Nesnellik
dışımızda ve bizden bağımsız olarak var olandır; doğaötesinin
(metafiziğin) tam karşıtı olarak, düşünen özneden bağımsız
olarak var olmayı anlatır; bilinçten bağımsızdır. Nesnellik
olaylara yaklaşım biçimidir. Hepimizin her gün yaptığımız ya
da yapamadığımız bir tutumdur... Fransız yazar Paul
Gentizon, Türk
Devrimi’ni tarihin gördüğü en hızlı ve köklü toplumsal
dönüşüm devinimi olarak görür ve Fransız ve Rus
Devrimleri’nden daha ilerde bulur. Nesnel olmayan bir toplumsal
eylem, böyle bir dönüşümü yaşama geçiremez. Yapılan ve
başarılan işler, nesnelliğin doğrudan kanıtıdır... Mustafa
Kemal,
Türk halkının tüm kesimlerini biraraya getirmeyi başarmış,
yalnızca Kurtuluş Savaşı’na karşı çıkanlar, verilen
savaşıma zarar verecek izlence ( program) sahipleri, işbirlikçiler
ve vatana ihanet edenlere karşı tavır almıştır... Giriştiği
iş oyun değil silahlı savaşımdı; gücün belirleyici olduğu
bir eylemdi. Ulusal birliği sağlamak ve savaşımı başarmak için,
gücü tek bir merkezde toplamak zorundaydı. Bu zorunluluğu,
sıkıdüzene (disipline) bağlı askeri karargâhla değil,
demokratik içerikli meclisle aştı... 1919-1938 arası, Devrim’e
ve ulusal birliğe zarar veren unsurlara karşı baskının, halk
için demokrasinin geçerli olduğu bir dönemdir... İlk Sosyalist
Partiyi, 1910 yılında kurulan Osmanlı
Sosyalist Fırkası
olarak alırsak; aradan geçen yüzyıl içinde bugün “sosyalist”
partiler, Türk toplumunda değil dönüşüm sağlamak, halkın çok
küçük bir bölümünün bile gündemine girememiştir. Anadolu’ya
tek başına gelen genç bir general, 3.5 yılda tarihin ilk
anti–emperyalist savaşını kazanıp, toplumu 15 yılda temelinden
değiştirirken, sosyalistler neden bu denli başarısız oldu; buna
yanıt verilmelidir... Nutuk’un
‘Söylev
ve Demeçleri’nin
ya da ‘Atatürk’ün
Bütün Eserlerini’nin
okunması gerekir. Marksizm, Marks’ı
okumadan ‘marksist’ olanlardan çok çekmiştir. Marks’ın
eserlerinin tamamlanmamışlığının yanısıra uğradığı en
büyük talihsizlik, yaygınlaşmasının bedeli olarak ödemek
zorunda kaldığı çarpıtmalardır. Bu yüzden tüm sosyalistlerin
kendilerini “marksist” olarak adlandırdıkları bir dönemde
Marks,
bu konuda duyduğu rahatsızlığı, “bütün
bildiğim benim bir Marksist olmadığımdır”
demiştir... Kurtuluş Savaşı’nın Türk halkı tarafından
hiçbir biçimde desteklenmediği ve savaşın dayanağı tek sınıfın
ayan-eşraf sınıfı olduğunu söylemek, toplumbilimden ve
gerçeklerden tam olarak kopuş demektir. İnsanlık tarihi boyunca
halkın katılmadığı kazanılmış bir savaş yoktur ve olamaz.
Savaş sözkonusu olduğunda ya halk kurtuluşunu sağlamak için
doğrudan savaşa katılır ya da egemen sınıf, halkı savaşa
sürer ve kendisini savaşın dışında tutar... Türkiye’yi Batı
terminolojisiyle inceleme hastalığı, 1960’dan sonra yayılan
‘sosyalist’
küme ve partiler içinde yaygındı. 20.yüzyıl başında 10 milyon
nüfuslu, yüzde 90’ı köylerde kapalı birimler halinde yaşayan,
burjuvazi ve proletarya gibi sınıfların ortaya çıkmadığı,
göçerliğin varlığını sürdürdüğü bir Doğu toplumunun;
sanayileşmiş ve emperyalizme ulaşmış Batı Avrupa toplumlarının
ölçüleriyle incelemek bilimsel bir ilkellik değilse, kafaları
karıştırmaya yönelik bir davranıştan başka bir şey olamaz....
Emperyalizmi ilk kez yenilgiye uğratan, ezilen uluslara örnek
olarak emperyalizme büyük darbe vuran, dünyanın en büyük
anti-emperyalistine bunları söyleyebilmek, düşünsel çözülmenin
son aşamasıdır. Metin
Aydoğan
Sevgili
Evren,
Eleştirilerini
aldım. Yazı yoğunluğu nedeniyle biraz geç yanıt veriyorum,
kusura bakma.
Eleştirilerinin
benim için değerli olduğunu belirtmeliyim. Bunu övgü olsun diye
söylemiyorum; övgü olmadığını aşağıda verdiğim yanıtların
niteliğinde göreceksin.
Eleştirinin
Önemi
Eleştiriye
her zaman değer verdim ya da vermeğe çalıştım. Toplumsal
olaylara ve tarihe ilgi duymaya başladığım andan beri, öğrendiğim
ve öğrenmekte olduğum her şeyi, akıl süzgecinden geçirerek
doğru bulduklarımı uygulamaya çalıştım. İleri sürdüğüm
düşünceleri yaşama geçirmek için, hep örgütlü bir savaşım
(mücadele) içinde oldum. Ne denli başarılı olabildim bilmiyorum
ancak ben böyle yaptım. Eleştirinin (ve özeleştirinin)
yararlarını, abartmadan ve hafife almadan, gerek kişisel
davranışlarımda ve gerekse örgütlü savaşım içinde somut
olarak gördüm. İnsanlar arasındaki ilişkileri sağlıklı
kılmanın en sağlam aracı olan eleştiri; karşıtına söz hakkı
verdiği için her zaman yararlı sonuç veriyordu. Eleştirinin
doğru ya da yanlış olması, haklı ya da haksız olması fazla
önem taşımıyor. Doğru yapılan eleştiri karşıtını ikna
etmeye, yanlış yapılan eleştiri de karşıtından aldığı doğru
yanıtla kendini yenilemeye yöneltiyordu. Amaç, gerçeğin ortaya
çıkmasını sağlamak, yararlanılabilir sonuçlar elde etmek ve
insanlar arasında düzeyli bir iletişim kurabilmekse, eleştiri her
zaman yararlıdır. Bu sonucu, pek çok kez yaşadım ve yararlarını
gördüm. Gönderdiğin eleştiri yazısının benim için önemli
olmasının dayanağı bu düşüncelerimdir.
Ancak,
gönderdiğin eleştiri yazısının genelden ayrı olarak bence özel
bir önemi var. Eleştirini önemli kılan; okumanın son derece
azaldığı, toplumsal sorunlardan uzak duran bilgiden yoksun
üniversite gençliğinin ortada dolaştığı ve üniversitelerin
(özellikle de senin okuduğun Boğaziçi üniversitesinin) bilimi
değil teknolojiyi öğrettiği bir ortamda; senin, “Yeni
Dünya Düzeni, Kemalizm ve Türkiye”
kitabına, eleştiri yollamandır. Pek çok övücü tepki aldım,
ama senden başka ileri sürdüğüm görüşleri çürütmeye
çalışan eleştiri almamıştım. Kitap bilinmeyen ya da satılmayan
bir kitap değildi ve kitabı en azından benim tanıdığım
“sosyalistlerin” okuduğunu biliyordum.
Yöntem
Eleştirilerin,
senin de belirttiğin gibi, “maddelenerek
sıralanmış sorulardan oluşmuyor, bütünlüklü bir metin halinde
düzenlenmiş”.
Öncelikle şunu belirtmek isterim, seçtiğin eleştiri yöntemi,
eleştirisi yapılan konuyu iyi incelemiş ve kavramış insanların
kullandıkları bir yöntemdir. Bu iddialı yöntemi seçmen kendine
olan güvenin bir göstergesidir. Bu çok olumludur ve her zaman
böyle olmalısın. Ancak, bu tutum, tutuma güven kazandıracak ve
içini dolduracak bir çabayı gerekli kılar. Emek vererek konuyu
derinlemesine incelemek ve kavramak gerekir. Bu yapılmadığında
yapılan eleştiri yüzeysel olur, havada kalır; yararlanılabilir
duruma gelemez.
Eleştirilerin
tüm olarak ele alındığında, kitabı seçtiğin yönteme uygun
düşecek düzeyde incelememiş, bağlı olarak da tam olarak
kavrayamamış olduğun ortaya çıkıyor. Kitabın tümünü
okuduğunu yazıyorsun ama yanıtları kitabın içinde bulunan belli
olaylara yanıtı yokmuş gibi eleştiri yöneltiyorsun. Genel
yaklaşımda öyle sorular soruyorsun ki, bu sorulara yanıt vermem
için kitabı adeta yeniden yazıp sana göndermem gerekiyor. Ayrıca
kitabın, 20.yüzyılın tümünü kapsayan niteliğine karşın
yalnızca Kemalizm bölümlerine ilgi göstermen, seçtiğin eleştiri
yöntemine de uygun düşmüyor. Örneğin Kemalizmin ulusal
bağımsızlık hareketlerine yaptığı evrensel etkiye
değinmiyorsun.
“Maddelenerek
sıralanmış sorulardan oluşmuyor”
diyerek yaptığın eleştirilerin hemen tümü Kemalizme
yönelik “maddelenmiş
sorulardan oluşuyor”.
Kitabı sanki, içeriği olan 20.yüzyılı ve bugünü anlamak için
değil, yalnızca Kemalizmi
eleştirmek için okumuşsun. Ben eleştirilerinden böyle bir
izlenim edindim. Bence, sömürgecilik, emperyalizm, Rus Devrimi ve
Sovyetler’in çöküşü, ulusal bağımsızlık savaşları, iki
büyük dünya savaşı, küreselleşme... kavranmadan Kemalizm
kavranamaz ya da bir başka değişle Kemalizm kavranmadan bunların
kavranması eksik kalır. Bunu kişisel ya da ulusal duygularla
söylenmiş sözler olarak alma lütfen. Bu konudaki yargımın,
kitabı daha dikkatli incelersen, somut belge ve verilerle ortaya
konmuş olduğunu göreceksin.
Eleştirine
başlarken; “Aslında
fazla bir şey bilmediğini peşinen kabullenen fakat yaşadığı
dünyanın ve toplumun sorunlarına duyarsız kalamayan bir genç
olarak”
diyerek bence gereğinden fazla alçak gönüllülük göstermen
doğru değil, eleştirin okunduğu zaman, senin “fazla
bir şey bilmeyen” değil,
özellikle yaşıtlarına göre, “birçok
şey bilen”
biri olduğun hemen göze çarpıyor.
Yanıtlarımı,
senin takıldığın ve açılmasını istediğin konular üzerinde
yoğunlaştıracağım. Bunu yaparken, konuları tek tek ele
alacağım. Genel yaklaşımlarla yararlı sonuçlara
ulaşamayacağımız görülüyor, nedenini yukarıda belirtmiştim.
Ayrıca bildiğin gibi, eleştirinin somut ve açık olma gereği,
herkesin kabul ettiği temel kuraldır. Bu yöntemle, en azından bu
aşamada kimi konuları (özellikle Atatürk’le ilgili olanları)
açığa çıkarmaya çalışacağım.
