ticaretin,
Müslüman-Türk kesim tarafından ele geçirilmesi”
amacını taşıdığını gösteriyor.
Olaya böyle bakınca, “hayalperest” ve “ütopik” Enver
Paşa’nın
marifetlerinin, “3.Dünyacı ve anti-emperyalist” Atatürk’ün
icraatlarına bu kadar benzemesinin nedenini anlamak kolaylaşıyor.
Hazır İttihatçılardan bahsetmişken Erik
Jan Zürcher’in
tezlerine de kısaca bir değinelim isterseniz. Biliyorsunuz, bize
liselerde Zürcher
gibi tarihçiler pek okutulmuyor. Aksi takdirde, “Atatürk’ün
Samsun’a İttihatçı Karakol Cemiyeti tarafından yollanmış
olabileceğini”,
“Müdafai
Hukuk Cemiyetleri’nin Talat ve diğer İttihatçılar tarafından
kurulduğunu”
öğrenen nesillerin kafası bulanabilir ve savaşın “Atatürk’ün
dehası sayesinde kazanıldığı”
konusunda şüpheye düşebilirlerdi.5
“Atatürk’ün
Samsun’a nasıl gittiği”
konusunu, Turgut
Özakman’dan
da kontrol ettim ve bu konunun “tam
bir muamma olduğunu”
–Zürcher
de sadece olasılıklar
üzerinde duruyor- öğrendim.6
Hal böyle olunca, hemen her adımı “bilinen” Kurtuluş
Savaşı’nın, bu kısmının neden ‘muamma’ olarak kaldığını
merak ediyor insan. Saklanan bir şeyler mi var acaba?
Gülalp
(1994)’in tezleri ve Avcıoğlu’nun
aktardığı olgular ışığında, şunu kolaylıkla saptayabiliriz;
1923’e gelindiğinde Anadolu’da gayrımüslim azınlığın
elindeki ticaret sermayesi –büyük oranda-, Müslüman-Türk
kesimin eline geçmişti. Ayrıca büyük bir “küçük köylü”
sınıfın varlığına rağmen, siyasal hayatta aktif rol
üstlenebilecek, devlet mekanizmasını kendi brikim sürecine alet
edebilecek güçte “büyük toprak sahipliği” vardı. Bu
anlamda, Ermeni ve Rum’lar tarafından boşaltılan arazilerin
büyük toprak sahipleri tarafından kapatılmış olduğu gerçeği
(Avcıoğlu, s.354), ve yine savaşın yarattığı karaborsa
zenginlerinin önemli gücü, altı çizilmeye değer diğer
faktörlerdir.
Sınıfsal
Yapı
Özetle,
Kemalist Halkçılık tezi –batılı toplumlardakinden tamamen
farklı nitelikte olsa da, varolan önemli sınıfsal çelişkileri,
“önemsizmiş ya da yokmuş” gibi göstermeye çalıştığından,
kasıtlı bir çarpıtma örneği oluşturur. Sınıfsal çelişkiler
“o
kadar önemsizdir”
ki, 1913 yılında, Anadolu’da –kaba rakamlarla- 80
bin aile topraksızdır. Sayısı 50 bini bulan toprak ağaları
vardır ve ekilen arazinin yüzde 65’ini ellerinde tutmaktadırlar.
950 bin köylü ailesinin büyük kısmı bu ağaların eciri,
yarıcısı ya da marabası durumundadır. (Avcıoğlu,
s.187) Kaldı
ki köylü ile tüccar-tefeci; işçi ile sanayici-kapitalist
arasında uzlaşmaz karşıtlıklar vardır, ve “bu sınıflar
nicel olarak az ya da çok gelişmiş” diye, varolan çelişkiler
inkar edilemez. Ayrıca, bu çelişkiler “yok” idiyse bile adeta
“varedilmiştir”. Çünkü, Kemalist tezin iddiasının aksine,
CHP –tıpkı bu tezi savunan Bonapartist ve Faşist partiler gibi,
hiç bir zaman “sınıfsız
bir halkın partisi”
olmamıştır. Bu iddianın doğruluğunu ispatlamak için, Atatürk
tarafından atanan milletvekillerinin sınıfsal kökenine –Adnan
Menderes’i
hatırlayalım, ya da CHP üyelerinin “balolu”, “fraklı”,
“bilardo masalı”, eğlence anlayışlarına dikkati çekmek
yeter sanıyorum.
Bütün bu örnekler yetmiyorsa, “CHP’nin sınıfsal kökeni”
ve –önemsiz olduğu iddia edilen- “sınıfsal çelişkilerin
önemi” hakkında bizlere fikir verecek bir iki uygulama aktarayım.
“(Ziraat
Bankası), açılan
krediye sağlam teminat istemektedir. Bu yüzden muteber kefil veya
teminat bulamayan köylü kredi alamaz... Krediyi Ziraat Bankası’ndan
tüccar ve esnaf yüzde 10 faizle almakta, köylüye normal olarak
yüzde 80-120, fevkaladeden yüzde 500 faizle kendisi vermektedir.”
(Avcıoğlu, İlhan Başgöz’den aktarıyor, s.378, dipnot-vba)
“Öte
yandan, 1923 Türkiye’sinde bir toprak reformu ihtiyacı
duyulmuyordu... Ekilmeyen geniş toprakların varlığı toprak
talebi baskısını frenliyordu. Fakat
toprak reformu yapılmayışındaki esas engel eşrafın gücünden
ileri gelmiştir. Rum ve Ermeni arazisini,
Kurtuluş
Savaşında şehit düşen askerlerin ailelerine dağıtma teklifi
dahi yankı bulmamıştır.”(Avcıoğlu,
s.354-vba)
Son
olarak, “devletçilik yıllarında” sınıfsal çelişkileri
örneklemesi bakımından; “(Devletin yoğun olarak dokuma yatırımı
yapmasından dolayı-y.n)... pamuğun
ticaret hadleri için geçerli olan düzelmenin, örneğin, buğday
için geçerli olmaması dikkat çekicidir. Devletçilik dönemi
boyunca buğdayın gerek pamuk gerekse sınai ürünler karşısındaki
ticaret hadleri gerilemesini sürdürmüştür. Burada
önemli olan nokta, pamuk genellikle büyük toprak sahiplerince
üretilen bir ürün iken, buğdayın genellikle küçük ve orta
çiftçilerce üretilen bir ürün olmasıdır. Üstelik buğday
temel bir ücret malı niteliğinde olduğu için buğday
fiyatlarının düşmesi, sanayide ücretlerin de düşmesi anlamına
gelir.”7
Örnekler
kolaylıkla çoğaltılabilir, fakat şurası açık ki, o dönemde
toprak sahipleri ve ticaret sermayedarları siyasete –ve CHP’nin
uygulamalarına- açıkça hâkimdir. Dahası “önemsiz olduğu”
ya da “var olmadığı” iddia edilen çelişkiler açıkça
mevcuttur. Unutmadan belirtelim, Atatürk’ün
kendisi de banka kuracak kadar büyük bir sermayeye ve 7 adet büyük
çiftliğe sahiptir.(Avcıoğlu, s.371) Gerçi, İnönü’ye
göre, “Gazi’nin kişisel birikimi” ile kurmuş olduğu bu
çiftlikler hazineye bağışlanmıştır ama (s.372), korkarım
İnönü,
benzer nitelikteki servetini bağışlamayı unutuvermiştir.
Konu servetin bağışlanması
ya da bağışlanmaması değil, “bütün halkı temsil ettiğini”
söyleyen bir kişinin, maddi durumunun bu iddiayı yalanlar
nitelikte olmasıdır. Ayrıca sanıyorum, ortada açık bir “siyasal
etik” sorunu vardır. Örneğin, Hüsamettin
Özkan
“kişisel birikimini” hazineye bağışlamaya kalksa her şeyi
unutuverecek miyiz?