Nesnellik
Nesnellik
eleştirinin özü şu: “Kemalizmin
nesnellikle ilgisi yoktur. Kendi düşüncelerini özgür ortamlarda
tartışmaya açmamış ve zor yöntemleriyle kendisi gibi
düşünmeyenleri ezmiştir. Kemalizm nesnel olmak bir yana, nesnel
gerçekliği kasıtlı olarak çarpıtmıştır. Atatürk’ün
ölümünden sonra geri dönüşün yaşanması Kemalizmin
nesnellikten uzak olmasının bir kanıtıdır. Nesnel koşulları
oluşmuş hiçbir devrim kolay kolay geri çevrilemez. Kemalizmi
nesnel sayanlar
(doğal olarak ben), sosyal
bilimlere, sosyal–siyasal olgulara at gözlüğünden bakmakta ve
‘tek doğru vardır, o da benimki!’ tavrına düşmektedir. Metin
Aydoğan, Türkiye’deki sosyalist hareketleri, nesnellikten uzak
olarak nitelemekte ve onlar üzerinde baskı uygulamayı meşru
görmektedir.
Oysa,
asgari müşterekte birleşenler birbirlerinin düşüncelerine saygı
duymalıdırlar. M.Aydoğan’ın Kemalist hareket için ‘çizdiği
şablon’, Kemalizmin gerçek niteliğine uymamaktadır. Atatürk
düşünceyi ve tartışmayı yasaklamıştır. Gerek Kurtuluş
Savaşı süresince ve gerekse iktidar döneminde tartışılacak
konuları Atatürk saptamış ve bu konular ancak Atatürk’ün
uygun gördüğü kişilerce tartışılmıştır. M.Aydoğan, nesnel
olmayanın yasaklanma hakkının bulunduğunu ileri sürmektedir.
Atatürk öldükten sonra bir ‘geri dönüş’ sürecinin yaşanmış
olması doğru değildir. Çünkü, Atatürk’den sonra yaşananlar
Kemalizme uygun gelişmelerdir. M.Aydoğan, Atatürk’e yönelik en
ufak bir eleştiri bile yöneltmemektedir, bu onu tabulaştırdığını
göstermektedir.”
Eleştirinin ilk bölümünde özet bunları söylüyorsun.
Eleştiri
yazının yaklaşık üç sayfalık nesnellik bölümünden benim
anladıklarım bunlar. Umarım doğru anlamışımdır bu nedenle
yanıtlarım işe yarar.
Nesnel
Olmak Ne Demektir
Öncelikle
nesnellik ya da nesnel davranıştan ne anlaşılması gerektiğinin
açıklanması gerekiyor.
Nesnellik
dışımızda ve bizden bağımsız olarak var olandır; doğaötesinin
(metafiziğin) tam karşıtı olarak, düşünen özneden bağımsız
olarak var olmayı anlatır; bilinçten bağımsızdır. Nesnel
tutum; kişisel duygu, düşünce ve beğenilerin karıştırılmadığı
herhangi bir gözlemi ya da eylemi ifade eder. Nesnellik olaylara
yaklaşım biçimidir. Hepimizin her gün yaptığımız ya da
yapamadığımız bir tutumdur.
Senin
de bildiğin bu basit gerçekleri şundan yazıyorum. Kimi şeyler
vardır ki; okuruz, öğrendiğimizi sanırız ama alışkanlıklarımız
nedeniyle uygulayamayız ya da uygularken yanlışlar yaparız.
Geçmiş dönemde bize kadın haklarını anlatan (hem de çok iyi
anlatan) “sosyalist”
bir yaymacacı (propagandist)
vardı. ‘Bilgiliydi’
ve çok iyi ‘konuşuyordu’.
Bir gün bu konuşucunun eşini gözü morarmış olarak görmüş ve
bu işi, bize kadın haklarını anlatan yaymacacı ve ‘sosyalist’
kocanın yaptığını öğrenmiştim. Kadın–erkek ilişkilerinde
‘her alanda’ eşitliği savunan (hem de ateşli olarak) birçok
arkadaşımın kıskançlık bunalımları içinde kıvrandığını
çok gördüm. Bunları, Türk toplumunda, bildiğini sanmakla
uygulamak arasında çoğu kez aşılmaz duvarlar olduğunu anlatmak
için yazıyorum.
Nesnellikle
öznellik (gerçeklikle duygularımız) arasındaki ince
çizgi,
yalnızca politik mücadelede değil, kişisel yaşantımızın her
alanında karşımıza çıkmaktadır. Şirket yönetmekten ticaret
yapmaya, spor karşılaşmalarından kişisel ilişkilere dek, her
konuda başarı ya da başarısızlık; bu ince
çizginin
bizi götürdüğü yere bağlıdır. Örneğin, şirket sahibi
şirketinin dünyaya açılmasını, çok kâr etmesini ve tüm
rakiplerini piyasadan silmesini ve bunu hemen yapmasını ister.
Ancak, bu isteğin yerine gelmesi, onun istek ve becerisinin dışında
kimi koşulları gerekli kılar. Ülkemize demokrasinin gelmesini,
özgürlük ve eşitliğin gerçekleşmesini, tuttuğumuz takımın
her zaman bir numara olmasını ve savunduğumuz düşüncelerin
egemen olmasını isteriz. Ancak, bu türden sonuçlar yalnızca
istekle yerine gelecek işler değildir. Bunların gerçekleşmesi
için istek, bilinç ve kararlı girişim yanında içinde bulunulan
koşulların bilinmesi ve ona göre davranılması gerekir.
Nesnellik, somut bir ereği ve süreci kapsar. Kişiye indirgenen
başarı ya da başarısızlık, ileriye yönelik etkileri olsa da bu
süreçle sınırlıdır. Kişi değişime kaynaklık eden süreci
etkiler ancak belirleyemez; o içinde yaşadığı süreçten
sorumludur.
Bunları
aynı dili konuşabilmek için yazıyorum. Aynı dili konuşmazsak
anlaşmamız ya da daha doğrusu birbirimize bilgi iletmemiz olanaklı
olmaz.
Kemalizm
Neden Nesneldir
Kemalizmin
nesnellikle ilgisinin olmadığını, tam tersi gerçekleri çarpıtan
bir öznellik içinde olduğunu ileri sürüyorsun ancak savını
haklı çıkaracak herhangi bir kanıt ortaya koymuyorsun. Kanıt
olarak ileri sürdüğün örnekler, nesnellik konusuyla ilişkisi
bulunmayan ve nesnelliğin ölçütü olamayacak konular oluyor.
Kemalizmin
nesnelliği ile ilgili Yeni
Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye’de
yer alan söz, eylem ve belgeleri bir kenara bırakıyorum. Kemalizm
neden nesneldir, eleştirilerin neden yanlıştır kısaca ona
değineyim.
Kurtuluş
Savaşı 3,5 yıl sürmüş ve başarılmıştır. Önderi Mustafa
Kemal’dir.
Savaşın hazırlığı, örgütlenmesi, sürdürülmesi ve
başarılması onun belirleyici önderliği ile olmuştur. Bu açık
gerçeğe sanırım itiraz etmeyeceksin. Nesnellik olaylara yaklaşım
biçimidir. Hepimizin her gün yaptığımız ya da yapamadığımız
bir tutumdur. 1923–1938 arası: 15 yıllık yönetim döneminde
yapılanlar ortadadır. Kitabın 380 ve 381.sayfalarında yalnızca
başlıklarla verdiğim yapılan işlere bir kez daha bakmanı ve
üzerinde düşünmeni isterim. İnanılması güç bir toplumsal
değişim sürecidir bu 15 yıl. Fransız yazar Paul
Gentizon
bu değişimi, tarihin gördüğü en hızlı ve köklü toplumsal
dönüşüm devinimi olarak görür ve Türk Devrimi’ni, Fransız
ve Rus Devrimleri’nden daha ilerde bulur (Paul Gentizon’un,
‘Mustafa
Kemal ve Uyanan Doğu’
kitabını okumanı salık veririm. İlgiyle karşılayacağını
umuyorum bulamazsan sana yollarım). Nesnel olmayan bir toplumsal
eylem, böyle bir dönüşümü yaşama geçirebilir mi? Yapılan ve
başarılan işler, nesnelliğin doğrudan kanıtı değil midir?
Kemalizmin
nesnellikten uzak olduğunu göstermek için; “kendi
düşüncelerini özgür ortamlarda tartışmaya açmamış ve zor
yöntemleriyle kendisi gibi düşünmeyenleri ezmiş olmasını”
gösteriyorsun. “Özgür
ortamda düşüncesini tartışmaya açmamakla”
nesnelliğin ne ilgisi var? “Özgür
ortamda düşüncesini tartışmaya açmamak”
diye tanımladığın tutum, nesnelliği açıklayacak bir veri
olabilir mi? Kaldı ki, Mustafa
Kemal,
düşüncelerini gerekli zaman ve ortamda en açık bir biçimde
ortaya koymuş, tartışmaya açmıştır. Kurtuluş Savaşı’nı
dünyadaki tek örnek olarak kurduğu meclisle yürütmüştür. Oysa
Savaş, bildiğin gibi kesin ve saltık (mutlak) bir yetke (otorite)
gerektirir; siyasi demokrasiyle değil silahla uğraşılan bir
iştir. Atatürk’ün
her eğilimden ve siyasetten insanı Kurtuluş Savaşı’na katmak
için günler ve geceler boyu uğraştığı, ikna etmeye çalıştığı
ve “çok
iyi bir dinleyici” olduğu
herkesin bildiği gerçeklerdir.
Yeğinlik
(Şiddet) Konusu
Yeğinlik
sorununa gelince; Mustafa
Kemal,
Türk halkının tüm kesimlerini biraraya getirmeyi başarmış,
yalnızca Kurtuluş Savaşı’na karşı çıkanlar, verilen
savaşıma zarar verecek izlence ( program) sahipleri, işbirlikçiler
ve vatana ihanet edenlere karşı tavır almıştır. Giriştiği iş
oyun değil silahlı savaşımdı; gücün belirleyici olduğu bir
eylemdi. Ulusal birliği sağlamak ve savaşımı tek merkezden
yönetmek için gücü elinde bulundurmak zorundaydı. Buna karşın
savaşı kurduğu Büyük Millet Meclisi’yle yürüttü. Ulusal
birliği sağlamada gösterdiği başarı nedeniyle, içsavaşta son
derece az insan öldü.
Marksizmin,
toplumsal olaylarda güç ve yeğinliğin (zor ve şiddetin) önemini
nasıl açıkladığını, “zorun
toplumsal dönüşümlerin ebesi”
olduğunu ileri sürdüğünü ve proloterya diktatörlüğünü
sosyalist yönetim için vazgeçilmez koşul saydığını; bir
sosyalist olarak en iyi senin bilmen gerekir. Proleterya
diktatörlüğü, Marks
ve Lenin’e
göre; işçi sınıfı için demokrasi, burjuvazi için
diktatörlüktür. Güce ve yeğinliğe, baskıya dayanmayan devrim
nerede görülmüş.
Geri
Dönüş Sorunu
Atatürk’ün
ölümünden sonra geri dönüşün başlamasını, Kemalizmin
nesnel olmadığını gösteren bir kanıt olarak ileri sürüyorsun.