*
Bölümü
bitirmeden önce bir nokta daha ekleyeceğim; Cumhuriyet Devriminin
ve doğal olarak sonrasındaki uygulamaların, sınıfsal-maddi
temelini anlamak için, işi Tanzimat Fermanı’na kadar götürmeye
gerek bile yoktur –yapılan saptamaların doğruluğu su götürmez
olsa bile. Çünkü
sadece Kurtuluş Savaşının sınıfsal tahlili dahi bize gerekli
ipuçlarını verir.
Şöyle ki; Kurtuluş Savaşı “halk” tarafından hiçbir şekilde
desteklenmemiştir. Savaşın dayandığı tek sınıf “ayan-eşraf”
sınıfıdır. Onların da tek derdi, mallarını korumak ve
kendilerine saldıran Ermeni ve Rum’ların mallarına el koymaktır.
Savaşı yürüten sınıfın, savaş sonrası dengelere damgasını
vurması kaçınılmazdır. Avcıoğlu,
savaşın maddi temeli ve motivasyonu hakkında şunları anlatıyor;
“Anadolu
eşrafı da büyük devletlerin himayesine razıdır... Mesela
İtalyan’ların el koyduğu bölgelerde eşrafın bir şikâyeti
görülmemiştir.” (s.286),
“Nitekim
İtalyan bölgesinde eşraf genellikle Milli Kurtuluş Savaşına
karşı olumsuz bir tutum takınmıştır.” (s.287),
“Buralarda
(Çukurova) düşmana
karşı direnme, Fransızların yönetiminde Ermenilerin Türkleri
kitle halinde yok etmesi ve servetlerine
el koyması üzerine başlayacaktır.”(s.289-vba),
“Yunanlıların
başta
eşraf, Ege
Türk nüfusuna karşı giriştikleri ırz,
mal ve can güvenliğini
ortadan kaldıran zulumdür ki, eşrafın
tutumunu değiştirmiş
ve eşraftan
kişilerin öncülüğünde
Kuvayı
Milliye Müfrezeleri
kendiliğinden doğmuştur.”(s.290-291-vba).
Avcıoğlu
s.188’de köylünün 1910’lu yıllarda nasıl bir psikoloji
içinde bulunduğunu şu şekilde anlatıyor: “Köylü
askerlikten yılmıştır. Askere gitmemek için elinden geleni
yapmakta, fırsatını bulunca kaçmaktadır.” Ermeni
ve Rum katliamları, bir miktar hareketlenme yaratmış olsa dahi,
asker kaçaklarına en ağır cezaları öngören kanunların
çıkarılması, köylünün gönülsüzlüğünün bir kanıtı olsa
gerektir. Özetle, “ulusal” Kurtuluş Savaşımızın temelinde,
“ulusal” sözcüğünün muğlâklığıyla gizlenen böyle bir
gerçek yatar.
Son
olarak şunu da belirteyim ki, Halil
Berktay
ve Perinçek’in,
Türk Devrimini “Anti-emperyalist
Burjuva Devrimi”
olarak gören düşüncelerine de katılmıyorum. “Bu türden
devrimlerin var olup olmadığı” tartışması bir yana, böyle
devrimler, kendi pazarına hakim olmak isteyen bir “sanayi
burjuvazisi”
gerektirir. Oysa, Türk Devriminin hakim sınıfları, doğası
gereği “komprador”
olan “büyük
toprak sahipleri”
ve “tüccarlardır”.
Ortada sanayi burjuvazisi namına hiçbir şey yoktur.(Gülalp, 1994)
Kemalizmin
Tarafsızlığı
Yukarıda
anlatılan tipte –çelişkileri yok sayan- bir halkçılık
anlayışı kabul edildiğinde, Kemalizmin,
“sağdan
ve soldan her görüşe karşı ortak tavır gösterdiğini”
savunmak son derece tutarlı olacaktır. Nitekim s.410’da şunları
söylüyorsunuz; “Çerkez
Ethem, Enver Paşa, İttihatçılar ve ‘sosyalistler’ aynı tavrı
görmüşlerdir”.
İttihatçılık ve Kemalizm arasındaki büyük benzerliklere,
yukarıda kısaca değinmiştik. Bu doğrultuda şunu açıkça
belirtelim ki; Ethem
ve Enver
ve Kara
Kemal
ile Kara
Vasıf
gibi diğer İttihatçılar ile Atatürk
arasında açık bir iktidar mücadelesi vardır. Bu
kişilerle Atatürk
arasındaki temel çelişki görüşlerde değil, iktidar
sorunsalındadır. Bildiğim
kadarıyla, 1938’e kadar, görüşlerinden
dolayı
içeri atılmış bir faşist
ya
da ırkçı
yoktur. Dahası
“faşistleri” ya da “İttihatçıları” görüşlerinden
dolayı cezalandırmak üzere bir tek kanun maddesi dahi mevcut değil
iken, Faşist İtalya’nın ceza kanundan alınma –üstelik
ağırlaştırılmış, ünlü 141 ve 142, sadece komünistleri
değil, toprak reformu isteyenleri bile ölüme kadar varan cezalarla
tehdit etmektedir.
(Şişmanov,
s.134) Tabi Türkiye aydınlarının başına onyıllar boyunca bela
olan bu maddelerin, “Atatürk’e
rağmen ithal edildiği”
ve “Atatürk’ün
bir anlık boşluğundan faydalanan, bir kısım hainlerin bu haltı
yediği”
gibi komik iddialara papuç bırakmayacaksak, sola karşı açık bir
saldırının varlığını kabul etmeliyiz.
Devletçilik
ve 1923-1930 Dönemi
S.412’de
Atatürk’ten
şu alıntıyı yapıyorsunuz; “...Devletçiliğin
bizce anlamı şudur; kişilerin
özel teşebbüslerini
ve kişisel faaliyetlerini esas
tutmak;
fakat büyük bir ulusun ve geniş bir ülkenin bütün ihtiyaçlarını
ve
(bu uğurda) pek
bir şey yapılmadığını göz önünde tutarak
ülke ekonomisin devletin eline almak.”(vba)
Kanımca, bu yazıyı kim okursa okusun, şöyle bir sonuç çıkartır;
“ihtiyaçların giderilmesi konusunda bir şey yapılamadığı
için yani bir zorunluluk
olarak, fakat her halükarda “özel girişimi” esas
tutarak,
ekonomiyi devletin eline almak”. Ne var ki, siz benim yorumuma
katılmıyor –Atatürk’ün
söyledikleriyle çelişmek pahasına, şu saptamayı yapıyorsunuz;
“Devletçilik,...
koşulların gerekli kıldığı bir zorunluluk değildir, idolojik
bir tercihtir... Kemalizmin sosyal devlet anlayışı ve ulus-devlet
hedefleri, devletçiliği
zorunlu kılan
esas nedenlerdir. Tekel egemenliğinin yerleştiği 20.yy’da
kapitalizm, mali ve sınai gücün belirleyici olduğu ekonomik bir
sistem oluşturur. Doğası gereği, yerli yabancı ayırımı
yapmadan, sermayenin tümüne eşit koşullar sağlanmasını ister.
Böyle bir ortamda da ‘ulusal ekonominin’ yaratılması ve
korunması gibi bir politika yürütülemez.
Bu nedenle Kemalizmde devletçilik, ideolojisini tamamlayan temel ve
ilkesel bir kavramdır.”(
s.413-vba)
Dikkatli
bir şekilde okunduğunda bu yaklaşım şu önermeleri kapsar; a)-Az
gelişmiş
bir ülkenin tekelci kapitalizm çağında, kalkınmak, ulusal bir
ekonomi yaratmak, bu ekonomiyi korumak ve sosyal devlet ilkesini
hayata geçirmek için “kapitalizm dışı” bir yola başvurması
gerekir. b)-Devletçilik “kapitalizm dışı” bir yoldur. “a”da
“az
gelişmiş”
eklemesini
kasıtlı olarak yaptım; çünkü bu terimi çıkardığımızda
yaptığınız saptamanın hiçbir anlamı kalmıyor. Böyle bir
yaklaşım, bizi zorunlu olarak, tekelci faşist Almanya, ya da
tekelci Amerikan kapitalizmlerinin ya “yerli-yabancı” ayrımı,
dolayısı ile “korumacılık” yapmadığına ve bu yüzden
“ulusal” olmadığına ya da buralarda kapitalizmin var
olmadığına; dahası, “sosyal
devlet”
ilkesinin, gelişmiş kapitalist ülkeler dahil, hiç bir yerde var
olmadığına ya da bu ülkelerin “kapitalist” olmadığına
götürür ki; bunların hiçbirisi doğru değildir. Bu açıdan
önermeleri “az gelişmiş” ülkeler özelinde incelemek daha
sağlıklı olacaktır.