Bunu yukarıda açıklamıştım. Kişiye ait nesnellik, sürece ve
kişinin varlığına bağlıdır. Örneğin, sen içinde bulunduğun
koşulları, olanaklarını ve sahip olduğun yeteneklerini doğru
değerlendirip (nesnel davranıp) varsıl (zengin) olmuş bir iş
adamı olabilirsin. Senden sonraki kötü yönetim ve kurduğun
şirketin iflası senin nesnel olmadığını göstermez. Ayrıca,
Atatürk
öldükten sonra geri dönüş başlamıştır ancak ulusal
kazanımlar, toplumsal dönüşümler ve kurulan devlet, çok
hırpalanmış, içi boşaltılmış pek çok alanda karşıtlarının
eline geçmiş olmasına karşın varlığını ve etkisini hala
sürdürebilmiştir. Kemalist
devrim
olmasaydı, örneğin Boğaziçi’nde okuyan bir genç bugün, Fatih
medresesinde Arapça harflerle fıkıh okuyor olabilecekti.
Benim
olaylara “at
gözlüğüyle bakıyor olmam”
ya da “tek
doğru vardır o da benimki”
tavrında olduğum yönündeki eleştirilerini neye dayanarak
yaptığını anlayamadım. Ben öyle değilim desem eleştirine
yanıt vermiş olmam, seninle basit ve gereği olmayan bir tartışma
yapmam demek olur. Bu konuda vereceğim yanıt yine kitabın
kendisidir.
Sosyalist
Devinime Bakış
“Sosyalist
devinimi nesnellikten uzak görmem ve onlar üzerinde baskı
uygulamayı meşru görmem”
biçimindeki eleştirini izninle ikiye ayırmak istiyorum. Birincisi
ben gerçekten Türkiye’deki sosyalist parti ve kümelerin
(grupların), nesnellikten uzak olduğunu görüyorum; bu benim için
görülmesi kolay bir gerçektir. Türkiye’de sosyalistler, halkın
içine girip onların sorunlarını ülkenin koşullarına uygun
yöntemlerle çözmek yerine, düşüncelerinde yarattıkları bir
dünyanın peşine düşmüşlerdir; nesnel olmadıkları için
herhangi bir başarı elde edememektedirler.
İlk
Sosyalist Partiyi, 1910 yılında kurulan Osmanlı
Sosyalist Fırkası
olarak alırsak; aradan geçen yüzyıl içinde bugün “sosyalist”
partiler, Türk toplumunda değil dönüşüm sağlamak, halkın çok
küçük bir bölümünün bile gündemine girememiştir. Oysa,
sosyalist devinim içinde yer alanlar; okuyan, araştıran, kültürel
düzeyleri yüksek özverili insanlardı. Kişisel çıkar peşinde
değildiler. Önemli bir bölümü halkına; tutuklanmayı, işkenceyi
ve hatta ölümü göze alacak kadar bağlıydılar. Yüzyıl boyunca
bıkmadan çalıştılar, savaşım verdiler ancak başarılı
olamadılar. Bu sonuca bir yanıt vermek zorunda değil miyiz?
Bugün,
Türk halkından oy alma anlamında yüzde 1’lerin altında destek
bulabilmelerini, onların öznel eksikliklerine yani kişisel
beceriksizliklerine, yetersizliklerine ya da “Türk
halkını anlayamamalarına”
bağlamak olanaklı mıdır? Anadolu’ya tek başına gelen genç
bir general, 3.5 yılda tarihin ilk anti–emperyalist savaşını
kazanıp, toplumu 15 yılda temelinden değiştirirken, sosyalistler
neden bu denli başarısız oldular? Bunları hiç düşünmüş
müydün? Düşünürsen, bu işin altında kesin ve kaçınılmaz
olarak; nesnel olamamanın, ülkesini tanımamanın ve buna bağlı
olarak da halkın içinde kalıcı bir güç durumuna gelerek
örgütlenememenin yattığını göreceksin.
Sosyalistlere
Baskı
Nesnel
olmadıkları için “sosyalist
hareketler üzerinde baskı uygulanmasını istediğim”
biçimindeki eleştirine gelince. Bu kanıya nereden ve nasıl vardın
bilemiyorum. Kendimi, kanıtı olmayan bu eleştiriyi hakeden en son
kişilerden sayarım. Çünkü, her zaman kanıtlı yazdım ve
konuştum. 1968’den beri, ‘sosyalist’
devinimlerin etkin olarak çalışma sürdürdüğü bir dönemin
içinden geliyorum. Kendilerine sosyalist diyen kişi, küme ve
partilerin ne olduğunu ya da ne olmadığını, daha da önemlisi
sosyalizmin ne olduğunu biliyorum. Sosyalistlerin (en yetersizi
dahil) en azından ekonomi ve politika alanlarında, toplumun
ortalama düzeyinin üzerinde olması gerektiğine inanıyorum.
Ancak, kendisini sosyalist sayanların yarı–cahil kişiler olarak,
Türk halkına bilerek ya da bilmeyerek büyük zararlar verdiğini
de biliyorum. Yaşantım, düşünceye sınır getirmeye çalışan
baskıcı yöntemlere karşı savaşımla geçti. Bunları senin
bilmemen olağan, ancak “sosyalistlere
baskı uygulanmasını istediğimi”
söylersen, bu savı nereye dayandırdığını göstermek
zorundasın. Bu yapılmadığında eleştiri denilen davranış,
dayanaksız suçlama ve karalamadan başka bir şey olmaz.
Hakkımdaki
kanıya, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet döneminde (1938’e dek),
‘sosyalist’
partilerin çalışmasına izin verilmemesi ve üyelerinin
tutuklanması neden olmuşsa bunun ne anlama geldiğini, Kemalizmin
ulusal birlik anlayışını açıklarken dile getirmiştim. Yalnızca
‘sosyalist’
devinime değil, devrime uyum göstermeyen tüm örgütlü
karşıtçılığa baskı uygulanmıştır. Bu doğrudur. Ancak, bu
yapılırken karşıtçı örgütlere bağlı insanlar tek tek
kazanılmaya çalışılmıştır. İttihatçılar, Çerkez Ethem,
mollalar, sosyalistler, ayan ve eşraf; devrime katılmaya
çalışılmıştır. Yokluk ve yoksulluk içinde, kadrosuz,
örgütsüz, parasız ve donanımsız koşullar altında
anti–emperyalist bir savaş vermek, tüm karar ve uygulama
yetkilerinin yani tüm iktidarın merkezi bir istenç (irade)
çevresinde toplanmasını gerekli kılar. Bu başarılmadan devrimin
gerçekleştirilmesi mümkün değildir. Örgütlü savaşım
geleneği olmayan, geri ve eğitimsiz bir toplumda (1919), bir
biriyle didişme durumundaki siyasi kümelere izin vermek, devrimi
baştan yok etmek demektir. (1970’li yıllarda kırkın üzerinde
‘sosyalist’ parti ve küme vardı ve bunlar birbirlerini
öldürüyorlardı. Hatırlatırım.)
Kemalizmin
başarısı, ulusal birliği sağlama becerisinde yatmaktadır.
1919–1938 dönemi; işbirlikçilere, gericilere, ayrılıkçılara
ve bilerek ya da bilmeyerek ulusal birliğe zarar veren unsurlara
karşı “baskının”;
halk için demokrasinin geçerli olduğu bir dönemdir. Bu dönem,
iktidar olanaklarının tümünün halkın ve ulusun gelişmesine
ayrıldığı bir dönemdir. Türk halkı ya da ‘sosyalist’
devinimler gerçek baskının ne olduğunu, Kemalizmden geri dönüşün
başladığı ve sürdüğü, İnönü’nün
tek şefliğinde, Menderes
döneminde
ve 1971 muhtırasında ve özellikle 1980 darbesinde göreceklerdir.
Kitabı
yazarken, hiçbir önyargının etkisinde kalmadan, hiçbir tabu
tanımadan yoğun ve kararlı bir eleştirel anlayış içinde olmaya
çalıştım; kişisel inançlarımı, öngörülerimi ve geçmişten
gelen önceliklerimi bir kenara bıraktım, yani nesnel olmaya
çalıştım. Kemalizmi, yüceltmek ona, olmadığı nitelikler
yüklemek, yaymaca (propaganda) yapmak gibi bir niyetim olmadı. Altı
yıl süren araştırma süresinde hep sorgulayıcı oldum. Ancak,
Atatürk’ün
toplumsal gelişim ve devrimci uygulamalar açısından sonucu
belirleyecek bir yanlışını bulamadım. Bulan varsa öğrenmek
isterim.
“Nesnel
olmayan sosyalistlere baskıyı meşru gördüğüm” yönündeki
yargını, eleştiri olarak kabul etmem olanaksız. Neredeyse yaşamım
boyunca ve elimden geldiğince her türlü baskı ve yeğinliğe
karşı çıktım, bu yönde savaşım verdim. Böyle bir kanıya
nasıl vardın anlayamadım. Particiliğin, ulusal birlik anlayışına
uyumsuz ideolojik yapılanmaların, çeteciliğin ya da kişiselliğe
dayalı politik kümelerin, kurumsal olarak Kurtuluş Savaşı’na
alınmamasından, bunlara baskı uygulandığı sonucunu
çıkarıyorsan, önemli bir yanlışa düşüyorsun demektir.
Mustafa
Kemal'in
saptayıp uyguladığı bu tutum, stratejik bir başarıdır ve
Kurtuluş Savaşı’nın yengiyle sonuçlanmasını sağlamıştır.
Nazım
Hikmet
Bu
arada Nazım
Hikmet’ten
bu bölümde söz ettiğin için, onun hakkında da kimi bilgiler
vereyim. Nazım
Hikmet’in
şairliği ve uğradığı haksızlıklara değinmeyeceğim. Bu
konularda aynı kanıda olduğumuzu sanıyorum. Çünkü bu konular
herkesin görebileceği kadar açık. Nazım
Hikmet’i,
kendi ülkesinde Ulusal Kurtuluş Savaşı verilirken, Milli Eğitim
Bakanlığı’nın çok sınırlı bütçesine karşın öğretmen
olarak atanmasını, ancak okulu bırakıp “devrimi
yaşamak için”
Rusya’ya gitmesini eleştirmeyeceğim. Bu davranış bence kabul
edilemez. Nazım
Hikmet’in,
politik
olarak kabul edilmesi olanaksız, sekter ve tutarsız davranışları
vardır; ülkenin gerçeklerinden kopuktur; hiçbir zaman iyi bir
örgüt adamı olamamıştır. Sıkıdüzene (disiplin) gelmeyen
alışkanlıkları vardı. İyi bir örgüt adamı değildi ama iyi
(hem de çok iyi) bir şairdi, bir sanat adamıydı.
Kadrosuzluk
ve eğitimli adam eksikliğiyle kıvranan Cumhuriyet Yönetimi
(1938’e dek); Türk Devrimi’nin ilke ve ereklerini kavrayamayan
ya da karşıtçılık (muhalefet) yapan tüm aydınları olduğu
gibi, Nazım
Hikmet’i
de kazanmaya çalışmıştır. İçişleri Bakanı Şükrü
Kaya
ve Emniyet Genel Müdürü Şükrü
Sökmensüer,
Şevket
Süreyya
ve Sadri
Erten’in
de katıldığı toplantılarda, Nazım
Hikmet’i
Cumhuriyet ilkeleri yönünde ve herhangi bir kısıtlamaya bağlı
olmadan çalışmaya ikna etmek için uğraşmışlardır.