İki
önerme birlikte şunu anlatıyor; “20.yy’da, az gelişmiş bir
ülke kalkınmak, ulusal bir ekonomi yaratmak, bunu korumak ve
“sosyal-devlet” ilkesine bağlı kalmak için devletçiliğe
başvurmalıdır.” Bu, kısmen doğru bir saptamadır, fakat ne
yazık ki, esas soruya cevap vermemektedir. Cevaplamaya çalıştığımız
soru şu; “Kemalizm, devletçiliğe zorunlu olarak mı başvurmuştur
yoksa bu ideolojik bir tercih midir?” Sizin bu soruya verdiğiniz
cevabın özeti aynen şudur; “Devletçilik, zorunluluk değil
ideolojik bir tercihtir, çünkü tekelci kapitalizm çağında,
ulusal bir ekonomi kapitalist yöntem ile yaratılamaz.”
Diğer bir deyişle; “Devletçilik
zorunluluk değil, ideolojik bir tercihtir, çünkü devletçiliğe
başvurmak zorunluluktur!”
Korkarım bu tür çıkarımlar literatürde “totoloji”
olarak adlandırılıyor. Zaten s.409’da aynen şunları
söylüyorsunuz; “Bu
koşullarda, sanayileşme girişiminin devlet öncülüğünde
yürütülmesi kaçınılmaz bir sonuçtur.”
Şimdi
ikinci önerme ile ilgilenmek istiyorum. Bu sayede “devletçiliğin”
hangi durumlarda ideolojik bir tercih olduğunu da açmaya
çalışacağım. “b”
önermesine göre; “Devletçilik
kapitalizm dışı bir sistemdir.”
Devletçiliği
tanımlamaya çalışırken, kanımca, işe iki ayrı tür
“devletçiliğin” varlığına değinerek başlamamız gerekiyor.
Bunlardan
birincisi –SSCB’nin NEP dönemini örnek gösterebileceğimiz
türden, kapitalist üretim biçimini ideolojik olarak mahkûm eden
bir devletçiliktir.
Buna
göre, sosyalizme geçiş aşamasında, gerekli toplumsal dönüşümler
bir anda gerçekleştirilemediğinden, sadece küçük kapitalist
işletmeler varlığını sürdürebilecek, fakat toplumsal artığın
büyük kısmını yaratan büyük işletmeler kamulaştırılacaktır.
“Artığı yaratan sınıf” doğrudan iktidardadır veya bunun
mekanizmaları aranmakta ve bu sayede artığı yaratan sınıfın,
kendi yarattığı artığı istediği yöne kanalize edebilmesi
amaçlanmaktadır. Burada
–kapitalizmin ideolojik olarak mahkûm edildiği bir ortamda,
kapitalist işletmelerin varlığı, bir “zorunluluk”,
“devletçilik” ise sınıfsal çelişkilerin varlığı üzerine
kurulu bir doktrine dayanan, ideolojik bir tercihtir. Bu türden bir
devletçilik, şüphesiz, “kapitalizm dışı”
bir
sistem olarak nitelendirilmelidir.
İkinci
tür devletçilik ise kapitalist üretim biçiminin, ideolojik olarak
mahkum edilmediği bir ortamda oluşur ve iki ayrı amacı olduğu
söylenebilir; a)-Kapitalist
ilişkilerin ve bunu oluşturan sınıfların yeniden üretilmesini
ve devamlılığını, b)-Bu ilişkilerin ortaya çıkması ve
gelişmesi amacını taşır.
“a” tipine en uygun ülkeler olarak İskandinav ülkelerini
görürüz. Dahası, 1929 Bunalımının ve bunu takiben gelen
2.Dünya Savaşı’nın ardından, benzer “devletçi”
uygulamalara en gelişmiş kapitalist ülkelerde de başvurulmuştur.
Örneğin buhrandan sonra, “New Deal” uygulamaları, ya da
“sınıflı üretim tarzı sonucu ortaya çıkan talep eksikliğini”
aşmaya yönelik olan ve Keynesgil iktisat ile teorik temelini bulan
“sosyal devlet” uygulamaları bu çerçevede
değerlendirilmelidir. Kapitalist üretim biçimi ve onun sınıflarını
yeniden üretmeye yönelik kamu harcamaları, gelişmiş kapitalist
ülkelerde GSMH’nin yüzde 50’sine yaklaşmaktadır. Dolayısı
ile bu tip devletçiliği “kapitalizm dışı” olarak görmek,
bizi gelişmiş kapitalist ülkelerde “kapitalizmin” var olmadığı
gibi saçma bir sonuca götürür. Bu tip devletçilik, “kapitalizm
dışı” olmadığı gibi, kapitalizmin varlığını sürdürmesinin
temel dayanağıdır.
Bu türden bir devletçiliğin dozu arttırılabilir ya da
azaltılabilir. 1945 sonrasında gördüğümüz yoğun devletçi
uygulamalar, 1980 sonrası neo-liberalizm dalgası ile azaltılmaya
başlamıştır.
“b”
şıkkında anlatmaya çalıştığım devletçiliği, en özgün
olarak Japon
sınaileşmesinde
buluruz. Kitabınızda anlattığınız gibi; Karma ekonomiyi
başarılı bir biçimde işleten, kalkınmada devletin öncülüğünün
belirleyici olduğu, korumacılık ile beslenen, devletin
özel girişime “bütün olanaklarını” sunduğu;
fakat uygulanacak ekonomik politikalarda ağırlıklı olarak söz
sahibi olmayı bırakmadığı bir sermaye birikim sürecidir
bu.(s.126-128) İsterseniz önce şu “devletin
bütün olanaklarının”
nereden geldiğine bir göz atalım –siz atlamışsınız. Japon
tarihçi Yamada’dan
aktaran Avcıoğlu
şöyle diyor; “19.yy’ın
ilk yarısında, yani feodal sömürünün şiddetlendiği bir
dönemde, direkt üreticinin elinde tarım üretiminin yüzde 39’u
kalmaktaydı. Meiji Hükümeti’nin tarım reformundan sonra bu oran
yüzde 32’ye düşmüştür.” (s.87-vba)
Devam ediyor; “Demek
ki Japonya’nın
kapitalist gelişmesinin temelinde
gerçek
üretici köylünün, prekapitalist
dönemdekinden de ağır biçimde sömürülmesi
olayı yatmaktadır.” (vba)
Ayrıca Avcıoğlu
s.98’de, Japon Sanayileşme hareketinin, köylüden
sağladığı bu kaynağı
müteşebbis yaratmak amacıyla doğrudan, prekapitalist
düzenin hakim sınıflarına aktardığını,
fakat bu sermayenin, merkantil faaliyetlerden sanayiye bir türlü
yönelmediğini belirtiyor ve ekliyor; “Demek
ki devlet eliyle zengin edilen ticaret burjuvazisi, Japonya’da
sinai kapitalizme geçişi kendi başına tamamlayamayacaktı...
Devletin
açık ve enerjik desteği zorunluydu.”
(vba)
Devletçe kurulan fabrikaların, 1880’den sonra “halka”
devri konusunda bakın neler anlatıyor; “Görüldüğü
gibi
(tablodan) girişimler
karlı hale gelince, maliyetlerinden
çok ucuz fiyata devredilmiştir.
Ayrıca çok uzun ödeme süreleri tanınmıştır. Kısaca,
devir işi, devletin kapitalistlere bir hediyesidir.”
Sayfa
128’de belirttiklerinize katılmamak mümkün değil; “bütün
bunlar Türkiye ile büyük benzerlikler gösterir.”