Bu
davranış biçimi, Atatürk
döneminde, Cumhuriyet’in güçlenmesine katkı koyacak hemen tüm
karşıtçılara uygulanmış ve devlet kadroları aydınlara açık
tutulmuştur. 1928’de İlköğretim Genel Müdürlüğü’ne
atanan Şevket
Süreyya Aydemir,
Komünist Parti üyeliğinden tutuklanmış ve Afyon Cezaevi’nden
Ankara’ya gönderdiği eğitimle ilgili yazanaklar (raporlar)
olumlu bulunarak, çıktığında bu göreve atanmıştı. Senin
dediğin gibi, “Atatürk
kendisi gibi düşünmeyenleri ezmemiştir”
(Bu konuda Arı İnan’ın “Tarihe
tanıklık Edenler” kitabını
okuyabilirsin). İnönü
döneminde
ya da şimdi, bir komünistle görüşüp onu kazanmaya çalışan
bir Emniyet Genel Müdürü ya da İçişleri Bakanı düşünebiliyor
musun?
Şevket
Süreyya'
nın
Tanıklığı
Moskova’da
Nazım
Hikmet’le
aynı okulda okuyan Şevket
Süreyya,
onun için şunları yazıyor: “Nazım’ın
durumunu uzaktan iyi, tehlikeli görüyordum. Nazım iki şeyden
anlamaz. Biri paradan anlamaz, ikincisi arkadaştan anlamaz.
İstanbul’da bir takım fuzuli, Babıali’yi dolduran samimi
olmayan insanlarla haşır neşir. Halbuki fena günlere gidiyoruz.
(1937) Nazım’ın tevkifi söz konusu. Atatürk hasta. Fevzi Çakmak
Nazım’a kancayı takmış. Oysa, Nazım çok temiz bir insan, her
söylenene inanıyor. İstanbul’da Zekeriya Sertel ve Vala
Nurettin’in evlerinde görüşüyor, durumları anlatıyordum.
Ancak, Nazım hala gerçeklerin dışındaydı. Büyük şair ama
gökte uçan bir şair. Türkiye hakkında herhangi bir bilgisi yok;
rakamlardan anlamaz, memleketin gerçek koşullarını tanımaz.
Ancak, büyük bir şair. Çankaya’daki evimde yemek verdim Sadri
Etem, İsmail Hüsrev ve Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sekmensüer
yemeğe katıldılar. Nazım şiirler okudu. İspanya İç Savaşı’nı
ve güncel olayları konuştuk. Nazım, Emniyet Genel Müdürü’nü
hiç böyle tasavvur etmiyordu, çok büyük bir kaynaşma oldu. O
gece Türkiye, Türkiye sorunları ve Nazım’ın problemleri açık
olarak ortaya kondu. Nazım’a, İstanbul’da kalma Ankara’ya gel
dedim. Savaş yaklaşıyor, hükümet tedirgin ve herşeye fazla
hassas. Halkevinde çalışabilir örneğin tercüme yapabilirsin. Ne
istersen, ne yazarsan yaz. Tercüme başına ikibin lira alırsın bu
senin finansmanını sağlar. Anadolu’yu dolaşır halkın durumunu
görüp sorunlarını işlersin. Amacımız, seni bu toprağa
bağlamaktır. Bu toprağa bağlanacağız, bu toprağın sorunlarına
eğileceğiz. Bu ülkeyi yöneten insanlarla seni tanıştıracağız.
Nazım Hikmet bunları kabul etti, bunu böyle yapalım dedi. Ertesi
gün, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’da Nazımla görüştü.
Ancak, Nazım İstanbul’a gitti ve bilinen olaylar oldu.”
(Arı İnan–Tarihe Tanıklık Edenler, Çağdaş Yay. Sf.232–236)
Bu
uzun alıntıyı buraya almamın nedeni, kadro eksikliğiyle kıvranan
Cumhuriyet yönetiminin Atatürk
döneminde;
karşıtçılara yönelik tutumunu anlatabilmektir. Bu tutum,
yalnızca Nazım
Hikmet’e
karşı takınılmamıştır, Kurtuluş Savaşı ve devrimler
döneminin tümünde geçerli olan temel yaklaşım biçimidir.
Kemalizm,
kendi dışında oluşan siyasi kümelerin içinde yer alan
insanların tümünü, Devrim önderliğinin uygulamakta olduğu
stratejiye uymak koşuluyla, Devrim’e katmaya çalışmıştır. Bu
tutum, kümeler arasında bir bağlaşma (ittifak) anlaşması
değildir; değişik küme ve siyasetten insanın tek tek Devrim’e
kazanılma çabasıdır. Ulusal birliğin ve Devrimi gerçekleştirecek
yetkenin (otorite) sağlanmasında bundan başka bir yol da yoktu.
“Tarihsel Meteryalizm ve Düşünceci (İdealist) Bir Bakış” Eleştirisi
Bu
bölümde; “Marks’ın
tarihi materyalist tarih anlayışını benimsemediğimi; bu
anlayışı, Rus ve Türk Devrimi’nde bu yöntemi uygulayamadığımı
ve geri dönüşü Atatürk’ün ölümüne bağlayarak
düşünceciliğe (varlığı düşünceye indirgeyen öğretilerin
genel adı) düştüğümü; görüşlerimin kadrocuların
görüşlerine benzediğini; oysa Kadro deviniminin bizzat Atatürk
tarafından tasfiye edildiğini; Atatürk’ün, Kadro deviniminin
düşüncelerini beğenmediğini, Bayar ve İnönü gibi yetersiz
kişilere yetki verdiğini; bu davranışın Atatürk’ün
yetersizliğini gösterdiğini” yazıyorsun.
Marksizmin
ne olduğunu bilmeyen kimi kesimlerden, Marks’ın
tarih anlayışından etkilendiğim(!) konusunda eleştiri almıştım.
Ancak, “Marks’ın
meteryalist tarih anlayışını benimsemediğime”
yönelik ilk eleştiriyi senden aldım. Ne demeliyim? Kitabın
kendisi ve orada kullanılan yöntem ortada duruyor. Bu eleştiriye
yanıt, sanırım kitabın kendisidir. Burada şunu söylemeliyim;
senin değerlendirmene göre, “yeterince
benimseyememiş!”
olsam da ben, özdekçi (materyalist) tarih anlayışını bilmeyen
bir kişinin, dünyayı ve yaşamı anlayamayacağına ve hiçbir
alanda başarılı olamayacağını düşünen bir kişiyim. Ayrıca
şunu anımsatmak isterim: Marks,
Batı toplumunu (Doğu toplumlarını değil) incelemiş,
incelemelerinde tarihi özdekçi yöntemi kullanmıştır. Üstelik,
tarihi materyalist olarak tanımlanan tarih felsefesi, yalnızca
Marks
tarafından kullanılan bir yöntem değildir. Farabi’den
İbn-Haldun’a,
İbn
Rüşt’den
Biruni’ye
dek birçok Doğulu bilim adamı, üstelik bin yıl önce bu yöntemi
kullanmışlardır. Atatürk’ün
tarih anlayışı, toplumsal olaylara yaklaşım biçimini
incelersen, aynı sonuçla karşılaşırsın.
Geri
dönüşü Atatürk’ün
ölümüne bağlamam düşünceciliğe düşmek değil tam tersi
gerçeklere ve belgelere dayanıyor olmamdandır. Geçmişten
etkilenen ve geleceğe yön veren toplumsal dönüşüm dönemleri
(devrim dönemleri) birbirine bağlı süreçler dizisinin bir ürünü
olarak ortaya çıkar; yapay aşamalar değil birbiriyle ilişkili
süreçlerin ürünüdür; olaylar ve etkileri birbirinden saltık
(mutlak) ve değişmez çizgilerle ayrılamaz. Genel yöneliş ve
gelişme devamlı sürmekle birlikte dönemsel geri dönüşler,
gerilemeler her zaman olanaklıdır. Fransız Devrimi’nden sonra
beş yeni cumhuriyet dönemi yaşandı. İmparatorluk geri geldi,
sonra yine ortadan kalktı. 1830 ve 1848 Devrimleri yaşandı. Paris
Komünü ortaya çıktı Napolyon kendisini İmparator ilan etti.
Fransız Devrimi’nin gerçekleştirdiği toplumsal dönüşümün
yol açtığı siyasi değişiklikleri ve ortaya çıkan geri
dönüşleri inceleyen Marks
da
düşünceci bir davranış içine mi giriyordu? Sosyalist savaşımın
ve işçi sınıfının bugünkü durgunluğunu nasıl açıklıyorsun?
Toplumsal
dönüşüm ve devrim, düz bir süreç değildir, gelgitleri vardır.
Devrimin ortaya çıkması ve varlığını sürdürmesi için
yalnızca nesnel koşulların oluşması yetmez. Bu gereklidir ancak
bununla birlikte, toplumsal dönüşüm için insan eylemine
(öznelliğe) gereksinim vardır. Doğal süreci içinde gelişen
evrimsel ya da devrimsel süreçler, insan karışması (müdahalesi)
olmadan tek başına, toplumsal bir dönüşüm sağlayamaz. Nesnel
gelişim, kendi niteliğine uygun bilinci yaratır, bu bilinç nesnel
olgunluğa ulaşmış dönüşümleri sağlar. Yani insanlar, güneşin
doğuş ya da batışını bekler gibi, nesnellik adına devrimi
beklemezler; amaç için çalışıp kendilerini olası bir devrim
durumuna hazırlarlar. Toplumsal dönüşümler için nesnel
olgunlaşma gerek fakat yetmez şarttır; yetmezliğin insan
eylemiyle giderilmesi gerekir.
Gözün
Gördüğü Gerçek
Kemalist
dönüşümler, bu genel gerçekler ışığında ele alındığında
şu sonuç ortaya çıkar; Kemalist
devinim, Türk toplumunda oluşan ulusal uyanış ve değişim
birikimine uygun hareket etmiş yani nesnel davranmıştır.
Yarattığı örgütlenme ve eylem, toplumsal gerçekliğe uygun
olduğu için başarılı olmuştur. Kendinden sonraki geri dönüş,
hemen tüm toplumsal dönüşüm süreçlerinde görülen dönemsel
geri dönüşlerdir. Açık olan gerçek, Kemalist kadronun O’nun
ölümünden sonra yönetimden uzaklaştırılmış olmasıdır.
Marks’ın
tarih anlayışı ve Kemalizmin
somut gerçekliği ortadayken, geri dönüş sürecinin Atatürk’ün
ölümünden sonra başladığını söylemek, nasıl olur da
düşünceci bir davranış olur? Devrimleri ve geri dönüş
sürecini belgeleriyle ortaya koymak neden düşüncecilik oluyor?
Gerçekte bu savı ileri sürmek düşüncecilik değil midir?
Geri
dönüş sürecinin Atatürk’ün
ölümünden sonra başladığını ileri sürmemi düşünceci tarih
anlayışına sahip olmamın bir kanıtı olarak ileri sürerken;
“Aynı
kadrocular gibi düşündüğümü, oysa Atatürk’ün Kadrocuları
tasfiye ettiğini, Karaosmanoğlu’nu sürgüne yolladığını,
İnönü ve Celal Bayar gibi kişilere görev verdiğini”,
söylüyorsun. Bu görevlendirmenin, “İnönü
ve Bayar gibi kişilerin, Atatürk’ün sahip olduğu liberal
ideolojiye sahip olduğu için yapıldığını yani geri dönüş
diye bir olayın yaşanmadığını çünkü Atatürk dönemi
uygulamalarının, sonraki uygulamalarla aynı niteliğe sahip
olduğunu”
ileri sürüyorsun.
Atatürk,
İnönü
ve Celal
Bayar
hakkındaki saptama ve yargılarım, 1938 öncesi ve sonrası
uygulamaların niteliği hakkındaki görüşlerim kitapta belge ve
kanıtlarıyla bulunmaktadır. Bu nedenle konuya burada ayrıca
değinmiyorum. Ancak şunu belirtmeliyim; Atatürk
ile İnönü
ya
da Bayar
arasında, düşünsel düzey, toplum ve tarih bilinci ve örgütlü
savaşım açısından kıyaslanamayacak denli bir ayrım vardır.
Atatürk,
her şeyden önce bir devrimcidir. Sürekli devrimi, yaşamı boyunca
uygulamış bir devrimci.
Kadrocular
Görüşlerimin
kadrocuların görüşleriyle uyuşması beni rahatsız etmez. Gerçi
kadrocular, hem komünist hem de faşist olmakla suçlandı ancak bu
suçlamalar, kuşkusuz temelsiz ve düzeysiz yakıştırmalardı.
Seksen yıl araya karşın görüşler örtüşüyorsa, konuyu ele
alanlar bilimsel verilere ve somut gerçeklere dayanarak olayı
belgeleriyle ortaya koyuyorsa, bunu yapan insanların aynı yerde
buluşması son derece olağandır. Ayrıca, ileri sürülen
görüşler, düşünsel düzeyde hala konu oluyorsa, bu Kemalizmin
güncelliğini yitirmemiş olduğunu gösteren bir sonuçtur.
Kadrocuları,
Atatürk’ün
dağıttığını ve Kadro
Dergisi’nin
sahibi olan Karaosmanoğlu’nu
cezalandırarak sürgüne yolladığını yazıyorsun. Atatürk’le
ilgili konuları ele alırken; yetersizliği ve yanlışlığı
alışkanlık durumuna getirmede, olayları ortaya çıktığı
koşullardan koparmada ve yüzeysel dayanaklarla kesin yargılara
varmada şaşırtıcı bir başarı(!) sağlıyorsun. Bu eğilim
ilginçtir, yalnızca sende değil, geniş bir ‘sosyalist’
kesimde yerleşik bir tutum durumundadır. Bunun bir nedeni olmalıdır
ve kuşkusuz vardır.
Kadrocularla
ilgili yargılarına temel oluşturan düşünceleri, dipnot olarak
verdiğin Şişmanov
(Türkiye’de İşçi ve Sosyalist Hareketi) adlı bir kişiden
edindiğin anlaşılıyor. Eleştiri yazında; H.Gülalp
(Capitalism and the Modern State), Erik
Jan Zürcher
(Milli Mücadele İttihatçılık) gibi insanlardan alıntılar
yapıyorsun. Kim bu adamlar? Görüşlerine değer verdiğin bu
kişilerin yazılarını, eleştirel bir gözle okumadın mı? Bu
insanların yazdıklarının, bilimsel anlamda herhangi bir değeri
olmadığını, öz olarak yalana ve yanlışa dayandığını,
Atatürk’ü
karalamaya yönelik politik amaçlı yazılar olduğunu göremiyor
musun? Bir düşünce ve eylemi incelerken; önce kendi kaynağından,
belgelerden ve oluştuğu ortamın özelliklerinden hareket ederek
ele almak; eleştiri süzgecinden geçirerek başka kaynak ve
değerlendirmelere (yandaş ya da karşıt) yönelmek doğru olan
bilimsel davranış değil midir? Bir olayın ya da ideolojinin
kendisini öğrenmeden eleştirisini okumak, bu eleştiriden
eleştirilen hakkında bilgi edinmek kabul edilebilir bir davranış
olabilir mi?
Nutuk’u,
‘Söylev
ve Demeçleri’
ya da ‘Atatürk’ün
Bütün Eserlerini’
okudun mu? Marksizm, Marks’ı
okumadan ‘marksist’ olanlardan çok çekmiştir.
Marks’ın
eserlerinin tamamlanmamışlığının yanısıra uğradığı en
büyük talihsizlik, yaygınlaşmasının bedeli olarak ödemek
zorunda kaldığı çarpıtmalardır. Bu yüzden tüm sosyalistlerin
kendilerini “marksist”
olarak adlandırdıkları bir dönemde Marks,
bu konuda duyduğu rahatsızlığı, “bütün
bildiğim benim bir marksist olmadığımdır”
demiştir. (Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi)
Kemalizm
de, Kemalizmi bilmeden ‘Atatürkçü’ olanlardan çok
‘çekmiştir’.
Bu çarpık duruma tepki gösteren Nadir
Nadi
bildiğin gibi “Ben
Atatürkçü değilim”
diye kitap yazmıştı. Bunu, senin ya da alıntı yaptığın
insanlar için söylemiyorum. Sizlerin Kemalist olma gibi bir savınız
yok. Ancak, sevgili Evren,
Kemalizmi incelemeden (ya da yeterince incelemeden) H.Gülalp
ya
da E.J.Zürcher
gibi insanların; gerçeklere uymayan ve gerçekleri çarpıtmaya
yönelik bilim dışı yayınlarını veri almak sence bilimsel bir
yöntem olabilir mi? Bu Kemalizme yapılan bir haksızlık değil
midir? Bu tavır, senin gibi gerçeği yakalamaya çalışan genç
bir aydının kendine yaptığı bir kötülük sayılmaz mı?
Kadrocular
Ne Diyor
Kadro
Dergisi
ile Atatürk
arasındaki
ilişki konusunda bir çok doğru ya da yanlış yayın vardır. Bu
konuda sağlıklı bilgi edinmen için, Kemalizmi inceleyerek
öncelikle Kadro Hareketi içinde yer alan insanların yazdıklarını
okumalısın. Türkiye’de 1923–1938 arasındaki bütün
tartışmalara Atatürk’ün
karar verdiğini yazıyorsun, ancak daha sonra Atatürk’ün
(sana göre) izin verdiği ve kendisini yücelten bir yayına son
vererek yazarlarını cezalandırdığını söylüyorsun. Düştüğün
çelişkiye fazla önem vermesem de, (bunları bilgi düzeyini
arttırarak aşabilirsin) H.Gülalp
ya da E.J.Zürchen
gibi insanlardan etkilenmiş olmana önem veriyorum. Bu olumsuzluğu,
incelediğin konunun kendi kaynaklarını esas alarak aşabilirsin.
Atatürk’ün
Kadro
yayınlarından “hoşlanmadığı”
ve dergiyi kapatarak “yöneticilerini
cezalandırdığı”
konusundaki yargına en iyi yanıt, doğal olarak kadrocuların kendi
değerlendirmeleri olabilir. Kadro
Hareketi’nin
önde gelen ismi Şevket
Süreyya Aydemir,
bu konuda şunları söylemektedir: “Atatürk’ün
ideolojisi inkılabımızın ideolojisidir. Kadro yayınlarında biz
bu ideolojiyi savunduk. Yayınlarımızda Atatürk’ü hiçbir zaman
putlaştırmadık; bir insan putlaştığında ölür dedik. Nitekim
tüm Kadro yayınında Atatürk’ün adı geçmez ‘İnkılap ve
Kadro’ kitabında Atatürk’ün hiç ismi yoktur. Bunu bizim
aleyhimizde bir koz olarak Atatürk’e fitneleyenler olmuştur. Ama
Atatürk onların ölçülerine göre bir insan değildi ve
fitnecilere şunları söylemişti; ‘İsmim elbette olmayacaktır,
çünkü kadrocular beni değil eserimi yazıyorlar’. Kadro’yu
bütün hücumlara karşın, sonuna dek Atatürk’ün manevi gölgesi
altında ve tam bir özgürlük içinde dilediğimiz gibi
yayınladık.”
(Arı İnan –Çağdaş Yayınları sf.254)
Atatürk’ün;
Yakup
Kadri Karaosmanoğlu,
Şevket
Süreyya Aydemir
gibi kadrocular yerine neden İnönü
ve Celal
Bayar’ı
seçti diye soruyorsun. Bu soru doğru bir soru değildir. Kadrocular
değişik görevleri olan aydınlardı. Oysa İnönü
ve Celal
Bayar
ise üst düzey devlet görevlileriydi. Çalışma alanları
ayrımlıydı. Atatürk,
yaptığı
tüm işleri son derece yetersiz bir kadro ile gerçekleştirmiştir.
“Ben
mollalarla devrim yaptım, adam mı vardı?”
sözleri bu konudaki sıkıntısını ortaya koymaktadır. Buyruğu
altında çalıştırdığı insanların niteliğini, zaaflarını ve
yeteneklerini son derece iyi bilir, onları ve yapılan işleri
dolaysız bir biçimde izlerdi. Altındaki yönetici kadrolar
yetersizdiler ancak denetim altında tutularak görevlendirilmiş ve
yapılacak işlere yönlendirilmişlerdi. Bunlar iyi ya da kötü,
yeterli ya da yetersizdirler ancak sonuçta devletin üst
kadrolarında var olan siyasi yöneticilerdi. Bunları, senin
tanımınla “bilim
adamları”
ve “edebiyatçılar”
ile karıştırmamak gerekir. Elmalarla armutları karıştırmamalıyız.
Materyalist Bir Yaklaşım Bölümü
Bu
bölümde, H.Gülalp
ve
Avcıoğlu’ndan
yaptığın aktarmalarla bir kısım doğruyla yanlışı bir birine
karıştırıyor ve karmaşık bir düşünsel zemin oluşturuyorsun.
H.Gülalp’in
görüşleri “ele
alınmaya
değmeyecek”
denli ilkel bir kuramsal düzeyi içermektedir. Düzeysizliğin,
planlı ve kasıtlı bir amacı olduğu, özellikle H.Gülalp
ve E.J.Zurcher’ın
yazılarında açıkça görülmektedir. Bunlar, yüzlerce benzeri
gibi Batı Avrupa toplumlarının incelenmesine dayanan kuram ve
terminolojiyi, kasıtlı bir biçimde, Türk toplumu üzerinde aynen
uygulamakta ve kavram kargaşası yaratarak aydınlarımızın
gerçekleri görememelerine çalışmaktadırlar. Bu çabanın
kökleri eskiye gitmektedir ve toplumun kendini tanımasını
önlemeye yöneliktir. Atatürk’e
kadar Türk tarihini anlatan bir tek kaynak yoktu.
Türkiye’yi
Batı terminolojisiyle inceleme hastalığı, 1960’dan sonra
yayılan ‘sosyalist’
küme ve partiler içinde yaygındı. 20.yüzyıl başında 10 milyon
nüfuslu, yüzde 90’ı köylerde kapalı birimler halinde yaşayan,
burjuvazi ve proleterya gibi sınıfların ortaya çıkmadığı,
göçerliğin varlığını sürdürdüğü bir Doğu toplumunun;
sanayileşmiş ve emperyalizme ulaşmış Batı Avrupa toplumlarının
ölçüleriyle incelemek bilimsel bir ilkellik değilse, kafaları
karıştırmaya yönelik bir davranıştan başka bir şey olamaz.