Bence Türkiye ile Japonya arasında çok temel bir fark var. Bu
konuya sonra döneceğim. Şimdilik başlangıçtaki soruya geri
dönmek istiyorum; “b” tipi devletçilik “kapitalizm
dışı”
olarak nitelendirilebilir mi?
Böyle
bir sistemde hakim üretim biçimine kapitalist diyemeyiz. Fakat
bu tip bir devletçilik “kapitalizm dışı” da olamaz, çünkü
bu terim, “kapitalizmden sadece üretim biçimi itibarıyla değil
ideolojik olarak” da ayrılan bir sistemi ima eder.
Hâlbuki Japonya’da “devletçilik” ideolojik bir seçimin
değil, yapısal eksikliklerin bir ürünüdür. Amaç, mevcut sınıf
yapısının üzerine kapitalist ilişkiler inşa etmektir. Bu
sayede, mevcut sınıfsal hiyerarşi, kendini yenileyerek var edecek,
“ulusçu Japon devletçiliği”, kapitalist-emperyalist bir
sisteme dönüşecektir. Bahsettiğimiz devletçilik, “kapitalizm
dışı” değil, “kapitalizm öncesi”, geçici ve zorunlu bir
devletçiliktir.
İktisadi
Sistem
Gelelim
1923 sonrasında Türkiye’de nasıl bir iktisadi sistemin var
olduğu konusuna. Size göre devletçilik, “1923
sonrası hemen uygulamaya konulmuş fakat 1929 buhranından sonra
yoğunlaştırılmıştır.”(s.418)
İtiraf etmeliyim ki böyle bir yaklaşıma ilk defa rastladım.
Örneğin Avcıoğlu
bile –ki kendisi de Kadrocu teze yakındır, 30’lu yıllara kadar
geçen dönemi “devlet
eliyle kapitalist yaratma süreci”
olarak nitelendirir. Ben bu noktada ne size ne de Avcıoğlu’na
katılmayarak, bu dönemi “liberal”
olarak adlandıracağım.
Dönemin
neden “liberal” olduğunu, –ki diğer iki tanım da bir
“sınaileşme amacı taşındığını” varsayar- açmak
istiyorum; Gülalp
(1987), Kurmuş’tan8
aktararak şunları söylüyor; “1920-1930
yılları arasında kurulan
14
hükümetin programlarında sanayi ve sanayileşme süreci ile ilgili
tek bir kelime bulmak mümkün değildir.
Dolayısı ile sanayinin korunmasına yönelik bir gümrük
politikasından da söz edilmemektedir.”
(s.22, dipnot-vba) Liberalizmi üç belirleyeni olan bir iktisat
politikasına indirgersek, dönemin tam anlamıyla liberal olduğunu
söyleyebiliriz. Bu üç bileşeni, “dış
ticarette serbesti”,
“kambiyo
rejiminde serbesti”,
ve “ağırlığın
özel sektöre verilmesi”
olarak tanımladığımızda, dönemin “liberal” olmadığını
söylemek için hiçbir neden kalmaz. “Dış Ticarette Serbesti”
konusunda Lozan’ın getirdiği kısıtlamalar sık başvurulan bir
mazeret olsa da gerçek nedeni burada aramak yanlış olacaktır.
Çünkü,
Lozan’ın getirdiği kısıtlamaları aşmaya yönelik alternatif
önlemlere başvurulabileceği halde böyle bir girişimde
bulunulmamıştır.(Gülalp,
1987, s.22)
Gülalp
bunların neler olabileceğini belirtmiyor. Bana göre, bu
önlemlerden birisi; lüks
tüketim mallarını büyük şehirlere uzak gümrük kapılarından
sokmak olabilirdi.
Böyle bir sistem o günün ulaşım koşulları göz önüne
alındığında, maliyete yapacağı büyük eklemeden dolayı kesin
çözüm verebilirdi. Lozan anlaşmasında böyle bir uygulamayı
engelleyebilecek bir hüküm bulunmuyor –en azından ben bulamadım.
Böyle bir önlemin akıl edilmesi ise fazla zor görünmüyor,
nitekim 2000
yılında Ecevit Hükümeti bile böyle bir uygulamayı gündeme
getirmişti.
Bir
diğer yöntem, arttırılamayan gümrük vergilerinin yerine
lüks
tüketim vergileri koymak
olabilirdi.
Kambiyo
rejiminde serbestinin
maliyetini Avcıoğlu’ndan
dinleyelim. “Bir
kambiyo kontrolünün yokluğundan, Türk Parası, borsada bir
spekülasyon konusu olmaktadır. Türkiye’de İngiliz Lirasına
çevrilen servetler, dışarıya akmaktadır. Sıkı bir kambiyo
kontrolü ve bir Merkez Bankası, ancak 1930 yılından sonra
kurulabilecektir.”(s.369-vba)
Avcıoğlu,
Lozan’a bağladığı dış ticaret rejimi hakkında da şunları
söylüyor; “Bu
yüzden sanayiin ciddi bir himayesi sağlanamadığı gibi, çoğu
büyük şehirlerdeki varlıklıların tüketimine giden aşırı
ithalat, ödeme dengesinde büyük açıklar yaratmaktadır.
Cumhuriyet Türkiyesi, uzun yıllar döviz kaynaklarının önemli
bir kısmını, Avrupa sanayinin tüketim mallarına yatıracaktır.
1927 yılında tüketim malları, ithalatın yüzde 70’ine
ulaşmaktadır.”(s.369-vba)
Böylece, üç bileşene indirgediğim liberalizmin iki
belirleyenini, 1923-1930 arası döneme uygunluğu açısından ele
almış oldum.
"Devletçi
sanayileşme
Üçüncü
bileşeni, yani “özel
sektöre ağırlık verilmesi”
meselesini, Avcıoğlu’nun
aktardığı onlarca diğer olayı bir kenara bırakarak, sadece,
sizin “devletçi
sanayileşme”
programına örnek olarak gösterdiğiniz icraatlar (s.417)
çerçevesinde değerlendireceğim. Bunlardan ilk ikisinin,
“devletçilikle”
hiç alakası olmadığı şüphe götürmez ya “sınaileşme”
konusunda genel politikaya istisna
oluşturdukları söylenebilir. Bu iki istisna, 1925 Sanayii ve
Maadin Bankası’nın kurulması ve 1927 Sanayi Teşvik Kanunudur.
“Devletçi
Sanayileşme”
adına, Sanayi ve Maadin Bankası’nın neler yaptığını şöyle
anlatıyor Avcıoğlu;
“1925’te
kurulan banka, Osmanlı Devletinden miras kalan devlet
teşebbüslerini, özel şirketlere devredinceye kadar yönetmekle
görevlidir. Banka tamamı kendine ait sınai teşebbüs kuramayacak,
fakat özel teşebbüslerle iştirake gidebilecektir.”(s.379-vba)
Avcıoğlu
(s.380) bankanın özel kişilerle –zoraki
ortaklık-
politikasının kötü sonuçlarına örnekler verdikten sonra
(s.381) şu saptamayı yapıyor; “...kısaca
bankanın iştiraklerine parça parça vermek zorunda kaldığı 4
milyon 270 bin lira para, geniş ölçüde israf olmuştur.”(vba)
Sizin
(s.417), “bilinçli
bir tercih”
ve “olumlu
bir durum”
olarak yansıttığınız, “fabrikaların
1933’te Sümerbank’a devredilmesi”yle
ilgili de örnek veriyor Avcıoğlu;
“İmal
ettiği iplikleri halıcılara satamayan fabrika (Kayseri
Bünyan), Pazar
ve işletme sermayesi sıkıntısına düşmüştür. İşletme
sermayesi sıkıntısı üzerine, 1927’de 175 binlik sermaye 350
bin liraya çıkartılmış, ama yine hisse senetlerinin pek azı
satılabilmiştir. Nihayet fabrika, 1934 yılında Sümerbank
tarafından satın alınmıştır.”(s.380)
Sınaileşme kaygısının yoğun olmadığı bu dönemde, ikinci
istisnayı Sanayi
Teşvik Kanunu
oluşturur. 1909 ve 1913 tarihlerinde çıkartılan iki yasanın
devamı niteliğinde olan bu yasanın en dikkat çekici yönü
“sanayi” diye “elsanatlarını dahi” teşvik etmesi ve
1930’lara kadar hiçbir sonuç vermemiş olmasıdır. (Gülalp,
1987, s.22-23) Kaldı
ki yasanın devletçilikle zaten bir alakası yoktur ve kanun –doğası
gereği- özel teşebbüsü teşvik eder.