Bu
bölümde dile getirdiğim eleştirilerine yanıtlar; 1.Cilt
344.sayfa (Ekonomik Kalkınma, Temel Belirlemeler), 383.sayfa
(1923–1938 Cumhuriyet Ekonomisi), 389. sayfa (Göçmen ve İskan
Sorunları), 392. sayfa (Köylülük ve Tarım Sorunları), 396.sayfa
(İmar, bayındırlık ve Ulaşım), 408.sayfa (Sanayileşme
Atılımları), 419.sayfa (Devlet Maliyesi ve Para Politikası)
bölümlerinde yeterince vardır. Daha dikkatli okursan
eleştirilerinin yanıtını orada bulabileceksin. Ancak, bence Türk
‘Sosyalist’
deviniminin büyük zarar gördüğü, öykünmecilik (taklitçilik),
aktarmacılık ya da şablonculuk diye tanımlanan dışarda
üretilmiş kuramsal yapıtları aynen kendi ülkene uygulama
hastalığından kesinlikle kurtulmalısın. Türk tarihini
incelersen, örneğin feodalizm olarak ifade edilen tanımın
Türkiye’de Batıdakinden çok ayrımlı olduğunu göreceksin.
Batı Roma İmparatorluğu’nda üretim biçimi durumuna getirilen,
kalıntıları Avrupa ve Amerika’da 20.yüzyıla dek süren
köleciliği, Türk toplumunda göremezsin. Batı, köleciliği
toplum içine sokmakla; yeğinliği (şiddeti), nefreti, toplu
öldürmeleri ve çıkar için sınır tanımamayı, toplumsal
yaşamın öğeleri durumuna getirmiştir. Türklerde böyle bir
sınıf çatışması yaşanmamıştır.
Sınıfsal
Çözümleme
Türk
Toplumu’nun özgün yapısını Marks
görmüştü.
‘Asya
Tipi Üretim Biçimi’
olarak tanımladığı, ancak yarım kalan araştırması, Türk
toplum yapısının dikkatini çeken özgünlüğü nedeniyle
ilerlemiş yaşına karşın Türkçe öğrenmesi ve “Toprak
mülkiyetinin özelliği nedeniyle Türk köylüsünün yakın
gelecekte demokratik bir işleve sahip olacağını”
söylemesi bundandır. Marks,
1854 yılında şunları söylemişti:
“Bu gidişle Türkler Avrupa’da tutunamayacaklardır. Ama ne
yapılırsa yapılsın Türk devleti ortadan kaldırılamayacaktır.
Türkler, belki birgün Anadolu içlerine kadar sürükleneceklerdir.
Fakat onlar, gerçek varlıklarını orada bulacaklar ve yeniden
güçlü bir Türk devleti kuracaklardır.”
(Tan, 26.07.1935 Mahmut
Esat
Bozkurt)
Marks
bunları yazarken, Türkiye’de bu konulara kafa yoran tek bir kişi
bulunmuyordu.
Sınıf
çelişkisi, insanlığın avcılık ve hayvancılıktan, tarımı
bulup yerleşik yaşama geçişinden bugüne dek, tüm toplumlarda
vardır ve sınıf çelişkisi olmayan bir toplum olamaz; çelişkinin
ortaya çıkışı, gelişimi, yaygınlığı, yeğinliği ve sönümü
değişir ancak bu gerçek değişmez. Mustafa
Kemal’in
Eskişehir ve İzmit konuşmalarında dile getirdiği sınıfsal
çözümleme incelenirse, o dönemdeki Türk toplumunun sınıfsal
yapısının tam olarak ortaya konulduğu görülecektir. Bu
çözümlemeyi hemen hiçbir ‘sosyalist’
yapamazken, 42 yaşında bir generalin yapması gerçekten
şaşırtıcıdır. Orada söylenen ve sen dahil pek çok
‘sosyalist’in
itiraz ettiği; Türk toplumunda sınıfsal çelişkilerin çatışmaya
yönelen bir duruma ulaşmadığı, nüfusun yüzde 90’a yakınının
gerilik ve yoksulluk içinde köylerde yaşadığı, ülke
topraklarının çok azının işlendiği, ülkenin tüm olarak
yabancı ülkelerin sömürüsü altında olduğudur. Mustafa
Kemal
bunları uzun uzun anlatırken, sınıfsal değil ulusal bir
izlenceyi ortaya koymaktadır. Bu yaklaşım, o dönemde hiçbir
‘sosyalist’
kuramcının göremediği ve Kemalizmi
20.yüzyıl boyunca güncel kılan nedenlerden biridir.
Emperyalizmin
sömürüsü altındaki bir ülkenin başarıya ulaşmasının tek
yolu, ulusal bağımsızlığı temel alan bir savaşımı
yürütmektir. Kemalizm
Türkiye’de bunu yapmıştır. Türkiye’de yapılanlar sana
yeterli gelmiyorsa, Çin, ya da Vietnam devrimlerini, bu ülkelerin
günümüzdeki yönelişlerini, bugünkü uygulamalarını
izlemelisin. Bunu yaparsan, Mustafa
Kemal’in
20.yüzyıl başlarında eriştiği düzeyi görebilirsin.
Dayanaksız
Savlar
Sınıfsal
irdelemeyi ele aldığın bu bölümde, hangi belgeye dayandığın
bilinmez ancak akıl dışı bir yaklaşımla; “Atatürk’ü
Samsun’a İttihat ve Terakki’nin Karakol örgütünün
gönderdiğini” söylüyorsun.
(Sanırım E.J.Zürcher’den öğrenmişsin) Oysa, İttihat
ve Terakki
Atatürk’e
o denli karşıydı ki, onu öldürmeyi iki kez denemişti.
Aynı
bölümde; “Atatürk’ün
banka kuracak kadar büyük bir sermayeye ve 7 adet çiftliğe sahip
olduğunu”; “Atatürk’ün balolu, fraklı, bilardo masalı
eğlenceye düşkünlüğünü” söylemen,
üstelik bu söylemleri ‘bilimsel’
bir eleştirinin kanıtları olarak ileri sürmen sana ve senin
eğitim düzeyine yakışmıyor. Bu tür söylemlerle Türkiye’nin
“sınıfsal
tahlili”
yapılabilir mi? Atatürk’ü
“serveti”
nedeniyle suçlu ilan etmen, bu “serveti”
devlete bırakmasının, suçunu azaltmayacağını söylemen,
üstelik bu yaklaşımı Hüsamettin
Özkan
diye birini örnek göstererek yapman nasıl bir ruh halidir ben bunu
anlayamadım.
Atatürk’ün
Samsun’a nasıl gittiği öğrenilmek isteniyorsan, Nutuk’u
açmak ve bu işi yapan insanın kendisinden öğrenmek yeterlidir.
E.J.Zurcher’leri,
H.Gülalp’ları
incelemeye ve uzun araştırmalar yapmaya gerek yok sanırım.
Ayrıca, önemli olan kimin göndermiş olduğu mu, yoksa neler
yapıldığı mıdır? Birkaç yıl önce de Atatürk’ün
Samsun’a küçük bir vapurla değil, transatlantik boyutunda bir
gemiyle gittiği ortaya atılmış ve bu sav boyalı basında
işlenmişti. Nelerle uğraşıldığı görülemiyor mu?
Atatürk’ün
“çiftliklerle”,
“balolarla”
ne yapmak istediğini, kişisel olarak neyi göstermeye çalıştığını
düşünmelisin. Eğitimli insanın çok az olduğu bir toplumda,
insanlara her yönüyle örnek olmanın; örnek çiftçiliğin,
modern hayvancılığın, bahçeciliğin, arıcılığın, uygar
yaşamın, kadın erkek eşitliğinin vb. nasıl yapılması ya da ne
olması gerektiğini gösterme çabaları nasıl olur da servet ya da
eğlence düşkünlüğü olarak değerlendirilir?
Tecim
(Ticaret) Sermayesi
H.Gülalp’den
aldığın ve insanın içine sıkıntı veren alıntıların
birinde, “Kurtuluş
Savaşının, 1908 ikinci Meşrutiyet ile birlikte; Türklerin,
ticaret sermayesini gayri-müslimlerin elinden alınması amacıyla
yapıldığını”
söylüyorsun. H.Gülalp’in
ileri sürdüğü tezin elle tutulur bir yanı yok ancak dikkat
edilmesi gereken sinsi bir amacı var. Kurtuluş Savaşı’nın
nedenini, “Türklerin
gayri–müslimlerin mallarına el koymaya”
indirgerseniz, ezilen tüm uluslara örnek olan Türk Kurtuluş
Savaşı’nı, anti–emperyalist bir olay olmaktan çıkarmış ve
bu savaşı “gayri–müslimlerin”
mallarını talan etmeye yönelen bir çapul hareketine döndürmüş
olursunuz. Bu davranış, Batının Kemalizme 80 yıldır sürdürdüğü
bakıştır. “Türkler
barbardır”, “Kemalist eşkiyalar servet düşmanı
bolşeviklerdir”, “Ankara’daki çapulcular”
edebiyatı az mı yapıldı? Hala yapılmıyor mu? Sen bunu nasıl
göremezsin? H.Gülalp,
amacına yönelik o denli kötü bir “dayanak”
bulmuş ki, aslında bir şey söylemeye pek gerek yok. Ancak onun,
neyi, ne için yazdığı biliniyor. O önemli değil, önemli olan
senin bu insana önem verip, onu kaynak olarak kullanman.
Kurtuluş
Savaşı’nın Türk halkı tarafından hiçbir biçimde
desteklenmediğini, savaşın dayandığı tek sınıfın ayan-eşraf
sınıfı olduğunu söylüyorsun. Halkın katılmadığı bir savaş
gerçekleşmiş olmasını ileri sürmen, üstelik savaşın
kazanılmış olduğu da düşünülürse, dünya tarihinde örneği
olmayan (ve olmayacak olan) yeni bir sav ileri sürmüş oluyorsun.
Çünkü bildiğin gibi, insanlık tarihi boyunca halkın katılmadığı
kazanılmış bir savaş yoktur ve olamaz. Savaş sözkonusu
olduğunda ya halk kurtuluşunu sağlamak için doğrudan savaşa
katılır ya da egemen sınıf, halkı savaşa sürer ve kendisini
savaşın dışında tutar.
Eşraf
ve ayan sınıfının Türk toplumunda egemen sınıf olduğunu
söylüyorsun. Bu duruma göre, tarihte ilk kez halk savaşa
katılmıyor ve egemen sınıf, doğrudan savaşa giriyor. Bu yargın
bana Erich
Maria Remarque’nin
“Batı
Cephesinde Yeni Bir Şey Yok”
romanını hatırlattı. 1.Dünya Savaşı’nın bitmez tükenmez
siper savaşlarından bıkan Alman ve Fransız askerleri
kaynaşıyorlar ve kendi aralarında şunu söylüyorlar: “Biz
neden savaşıyoruz. Wilhelm
(Alman İmparatoru) ile
Clemenceau
(Fransa Başbakanı) meydana
çıkıp dövüşsünler. Kim yenerse o ülke kazansın”.
Sevgili Evren,
egemen sınıfların halkı katmadan yaptıkları bir savaş tarihte
var mıdır? Halkın katılmadığı bir savaş olabilir mi? Halk
olmadan savaş kazanmak olası mıdır?
Devletçilik
Yazında
devletçiliği kapitalizm içi ve dışı olarak ikiye ayırıyor ve
“1923–1930
arasındaki dönemin liberal kapitalizmin egemen olduğu bir süreç
olduğunu, bu konuda totolojik bir davranış sergilediğini,
1920–1930 arasındaki hükümet programlarında sanayileşme ile
ilgili olarak bir tek kelimenin bile bulunmadığını, gümrük
politikasından söz edilmediğini, döneminin egemenlerinin
komprador nitelikli tüccarlar ve ‘eşraf’ olduğunu ve Türk
sanayisinin içsel ve dışsal etkilerin uyarısı ile
gerçekleştirdiğini”
söylüyorsun.
Devletçilik
konusunda, bu denli uydurma bilgilerin yine, çok güven duyduğun
H.Gülalp’e
dayandığı açıkça belli oluyor ve bu nedenle kaba yanlışlıklar
içeriyor.
Liberalizm,
markantilizm ve
sömürgecilikten
geçerek Batı Avrupa’da beş yüz yılda oluşan ve kapitalizmin
temelini oluşturan bir pazar işleyişidir. Liberal dönemde
kentsoyluluk (burjuvazi) devrimci bir sınıftır. Gereksinimine
uygun düşen ekonomik ve toplumsal dönüşümleri, gerek devrimci
(Fransa) ve gerekse evrimci yöntemlerle (Almanya)
gerçekleştirmiştir. Piyasa gerçekten serbesttir ve malın
değerini üzerinde toplanmış insan emeği belirler. Sanayi üretimi
ve pazarlamada eşit koşullu bir yarış (rekabet) vardır. Uzun bir
geçmişe dayanan liberalizm, 18. ve 19.yüzyılda üst düzeyde
gelişmiş ve Batı kapitalizminin özünü oluşturmuştur.
Başlangıçta serbest yarışmaya dayanan liberalizm, yapısı ve
işleyişi gereği, 19.yüzyıl sonlarında tekelciliğe ulaşmış
ve 20.yüzyılda ortadan kalkarak, dünya ekonomisindeki yerini
tekelciliğe bırakmıştır.
Türkiye'de
Durum
1920–1930
Türkiye’sini liberal kapitalizmin egemen olduğu bir ülke olarak
görmek, gerek liberalizmi ve gerekse Türkiye’yi bilmemek
demektir. Büyük çoğunluğu el tezgahlarında ve küçük esnaf
yanında çalışan çıraklardan oluşan yalnızca 76 bin işçinin
olduğu (bunlara gerçekte işçi demek de olası değil), bir tek
modern sanayi yatırımının bulunmadığı, bağlı olarak
kentsoylu
sınıfının oluşmadığı bir toplumda liberalizm nasıl egemen
olabilir?
Devletçilik
için “kapitalizm
içi”
ve “kapitalizm
dışı”
diye
iki yeni tanım getiriyorsun. Buna fazla bir itirazım yok, ne demek
istediğini anlıyorum. Bu ikili tanımı kapitalist ya da sosyalist
devletçilik olarak ortaya koymak sanırım daha uygun olur. Batı
kapitalizminde görülen devletçiliğe benzemeyen, ancak sosyalist
de olmayan Kemalist devletçilik, üçüncü bir yoldur ve Türkiye’ye
özgüdür. Mustafa
Kemal
buna “Devlet
Sosyalizmi”, “Sosyal Hukuk Devleti”
ya da “Ilımlı
Devletçilik”
demiştir. Atatürk,
Türk devriminin yöneldiği kalkınma yolunun, ne “liberalizm”
ne de “Batı’dan
tercüme edilmiş sosyalist uygulamalar”
olmadığını değişik yazı ve konuşmalarında dile getirmiştir.
Atatürk,
devletçilik anlayışını şöyle açıklamıştır: “Büyük
ve düzenli bir yönetimi gerekli kılan, özel girişim elinde
tekelleşme tehlikesini gösteren ve genel ihtiyaçları karşılayan
işleri devletin üzerine almasıdır. Madenlerin, ormanların,
kanalların, demiryollarının, deniz taşımacığı şirketlerinin
devlet tarafından yönetilmesi ve para ihraç eden bankaların
millileştirilmesi, keza elektrik, su, havagazı v.b. işlerin
mahalli idareler tarafından yapılması devletçiliğe ait işlerdir.
Bu manada devletçilik sosyal, ahlaki ve ulusaldır.”
(Afet İnan–Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal’in El Yazıları,
TTK Yay. Sf.448) “Türkiye’nin
uyguladığı devletçilik sistemi, 19. yüzyıldan beri sosyalist
teorisyenlerin ileri sürdükleri düşüncelerden alınarak tercüme
edilmiş bir sistem değildir... Türkiye’nin takip ettiği yol
liberalizmden de başka bir yoldur.”
(Uluğ İldemir, Sümerbank Dergisi Cilt VI, Sayı 29–1963;
sf.138); “Toplumsal
gelişmenin amacı, insanlar üzerinde eşitliği sağlamaktır.
Dünya birliğe doğru yürümektedir. İnsanlar arasında sınıf,
derece, ahlak, giyim, dil gibi ölçü farkları giderek
azalmaktadır. Tarih yaşamak kavgasının din, ırk, kültür,
eğitim ayrılıkları arasında olduğunu gösterir. Birliğe doğru
yürüyüş barışa doğru yürüyüş demektir. Birer fikir akımı
olarak ele aldığımız toplumsal ilişki teorilerini uygulamada,
‘sosyal kazanımlar’ adı altında toplamak mümkündür. Bu
sosyal kazanımlara Devlet sosyalizmine yaklaşılarak varılabilir.
(Afet İnan Mustafa Kemal’den Yazdıklarım, Kültür Bakanlığı
Yay.Sf.107–108). Mustafa
Kemal, devletçilik
konusunda bunları söylüyordu.
Devletçiliğin,
1923’den sonra uygulamaya konmuş olduğunu ilk kez benden duyman
çok doğal. Çünkü bunun böyle olduğunu ileri süren insan
sayısı çok azdır. Güvenilirliklerine ve bilimsel düzeylerine
saygı duyulan birçok insan bile devletçiliğin Türkiye’de, 1929
Dünya ekonomik bunalımının zorunlu sonucu olarak 1930’dan sonra
uygulandığını söylemişlerdir. Belki yetersiz araştırma, belki
de 30’dan sonra yoğunlaşan devletçilik bu yargıya neden
olmuştur, nedenini bilemem ancak yaygınca ileri sürülen görüş
budur.
Türkiye'deki
Uygulama
İki
önemli kesim, Kemalist
devletçiliğe bilinçli ve kasıtlı bir önyargıyla yaklaşmış
ve devletçiliği, devrimcilik ve halkçılık gibi Kemalizmin
üzerinden atmak istemiştir. Bunların bir bölümü, bugün IMF
politikalarının geçmişteki temsilcileri diyebileceğimiz; Terakki
Perver Fırka,
Demokrat
Parti,
Adalet
Partisi,
ANAP,
AKP geleneğidir.
Bunlar, devletçilik, devrimcilik ve halkçılık ilkelerini hiçbir
zaman kabul etmemiş ve tanzimat ‘ekonomisinin’
uygulanmasını istemişlerdir. İkinci kesim, İnönü’nün
yönetime gelmesiyle başlayan 2.Dünya Savaşı sonrasında hızlanan
dışa bağımlılığı kabullenerek birinci kesime yakınlaşan
CHP,
12
Mart,
12
Eylül,
SHP
ve Yeni
CHP
çizgisidir. Bunların tümünün, Kemalizmle
herhangi bir ilişkisi kalmamıştır. Bugün var olan tüm partiler
aynı yerde, IMF çizgisinde (Tanzimat çizgisi de denilebilir)
buluşmuşlardır.
Kemalist
devletçiliğin 1930 sonrasında zorunlu olarak girişilen bir tutum
olmadığını bir ideolojik tercih olduğunu (Kemalist ideolojinin)
ileri sürerken, devletçilik konusunda Atatürk’ün
açıklamalarını ve 1930’a dek yapılan uygulamaları kitapta
belge ve rakamlarla ortaya koymuştum. Bunları herhalde göremedin.
İleri sürülen bir savın, kuşkusuz güvenilir kaynaklarla
kanıtlanması gerekir; bunu yaptığımı sanıyorum. Burada belki
kısaca bir iki noktayı dikkatine sunmakla yetineceğim.
Siyasi
oluşumlar kendi ideolojisini süreç içinde oluşturur,
olgunlaştırır ve dizge (sistem) durumuna getirir. Bildiğin gibi
hiçbir düşünce ve eylem, bütünlüğü olan bir dizge olarak
birdenbire ortaya çıkmaz. Özdeksel (maddi) koşullar düşünceyi,
düşünce eylemi ve her ikisi birden ideolojiyi oluşturur. Bu
oluşum için sürece gereksinim vardır.
Kemalizm,
ülkenin toplumsal ve ekonomik sorunlarına daha savaş sürerken
eğilmiştir. Sağlık, tecim, ulaşım, üretim, tarım gibi
konularda 1920–22 arasında devlet eliyle somut işler yapılmıştır.
Yol ıslahı, aşı üretimi ve uygulaması, sterilizasyon merkezleri
kurulması, silah üretimi, eğitim işleri savaş içinde
başlatılmıştır. Savaş biter bitmez toplanan İzmir
İktisat Kongresi’nde;
iş ve işçi sorunları, kadın işçiler, tecim ve sınayi
girişimleri, sosyal güvenlik gibi konularda kararlar alınmış ve
yapılabilecek işlerin tümünün tam bağımsızlıktan ödün
vermeden gerçekleştirileceği açıklanmıştır.
Daha sonra özellikle İzmir ve
İstanbul’da bulunan ve yabancıların elindeki kompador
nitelikteki dış tecim üzerine vergiler getirilmiştir. Lozan’ın
geçici de olsa kısıtlamalarına karşın gümrük korumacılığının
ön uygulamaları başlatılmıştır. Üstelik ülkede hemen hiçbir
şey üretilmezken. Şeyh
Sait isyanı
ve arkasından Terakki
Perver Serbest Fırka Hareketi
(Bu partinin ekonomik görüşleri kitapta var, bir kez daha bakmanı
öneririm) yapılmak istenenlerin ertelenmesine neden olmuştur.
Ayrıca 1924-1930 arasında Saltanat ve hilafetin kaldırılması
eğitimin birliği, okuma yazma atılımı, Latin alfabesine geçiş,
Medeni Kanun, kılık kıyafet, hukuksal dönüşümler gibi kapsamlı
dönüşümler gerçekleştirilmiştir.
Tüm
bunlar yapılırken devletçi uygulamalar yoksunluklara karşın
bilinçli ve kararlı bir yaklaşımla gündemde tutulmuştur.
Mustafa
Kemal,
1 Mart 1922’de (1930’dan 8 yıl önce) Meclisi açılış
konuşmasında şunları söylemiştir: “Ekonomi
politikamızın önemli amaçlarından biri; toplumun genel faydasını
doğrudan doğruya ilgilendirecek kuruluşlar ile ekonomik alandaki
özel girişimleri, mali ve teknik gücümüzün ölçülerine uygun
olarak devletleştirmektir.
Memleketin, tarım ve tarım endüstrisine bağlı olan ve zamana
bağlı istekleri, örneğin dokuma sanayinin korunması, bölgelerde
kurulacak diğer endüstri dallarının her bakımdan geliştirilmesi
önemle göz önünde bulundurulacaktır. Ekonomi Bakanlığımızın
bir yıl içinde yapış olduğu işler sizlere açıklamış
bulunduğum bu görüşler altında yapılmıştır. Yine bu işler
arasında, çalışanların yaşam düzeylerinin yükseltilmesini
sağlayacak olan Zonguldak İşçi Kanunu; Anadolu’da genel taşıma
işlerini kolaylaştırmak için otomobil ve kamyon işleteceklere
gerekli izinleri veren yönetmelik; cephelerdeki asker ailelerine
yardım esaslarını da içine alan tarım muhalefeti yönetmeliği;
Meclisçe kabul edilen tohumluk dağıtımında ihtiyaçları tesbit
edilen yerlerde usulüne uygun olarak işleme başlanması; Ziraat
Bankası aracılığıyla çiftçilerimize tarım araç ve gereçlerin
uygun fiyatlarla dağıtılması kurulacak özel bir kurulun gerekli
çalışmaları yaparak bu tür araç ve gereçlerden daha çok temin
edilmesi; yerli ürünlerin yurt içinde kullanılmasını yaygın
hale getirmek amacıyla gümrük kanununda yerli malımızın
korunmasını sağlayacak usulün uygulanmasına başlandığını
çalışmalarımızın somut sonuçları olarak söylemek isterim.”