Özetle
andığımız iki icraat, liberalizmin 3.ayağı olarak
tanımladığımız, “özel teşebbüse öncelik verilmesi”ni
örnekler niteliktedir. Son olarak, size göre dönemin “devletçi
sınaileşme atılımlarının bir parçası” olan İş
Bankası
hakkında Avcıoğlu
şöyle diyor; “Hayri
İpar ile işbirliği içinde halindeki nüfuzlu
İş
Bankası grubu,
şeker ticaretini ele geçirdikten sonra, Atatürk Bulvarı üzerinde,
bugünkü meclisin karşısında içinde iki güzel sekreter bulunan
bir büro tutmuş, şeker
ithalinden sağlanan büyük karları paylaşmışlardır. İthal işi
dahi, şeker fabrikaları tarafından yürütülmüş... Üretimini
kısan
şeker fabrikaları ise zarar etmiş (tiry.n.)...”
(s.385-386, vba), “İş
Bankası’nın giriştiği cam sanayiinde de durum farklı
olmamıştır.”(s.386)
İnsanın aklına dört soru geliyor: Bu ne tür bir devletçiliktir?
Bu ne tür bir sınaileşmeciliktir? İş Bankası grubunun nüfuzu,
acaba Atatürk’ten
mi kaynaklanmaktadır? Size göre Atatürk Devrimlerinin yılmaz
savunucuları arasında bulunan Kılıç
Ali
bu gruba dahil midir?
Özetle,
üç bileşenle tanımladığım liberalizm, bu dönemin iktisat
politikalarını nitelendirmek için kullanılabilecek en uygun
terimdir. Kanımca bunda şaşırılacak hiçbir şey yoktur; çünkü
dönemin hakim sınıfları, “tüccarlar” ve “eşraf”, doğası
gereği “kompradordur”.
Bu doğrultuda, 1929 buhranına kadar, değil “devletçi
sinaileşme”, “sınaileşmek” adına bile fazlaca bir şey
yapılmamıştır. Japonya ile Türkiye arasındaki temel fark bu
noktada aranmalıdır. Japon sınaileşmesi, planlı-sistematik bir
süreç dahilinde yürütülmüşken, Türk sınaileşmesi içsel ve
dışsal etkilerin uyarısı ile gerçekleşmiştir. Bu etkilerin
ilki ve en önemlisi 1929 Bunalımıdır.
1929
Bunalımı, Devletçilik ve Sonrası
Bu
bölümde sıralayacağım düşünceler Gülalp’in
(1987) ifade edilen görüşlerin kaba
bir özetidir. Latin Amerika ile kıyaslayarak anlatacağım süreç
1929 Bunalımı ile başlıyor. Birincisi, bunalım, Türkiye’nin
geleneksel ihraç ürünlerine duyulan talebin daralmasına yol
açmış, dolayısı ile tarım ürünlerinin fiyatları, ülke
içinde ve dışında önemli ölçüde düşmüştür. Bu
açıdan, 1929 buhranı içeriye “ihracata dönük egemen
sınıfların bunalımı” şeklinde yansımıştır.
İkinci olarak, un, şeker ve dokuma gibi en temel tüketim
maddelerini bile ithal eden Türkiye,
bunalımın etkisiyle toplumun tümünün kendisini yeniden
üretmesini tehdit eder boyutta bir tehlikeyle karşılaşmıştır.
İhracat 1929’da 155,2 milyon TL’den 1933’te 96,2 milyon TL’ye;
aynı dönemde ithalat 256,3 milyon TL’den 74,7 milyon TL’ye
düşmüştür. Dikkat
edilirse ithalattaki daralma çok daha dikkat çekicidir ve bu
nedenle, bir yerli sanayi kurulması hem bir “zorunluluk” hem de
çok “karlı” bir iştir.
Bu
noktada hem
Latin Amerika hem de Türkiye’de bir “ithal ikameci” sınaileşme
atılımı başlar. Fakat 1930’lara kadar tarım ürünleri ihraç
edip bitmiş mamuller ithal eden Türkiye ve Latin Amerika arasında
temel bir farklılık vardır. Latin
Amerika, 1.Dünya Savaşı boyunca hiç ihracat sıkıntısı
çekmemiş, buna karşın ithal edecek bitmiş mamul bulmakta
zorlanmış ve uluslararası işbölümünde ortaya çıkan bu
aksaklık nedeniyle -küçük boyutlu da olsa, bir sanayileşme
süreci yaşamıştır.
Bu süreç, savaş sonrasında toplumsal yaşama hakim olabilecek
kadar güçlü olmasa da, bir “sanayi
burjuvazisi”
yaratmıştır. Savaş bittiğinde Latin Amerika’da, geleneksel
sınıfların ağır basan çıkarları doğrultusunda sanayileşme
süreci durmuştur. Fakat yukarıda, Türkiye özelinde
bahsettiğimiz, Büyük Bunalım ile ortaya çıkan nedenlerden
dolayı, “ithal ikameci” birikim süreci kaçınılmaz hale
gelmiştir. Bu doğrultuda,1930’lu yıllarda, L.Amerika
ile Türkiye arasındaki temel fark, Latin Amerika’da ithal ikameci
sınaileşmeyi sırtlayabilecek bir “sanayi burjuvazisi” varken,
savaşı var olan sanayisini de yitirerek noktalayan Türkiye’de
–desteklenip büyütülebilecek- böyle bir sınıfın var
olmamasıdır. Bu temel fark, Latin Amerika’ya özel girişime
dayalı bir sınaileşme programını “başarı” ile uygulama
şansı verirken, Türkiye’yi “zorunlu devletçiliğe”
sürüklemiştir.
*
Türkiye’de
devletçilik dönemi, özel girişimin desteklendiği ve büyütülmeye
çalışıldığı bir süreçtir. Devlet
teşebbüsleri, özel kesimin bulunduğu alanlara hiç girmemiş,
dahası “sınaileşme programı”, “geleneksel hakim sınıfların
çıkarlarının korunması”
esasına
dayandırılmıştır.
Bu bağlamda, yukarıda (s.8) aktardığım buğday ve pamuk
ürünlerinin ticaret hadleri arasındaki çelişki hatırlanmaya
değer bir nokta sanıyorum. Devletin “teşvik” ve “desteğine”,
dış rekabetten korunan iç pazarın sunduğu cazip olanaklara
rağmen, güçlü bir “sınai burjuvasi” gelişemeyecektir.
Yaratılan
koşulların cazipliğine bir örnek olarak, 1935 yılında, 20
liraya satılabilecek çimentonun, 30 Liraya satılmasını, –ki en
büyük müşteri, yüzde 70 ile devlettir- anabiliriz.(Avcıoğlu,
s.394-395) Dolayısı
ile devletçilik yılları, geleneksel sınıfsal dokunun “büyük
oranda” kendisini koruduğu ve hakimiyetin, ihracata yönelik
sınıfların elinde kaldığı bir dönem olmuştur.
Latin
Amerika’da ise, 1945 yılına kadar süren dünya buhranı, “sanayi
burjuvazisi”ni kelimenin tam anlamıyla ihya etmiş ve bu sınıf
1945’lere gelindiğinde en büyük ekonomik ve siyasal güç haline
gelmiştir. Bu
koşullarda, 1945’i takiben, Latin Amerika ülkeleri “ithal
ikameciliğe” devam etmiş, Türkiye ise geleneksel ihracata dayalı
sömürge ekonomisine dönmüştür.
Sizin de milat aldığınız, 1945 yılı, -savaşın yarattığı
karaborsa ortamında iyice semiren tüccarlar ve toprak sahipleri
açısından- devletin ekonomiye müdahalesini gerektiren nedenleri
ortadan kaldırmıştır.
*
Kore
savaşıyla başlayıp, 1954 yılına kadar süren dönem,
“tüccar-eşraf ortaklığının” altın yıllarıdır. Savaş
dolayısı ile genişleyen tarım ürünleri ihracatı, lüks tüketim
ürünleri ithalatını finanse edecek dövizi sağlamış ve böylece
Menderes’li
yılların ilk dönemi “refah” içerisinde geçilmiştir.
1955 yılından başlatabileceğimiz ikinci Menderes dönemi tam bir
hüsrandır. Kore Savaşı’nın sona ermesi ve savaş stoklarının
kullanıma açılması, dünya pazarında, tarım ürünleri
talebinin son derece daralmasına sebep olmuştur. Daralan
ihracat, ithal edilen tüketim mallarının finanse edilememesine yol
açınca, ortaya sürdürülemez nitelikte bir “ödemeler dengesi”
sorunu çıkmıştır.
İşte
tam burda, tarih ilginç oyunlarından birini oynar ve “hain”,
“liberal” Menderes
nasıl olursa olur, “kalkınmacı” Atatürk’ün
1930’lu yıllardaki icraatlarına çok benzer uygulamalar yapmaya
başlar.
Gümrük
duvarları yükseltilir, korumacılık başlar, kamu harcamalarına
hız verilir, tüketim malları ithalatı daraltılır ve Türkiye
tarihinde ikinci kez “ithal ikameci sınaileşme” sürecine
girer. Fakat 1930’lu yıllarla, 1955’te başlayıp 1980’de sona
eren süreç arasında temel bir farklılık vardır. Dış
ticaretin durmasıyla birikimi aksayan ticaret burjuvazisi “işin
mal alıp satmakla” sürdürülemeyeceğine aklı yatınca,
biriktirdiği muazzam sermayeyi “sanayi yatırımlarına”
kaydırmaya başlar. Böylece, dış rekabetten korunan iç pazar,
gerek yerli ticaret burjuvasinin, gerekse –1930’lu yıların
aksine- genişleme sürecinde bulunan metropol sermayesinin, karlı
sınai yatırımları yapacağı bir alan oluşturur.
Bu sefer “ithal ikameci” süreç, özel kesimler öncülüğünde
yürütülebilecek ve devlet, ikincil bir rol oynayacaktır.
1955’te
başlayan süreç ile ilgili olarak iki nokta daha önem taşıyor.
Birincisi,
“ithal ikameci” sınaileşme, iç pazara yönelik üretim
yaptığından mümkün olduğunca geniş bir iç talep ihtiyacı
duyar.
Bu açıdan, iç talebi genişletmek amacı taşıyan popülist
uygulamalar –örneğin güçlü sendikaların varlığına göz
yummak, yerli kapitalistlerin zararına olmadığı gibi sistemin
sürdürülebilirliği açısından gereklidir. Olaya
böyle bakınca, Türkiye’de 1960’ta başlayıp 1980’e kadar
süren, Latin Amerika’da ise 60’ların sonu ve 70’lerin başına
kadar devam eden “populist rejimlerin” varlığına pek
şaşırmamak gerekir.
İkincisi,
ithal ikameci sanayileşme aşırı değerli para birimi ile
desteklenmek zorundadır.
Bu sayede –ihracatın baltalanması pahasına, sanayicinin ithal
edeceği ara mamüller ile yatırım mallarını mümkün olduğunca
ucuza mal etmesi amaçlanır. Tam da bu yüzden, ithal ikamecilik iç
pazar ile kısıtlıdır ve daha da genişlemesi mümkün olmayan iç
talep, giderek
artan üretim kapasitesi
karşısında yetersiz kalmaya başlayınca kriz
baş gösterir. Krizi
besleyen bir diğer faktör ise aynı sebeple ortaya çıkan döviz
darboğazıdır.
Bu nedenlerle, “ithal ikameci” sanayileşme sonsuza dek
sürdürülemez, kriz
aşılmalıdır.
*
Krizleri
aşmanın tek yolu ekonomiyi ihracata yöneltmektir. Bu
sayede, sanayici
eğer yeterince “rekabetçi” ise,
kendi ithalatı için gerekli olan dövizi, kendisi elde edecek ve
dış pazarın sınırsız talebinden yararlanacaktır. Fakat
“rekabet gücünü” arttırmak için bilinen tek yöntem iş-gücü
ve hammadde fiyatlarını mümkün olduğunca baskılamaktır ki,
iktidarda bulunan populist hükümetlerin böylesine “etkili”
önlemleri alması hiç kolay değildir. Bu
yüzden generaller göreve çağrılır ve “otoriter” rejimler
başlar. Latin Amerika’da oldukça ağırlaşan kriz, halkı,
“generallerin
gazabı”
ile erken tanıştırırken, Türkiye’de, gurbetçi dövizleri
sayesinde, sistem sürdürülebilir niteliğini hala korumaktadır.
Bu
anlamda, 1971 darbesi “zamansız” bir darbedir. 70’lerin
sonunda, kriz iyice ağırlaştığında, Kenan
Paşa
göreve çağrılır ve ünlü 24 Ocak kararlarıyla Türkiye yönünü
“ihracata” çevirir.
Darbelerde,
burada anılmayan çeşitli siyasal, toplumsal faktörler ve tabii
ki emperyalizm
rol oynamış olsa dahi, ana nedeni “birikim
sürecinin iç dinamiklerinde”
aramak gerekir. Ne diyordu Mahir
Çayan;
“Emperyalizm
içsel bir olgudur!”
Kemalizmin
Anti-emperyalistliği
“Size
göre anti-emperyalizmin ne olduğunu”, kitabınızda açıkça
belirtmediğiniz için, Kemalizm hakkında anlattıklarınızdan
hareketle -sizin adınıza, “anti-emperyalizmin” bileşenlerini
tanımlamak istiyorum. Hata yaparsam mazur görünüz lütfen. Buna
göre; a)-Anti-emperyalist bir uluslararası dayanışmanın temeli,
emperyalizmi kendi ülkenizde yenmektir.(s.410) b)-Anti-emperyalist
bir sistem sanayileşmeci olmalıdır. c)-Tekelci
eğilimi olmayan, ulusal nitelikte özel girişimcilik
desteklenmeli; fakat sınaileşme asıl olarak devlet tarafından
yürütülmelidir.(s.411-412) d)-Yüksek bir anti-emperyalist bilince
sahip olunmalıdır.
Bu
tanımın eksik ya da yanlış olduğu öne sürülebilir. Fakat
tanımın doğruluğunu veri alsak dahi Kemalizm anti-emperyalist
değildir.
“A”
şıkkı hakkında ekleyecek bir şeyim yok onun için “b” ve
”c”den başlayacağım. Öncelikle, yukarıda etraflıca ele
aldığım üzere, 1930 sonrası Türkiye’nin “sanayileşmeciliği”
de “devletçiliği” de ideolojik bir tercihe değil koşulların
zorlamasına dayanır. Koşullar
ortadan kalktığında “devletçilik” de “sanayileşmecilik”
de bir kenara bırakılmıştır.
Kaldı ki, sizin
de belirttiğiniz üzere,
sınaileşmeye önem vermek, antiemperyalist bir yaklaşımın
varlığına, tek başına kanıt kabul edilemez. Sınaileşmecilik,
“tek başına”, bir sistemi “ulusal” yapabilir ama
“anti-emperyalist” yapamaz.
Aksi takdirde bütün “emperyalist” devletlerin aslında
emperyalist olmadığına hükmetmemiz gerekirdi.
Anti-emperyalizmin
varlığından bahsedebilmek için, sınaileşmeceliğin,
“anti-tekelcilik” ile birleştirilmesi gerekir.
Fakat Kemalizmin anti-tekelciliği 414. sayfada aktardığınız
sözlerle sınırlıdır. Tekelcilik, “ulusal bağlamda”, “ulusal
çıkarlar” gözönüne alınarak eleştirilmekte ve “ulusal
çıkarlar” söz konusu olduğunda, devletçiliğin tercih
edileceğinden bahsedilmektedir. Ne
var ki, ne bu sözlerde ne de başka bir yerde, tekelciliği
uluslararası bir bakış açısıyla ele alıp, finans-kapital ile
emperyalizm arasında doğrudan bağlantı kuran ve tekelciliği bu
açıdan mahkum eden tek bir söz yoktur.
“Stanley
Fisher dahil” bütün liberal iktisatçılar, tekelleri, toplumsal
faydanın maksimize edilememesi açısından eleştirir.
Anti-emperyalizmin kıstası ulusal fayda değil, uluslararası fayda
olsa gerektir. Kaldı ki tekelciliği ulusal bakış açısıyla ele
alan Atatürk’ün
sözleri, her zamanki gibi havada kalmaktadır. Atatürk’ün
“parası” ve “nüfuzu” ile güçlendikçe güçlenen İş
Bankası, bugün 15 milyar dolar civarındaki bilançosu ile
Türkiye’nin en büyük holdinglerinden biridir. Vehbi
Koç
ise 1917 yılında bakkallıkla başladığı serüvenini, Atatürk
döneminde inşaat malzemesi işi ve yabancı firmaların
temsilciliği ile sürdürmüş ve o dönemde hatırı sayılır
servetler elde etmiştir. Yurt içinde olduğu kadar yurt dışında
da karlı yatırımlar peşinde koşan bu iki holding ne kadar
antiemperyalist ise Atatürk
de o kadar anti-emperyalisttir!
Korkarım
siz, İş Bankası ve Koç Holding tecrübelerinden Atatürk’ü
sorumlu tutmayacaksınız. Her zamanki gibi, idealist
kategoriler
kullandığınızdan “tekelci
eğilimleri olmayan
girişimcilerden”,
ya da “ulusal
girişimcilerden”
rahatlıkla bahsedebiliyorsunuz. Bu sayede, Atatürk’ün
İş Bankası ve Koç’un tekelci eğilimlerini farkedememiş
olduğunu söyleyebilmek
ve Atatürk’ü
aklamak olanağı doğuyor. Eğer “girişimci”
sözcüğünün muğlâklığından kurtulur ve kapitalist
sözcüğünü tercih edersek ve Marx’ın
Kapital’de “kapitalist”
sözcüğünü, “kişileşmiş
sermaye”
olarak tanımladığını hatırlarsak, bu tür kategoriler
kullanmanın absürtlüğü
daha iyi anlaşılacaktır. Sermayenin
taşıdığı tek eğilim, üretim ve dolaşım aşamalarında kendi
kendisini mümkün olduğunca büyütmektir.
Büyüyebilmek için korumacı politikalara ihtiyaç duyduğunda
“ulusal”,
yeterince gelişip dışpazarlara açılmak istediğinde
“küreselleşmeci”
politikaları savunur. O
ya da bu politikayı savunması, onun özünde bulunan bir nitelikle
değil, gücüyle belirlenen stratejik hedefleriyle ilintilidir.
Özetle,
“tekelci eğilim taşımayan” sermayeden hiçbir koşulda
bahsedilemeyeceği gibi, ulusal bir sermayeden ancak belirli koşullar
altında bahsedilebilir. Örneğin 60’lı yılların “ulusal”
sermayesi Koç Holding, bugün “küreselleşmeci” bir gruptur.
“d”
şıkkı, yani Kemalizmin anti-emperyalist bilinci konusunda, sizi
Atatürk’ün
yüksek bir bilince sahip olduğuna inandıran
çeşitli sözler alıntılıyorsunuz. Bunlar arasında, Lenin’e
yazdığı mektupta vurguladığı üzere “batılı
emperyalist ve kapitalist devletlere karşı olmak”, “ulusların
kendi kaderini tayin hakkına saygı duymak”(s.98)
ya da başka bir yerde söylediği “sömürülen
ulusların uyanışını şimdiden görmek”
en önemlileridir sanıyorum. Bu sözlerin, “hangi
konjonktürde ve neden söylendiğine” dair tartışmaları
bir kenara bırakıp, Avcıoğlu’nun
Falih
Rıfkı’dan
alıntıladığı bir olayı aktarmak istiyorum. Avcıoğlu
(s.372); “Atatürk,
önce Osmanlı Bankası ile ortaklık kurarak bu bankayı az çok
kontrol altına almak istemiştir. Osmanlı Bankası’nın olumsuz
tutumu üzerinedir ki, bir milli banka kurmanın zorunluluğuna
kanaat getirmiştir”,
dedikten sonra Falih
Rıfkı’dan
alıntılıyor; “-
Acaba sizdeki yüzbin liramızla bankanıza ortak olamaz mıyız?’
sualine, Türklerin, bu işlerle uğraşması yersiz olduğu gibi bir
cevap verince, Mustafa Kemal, yüzbin lirayı hemen bankadan çeker,
çuval içinde Kasaboğlu çarsısında bir dükkana koyar ve önüne
bir de nöbetçi diker. Şimdi sermayeleri yüz milyonları aşan
resmi ve hususi bankaların temeli budur.”
Sanırım,
emperyalizmin, “yüz
bin liralık truva atıyla içerden fethedilebileceği”
yanılgısına düşme şerefine nail olmuş, dünyanın ilk ve tek
“anti-emperyalist”, “3.dünyacı” devrimcisi Atatürk’tür.
Üstüne üstlük, emperyalist şirketler bu numarayı yutmayıp, bir
de kendisini azarlayınca, büyük bir hayal kırıklığına
uğramış, öfkesinden, elinde çuvallarca para yollara düşmüştür.
Kusura bakmazsanız, Atatürk
antiemperyalist bilince sahip bir 3.dünya devrimcisi değil, olsa
olsa
“naif”
bir milliyetçidir –bütün
şaşaalı sözlerine rağmen...
Kürt Sorunu
Bu
hassas konuyla ilgili çok uzun yazmayacağım. “Hassas” dedim,
çünkü bütün Türkiye hepberaber ağır bir “cinnet krizi”
geçiriyoruz. Sanırım, siz de bu “cinnet
krizinden”
fazlasıyla etkilenmişsiniz. O yüzden mümkün olduğunca kısa
tutmaya çalışacağım.
TEZ:Kürtler
önce İngiliz emperyalizminin uşağı olmuştu, şimdi de
Amerikalı’lara uşaklık ediyorlar. Üstelik zırt-pırt ayaklanıp
kendilerine bahşedilecek demokratik hakların da sürüncemede
kalmasına neden oluyorlar. Özerklik düşünülemez, üniter devlet
bölünemez; bunlar emperyalizmin böl-parçala-yönet
politikalarıdır.
ANTİTEZ:Cumhuriyetin
kuruluşundan bu yana Kürtlerin varlığı inkar edilmiştir,
düzenli bir asimilasyon programı uygulanmaktadır, ayrılık ve
bağımsızlık istiyoruz. Savaşacağız.
Özet:
Bir yumurta-Tavuk Hikayesi.
BİLANÇO:
“Şehitler Ölmez!” nidalarına rağmen, her iki taraftan on
binlerce ölü ve yaralı, üstelik de psikolojisi bozuk bir nesil!
(Aman Deniz Som beni duymasın, yoksa Emin Çölaşan’la birlik
olup, “ne emperyalizm ajanlığımı” bırakır ne de
“kürtçülüğümü”! Nadire Mater’e yapılanları
hatırlayınca biraz ürküyor da insan...)
NOT:
Dikkat
edilirse;
“Türkler
kart-kurt etti, Kürt ondan çıktı. Bunların dilinde bile meymenet
yok, 16 ayrı lehçeleri var. Newroz yoktur, Orta Asya’dan beri
kutlanmakta olan Nevruz vardır!” deyip, meclis bahçesinde lastik
yakarak, lastiklerin üzerinden atlayanları muhatap bile almadım.
Onlara
Tanrı’dan “akıl ve fikir”, bu adamlarla aynı yurdu paylaşmak
zorunda olan herkese “sabır” diliyorum!
YORUM:
“Antitezcilere”
söylenecek tek bir şey var; Savaş, tecrübelerle sabit olduğu
üzere, hiçbir olumlu sonuç doğurmadığı gibi, halkların
düşmanlığını körüklemektedir. Uluslararası
dengeler üzerinde ip-canbazlığı yaparak ve uyuşturucu kaçırarak,
bağımsız bir devlet değil, olsa olsa Türkiye’den beter bir
“muz cumhuriyeti” yaratılabilir.
“Tezcilere”
hatırlatılır;
“...Türkiye’nin
halkı
söz konusu olurken onları (Kürtler-y.n.) da beraber ifade etmek
gerekir. İfade
olunmadıkları zaman bundan kendilerine sorun yaratmaları daima
mümkündür.”
(Atatürk’ten
alıntı, kitabınızda s.427-vba) Yani Mustafa
Kemal’in
de farkında olduğu üzere, Kürtlerin sorun çıkarmalarının tek
kaynağı “emperyalizm”
değildir. Yoksayıldıkları anda sorun çıkarmaları muhtemeldir
ve çıkarmışlardır da. Atatürk
1923 yılından sonra “Türkiye’nin
halkı”
tabirini asla kullanmamış –sizin,
hakim unsurun ulusa adını vermesini son derece doğal bularak,
meşrulaştırmaya çalıştığınız üzere-
“Türk
halkı”
terimini kullanmıştır. Atatürk’ün
Nutku’nda
Şeyh Sait isyanını anlatan kısa bölümde bir tek sefer bile
“Kürt”
sözcüğü geçmez.9
Atatürk’ün
bu “nesnel”
yaklaşımı üzerine, hiçbir tarihçinin
çıkıp da “nesnellik
dışı”
yorumlar yapması beklenemezdi elbette.
Kısaca,
Atatürk
ve Kemalistler “Kürtlerin
bundan sorun çıkaracağını”
bile
bile
adamları yok saymış, sonra da bütün suçu emperyalist ülkelerin
üzerine atmıştır. Dahası, bir asimilasyon programının daha o
tarihlerde var olduğunu, ispat etmek için derinlemesine analizler
yapmaya pek gerek yok sanıyorum. Uğur
Mumcu’nun,
“Kürt Dosyası”nda anlatılan
ve “Dersim
sorununu çözmek”
üzere ortaya atılan fikirleri bir incelemek yeter. Açıkça
“asimilasyon”
sözcüklerini kullanan, Diyarbakır
1.Umumi Müfettişi
Abidin
Özmen’in
görüşleri, Atatürk
tarafından “nesnel”
bulunmuş olsa gerek ki, Özmen
gibi bir adam, 1935 yılında bölgenin en üst yöneticiliğine
atanabilsin!10
Sizin –kusuruma bakmazsanız, tam bir “misyoner
jargonuyla”
anlattığınız, “ilkel”
Dersim’e
“medeniyet”
götürülmesi
sürecinin bir de bu yüzü var galiba. Bu arada, “ilkel”
Dersim’in
“çağdaşlaştırılması”
için,
isminin Tunceli
olarak değiştirilmesine neden ihtiyaç duyulmuştur, bir türlü
anlayamadım!
*
Son
olarak, şu “özerklik”
meselesi ile ilgili bir iki söz söyleyip konuyu ve yazıyı
noktalayacağım. (s.428) belirttiğiniz üzere, Kemalizm “ulusal
birliğe” büyük
önem verir ve “vatandaşlar”
arasında hiçbir etnik
ayrıcalığa
izin vermez. (Şu “vatandaş”
sözcüğü bile, bakış açılarımız arasındaki farklılığı
fazlasıyla yansıtıyor, ben “yurttaş”
sözcüğünü
tercih ederdim.) Sizin yerinize devam edeyim; dahası Kemalizm,
yukarıda anlatılan asimilasyon politikası çerçevesinde,
yurttaşların, mümkün olduğunca “tek
tip” ve
“damarlarında asil kan taşıyan Türk”lerden oluşmasını
tercih eder. Hal
böyle olunca özerkliğin düşünülmesi bile mümkün değildir.
Tam da bu yüzden, Ahmet
Emin Yalman’a
söylenmiş olan, “Türkler
ile Kürtlerin “çok kaynaşmış” olmasından dolayı özerklik
verilemeyeceğini”
anlatan sözler, tam bir “laf-ı
güzaftır”.
SONNOT:Bir
yanlış anlaşılmanın önüne geçmek için, eklemeliyim ki,
yukarıda özetlemeye çalıştığım resmi politikanın
yürütücüleri ve savunucuları kadar, ayrılık
safsatası ile on binlerce masum insanın ölümüne neden olan,
üstelik de yakalanınca süt dökmüş kediye dönen adam ve
şürekasına da “antipatim” var.
Bence, kan dökülmeden yürütülecek bir toplumsal muhalefet
hareketi, böylesine bir düşmanlık ortamı yaratmaz, Türk
tarafından da geniş destek bulabilirdi. Bir tartışma ortamı
yaratılıp, karşılıklı diyaloga dayanan bir çözüm
üretilebilirdi. Bu çözümün ne olacağını ben bilemem.
“Özerklik”
dahil, herhangi bir yaklaşıma “mutlak” destek vermiyorum, çünkü
böylesine önemli bir konuda atıp tutacak kadar yetkin görmüyorum
kendimi.
Fakat size söyleyecek son bir sözüm var; APO’nun ABD tarafından
Türkiye’ye teslim edildiği gerçeğine dahi gözlerinizi
kapatarak, olayı basit bir “Amerikan oyununa” indirgemeye devam
edip, üstelik de yukarıda anlattığım gerçekleri inkar etmekte
ısrar ederseniz –ilerde
tekrar alevlenebilecek bir savaştan siz de sorumlu olursunuz.
En azından benim gözümde; sizin için bunun hiçbir önemi olmasa
bile.
SONSÖZ:
Katı
olan her şey buharlaşıyor.
Değerli
vaktinizi ayırdığınız için teşekkür ediyor, sevgiler saygılar
sunuyorum. Umarım tarzımı mazur göreceksiniz.
DİPNOTLAR
- Aydemir, Ş. S. (1976), İkinci Adam, Remzi Kitabevi, Cilt 1, (sf.52-55, 190, 200), aktaran, Haldun Gülalp (1987), Gelişme Stratejileri ve Gelişme İdeolojileri, Yurt Yayınları, (sf.90-92)
- Şişmanov, D. (1990), Türkiye İşçi ve Sosyalist Hareketi, Belge Yayınları, (sf.136)
- Gülalp, H. (1994), “Capitalism and the Modern State”, Journal of Historical Sociology, vol. 7, no. 2, (sf.155-176)
- Avcıoğlu, D. (1982), Türkiye’nin Düzeni, Tekin Yayınevi, Cilt 1
- Zürcher, E. J. (1995), Milli Mücadelede İttihatçılık, Bağlam Yay., (sf.133-137, 164-165)
- Özakman, T. (1997), Vahidettin, M. Kemal ve Milli Mücadele, Bilgi Yayınevi, (sf. 254)
- Gülalp, O. (1987), Gelişme Stratejileri ve Gelişme İdeolojileri, Yurt Yayınları, (sf.27)
- Kurmuş, O. (1976) , “Cunhuriyetin İlk Yıllarında Sanayiin Korunması Sorunu ve Ticaret Sermayesinin Tavrı”, Makine Mühendisleri Odası Sanayi Kongresi Tebliği, (sf. 14-15)
- Atatürk, M.K. (1994), Söylev, Çağdaş Yayınları, (sf.406)
- Mumcu, U. (1993), Kürt Dosyası, Tekin Yayınevi, (sf.145-149)
Atatürk hakkında hiç okumamış; onu anlamaya hiç çalışmamış birisinin boş sözleri. Boğaziçi Bilimyurdu da çoktanele geçirilmişti. Orada yetişen gençlerden bu sözleri duymak çok olağan geliyor bana.
YanıtlaSil