(Afet
İnan–Devletçilik İlkesi, TTK Yayınları, 1972, sf. 31)
1930
Öncesi Yapılanlar
1
Mart 1922’de yani savaş sürerken söylenen bu sözler,
devletçilik ilkesinin, 1930’dan önce uygulamaya koyulduğunu ve
bu konunun ideolojik olduğu yönünde sana bir fikir verecektir
sanırım. Bu sözler söylenmiştir ve söylemde bırakılmayarak,
hemen tümü yeni eklerle uygulanmıştır. Yapılan uygulamalar,
elde edilen sonuçlar; rakam ve tarihleriyle kitapta “Cumhuriyet
Ekonomisi”
bölümünde bulunmaktadır. Orada ayrıntılı olarak gösterdiğim
işlerin hemen tümü, devlet eliyle gerçekleştirilmiştir.
Demiryollarının,
limanların, tünel ve tramvayların, madenlerin, ormanların
devletleştirilmesi; Tuz, alkollü içki, tütün ve kibritte devlet
tekelinin oluşturulması; sağlık yatırımları, şeker
fabrikaları, un, çimento, tekstil ve demir üretimi; Hereke,
Feshane, Beykoz Deri ve Kundura, Uşak Şeker, Tosya Çeltik
fabrikalarının açılması; Bünyan ve Isparta İplik, Maraş
Çeltik, Malatya ve Aksaray Elektrik Kütahya Çini ortaklıklarının
oluşturulması, 1923–1930 arasında gerçekleştirilmiştir.
1924
yılında Ziraat Bankası’na her türlü bankacılık hizmeti yapma
yetkisi verildi ve Banka hızlı bir büyüme sağlayarak 1931
yılında mevduatını 56 milyon liraya çıkardı. (1924 Yılında
devlet bütçesi 118 milyon liraydı.) Ziraat Bankası’nın
denetimi altındaki Emniyet
Sandığı’nın
toplam mevduatı, 1923’de 2 milyon 327 lira idi. Bu miktar 1929
yılında 16 milyon 508 bin liraya çıkarılmıştı.
(Prof.Dr.Ferudun Ergin, Atatürk Zamanında Türk Ekonomisi, Yaşar
Eğitim ve Kültür Vakfı Yay., 1977 sf. 50-51)
“Yeni
Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye”
kitabında, bu konuda daha çok bilgi bulunuyor. Ancak burada
aktardıklarım bile devletçiliğin Kemalizmde
ideolojik yeğleme (tercih) olduğunu ve 1930’dan önce
başlatıldığını göstermektedir. Tüm bunları ortaya koymuş
olmama karşın “totolojik
bir tavır gösterdiğim”
biçimdeki eleştirin sanırım yerine oturmamaktadır.
Sanayileşme
Sanayileşmenin
1929’a dek iç ve dış etkilerin uyarısı ile
gerçekleştirildiğini söylüyorsun. Bu yargı temelden yanlıştır
ve dayanağı yoktur. Atatürk,
bıkmadan usanmadan tam bağımsızlıktan söz eder ve sözlerini
uygulamaya döker. O’na göre, tam bağımsızlık; ekonomide, iç
ve dış siyasette, maliyede, dilde, kültürde, dinde, eğitimde tam
bağımsızlık demektir. Sanayileşme, Kemalizm
için yaşamsal önemde önceliği olan bir konudur. “Sermayesi,
mühendisi, işçisi Türk olan fabrikalar kurulmalıdır... Türkiye
Anadolu’da yabancı sermayenin jandarmalığını yapmayacaktır”
biçimindeki sözleri, sınai kalkınmaya verilen önemi gösterir.
İleri sürdüğüm; sanayileşmenin, üzerindeki işsel ve dışsal
etkiler nelerdir? Bu etkiler nereden kaynaklanıyor ve Türkiye’yi
1929‘a dek nasıl etkiledi? Bunları ortaya koymak zorundasın.
Kemalist
kalkınma yolunu, 1950 ve 1980’e dek süren uygulamalarla
bağdaştırmaya çalışman; H.Gülalp,
E.J.Zurcher gibi,
bilim
dışılığı bilimsellik kılıfıyla sunmada uzmanlaşmış siyasi
bezirganlardan etkilenmiş olmana bağlıyorum. Sevgili Evren,
yineliyorum, bir konuda inceleme yapacaksan, önce o konuyu kendi
kaynaklarından araştırmalısın sonra (yandaş ya da karşıt)
eleştirileri ele almalısın. Türkiye’deki Marks’ı
okumadan marksist olanların durumuna düşmemelisin. Nutku okumadan,
Cumhuriyet ekonomisini gerçek kaynaklarından incelemeden,
Atatürk’ün
söylev ve demeçlerini ve gerçekleştirdiği işleri ele almadan;
eleştiriye girişmek üstelik bu eleştiriyi bilimsel nitelikten
yoksun, amaçlı kaynaklardan yararlanarak yapmak doğru bir davranış
değildir.
1923–1938
uygulamalarıyla, 1945 sonrası uygulamaları, bir birine herhangi
bir benzerliği olmayan, tam tersi niteliksel karşıtlığı olan
uygulamalardır. Birincisi kendi gücüne dayanan ve tam bağımsızlığı
temel alan devrimci bir yoldur; öteki ise, dışa bağlanmanın, tam
bağımsızlıktan vazgeçmenin ve işbirlikçiliğin geçerli olduğu
bir dönemdir. 1945’ten sonra gelişen montaj nitelikli, tüketime
yönelik sanayileşme, senin dediğin gibi; “ticaret
burjuvazisinin elinde biriken muazzam sermayeyi”
sanayileşmeye kaydırması değildir. Bu işin itici gücü,
dışarıya açılmak zorunda olan uluslararası şirketlerin
Türkiye’deki etkinliklerin dayanmaktadır.
Yeni
Dünya Düzeni
İkinci
savaş sonunda dünyaya geçerli kılınan Yeni Dünya Düzeni, esas
olarak uluslararası şirket etkinliklerine dayalıdır. GATT, OECD,
IMF, Dünya bankası, Ortak pazarlar ve Uluslararası Şirketlerle
tüm dünyaya yerleştirilen tecimsel (ticari) işleyiş, dış
yatırımların yaygınlaştırılması, sermaye güvenliğinin
sağlanması ve kâr aktarımının (transferinin) ulusal engellere
takılmaması üzerine kuruludur. Uluslararası şirketler bu dönemde
yaygın olarak dünyaya açıldılar ve kendilerine yerel ‘ortaklar’
buldular. Bu o dönemde gerekliydi çünkü ulus–devlet
korumacılığı o dönemde varlığını sürdürmekteydi, bu
engelin aşılması gerekiyordu.
Uluslararası
şirketlerin bulduğu yerli ortaklar hiçbir zaman; teknoloji
belirleme, dışsatım politikaları ya da kâr oranları belirleme
gibi konularda etkili olamadılar. Yerli “ortaklar”
arazi bulma, inşaat yaptırma ve yerel hükümetlere ilişkileri
yürütme gibi ikincil işleri yüklendiler. Bu görevlerin dışında
aksatmamaları gereken diğer bir görevleri daha vardı, o da Yeni
Dünya Düzeni işleyişini ülke içinde geçerli kılmak. Bunlar,
Türk ismi ya da Türk kimliğiyle görüntüler veriyorlardı ancak
gerçekte uluslararası şirketler ve onların haklarını savunan
büyük devletlerin “güvenilir”
işbirlikçileriydiler.
Türkiye,
dışarıdan aldığı borçların büyük bölümünü, teşvik adı
altında bu “ortaklıklara”
aktardı ve 1945’den sonra gelişmeye başlayan çarpık kapitalist
yapı, senin dediğin gibi “Ticaret
burjuvazisinin muazzam sermayesiyle”
değil, Türkiye’nin dış borçlarıyla beslendi. Borçlanan Türk
Devletiydi ancak borcu kullanan yerli ortaklar aracılığıyla
uluslararası şirketlerdi.
68
kuşağının,
“emperyalizmin
içsel olgu olması”
biçiminde dile getirdiği bu olgu, uluslararası şirket
etkinlikleri ve yerli işbirlikçilerinin yukarıda sözü edilen
ilişkilerine dayanmaktadır. (İçsel olgu tanımını yanlış
anlamışsın, bu tanımla, Türkiye’deki sanayileşmenin iç
dinamiklerle oluştuğunu söylenmiyor. Tam tersi, emperyalizmin
gizli işgal yoluyla ülkeye girdiğini ve işbirlikçileri
aracılığıyla yerleştiğini söylüyor)
Anti-Emperyalizm.
Kitabımda
anti–emperyalizmin ne olduğunu açıkça belirtmediğimi
yazıyorsun. Bunu ileri sürmen bana kitabı gerçekten okumadığın
ya da belirli bölümlerini okuduğun izlenimini verdi. Kitap,
1.ciltte emperyalizmin ne olduğunu anlatan bölüm dışarda tutulsa
bile, tüm bölümleriyle emperyalizmin ne olduğunu anlatan bir
kitaptır. Senden ricam, sömürgecilik–Emperyalizm–Ulusal
Kurtuluş Savaşları–Uluslararası Şirketler–Sendikasızlaştırma
bölümlerini okumandır (ya da yeniden okumandır).
Kemalizmin,
anti–emperyalist olmadığına yönelik savına ne demek gerekir
bilemiyorum. 2.Cumhuriyetçilerin, sosyalizmle ilgisi kalmamıştır.
Bunların, bilinen ve artık kendilerinden başka kimsenin inanmadığı
görüşlerini ileri sürebilmiş olman, gerçekten şaşırtıcı.
Kemalizmin,
anti–emperyalist olmadığını ileri süren bir kişi, gerçeği
nasıl görebilir ya da görmek isteyebilir bilemiyorum. Bu konuda,
okuduğun Boğaziçi Üniversitesinin yetiştirdiği klasik tipler
gibi anti-Kemalist bir çizgi izliyorsun Emperyalizmi ilk kez
yenilgiye uğratan, ezilen uluslara örnek olarak emperyalizme büyük
darbe vuran, dünyanın en büyük anti-emperyalistine bunları
söyleyebilmek, ancak bilgisizlik ya da kasıt ürünü olabilir.
Kürt
Sorunu
Kürt
sorunu bölümünde yazdıklarının bence; toplumbilim kurallarına,
tarihsel gerçeklere ve yaşadıklarımıza uygun düşmeyen öznel
yargılar durumunda. Sosyalist kümelerin ve Kürtçü yapılanmaların
dile getirdiği görüşlerin yinelenmesi gibi. Bunlara yanıt
vermiyorum. Çünkü bildiğin gibi eleştiriye yanıt, eleştiri
gerçekten eleştiriyse verilebilir. Suçlama ve karalamaya dönük
yargılara eleştiri denemez. Ancak Kürt Sorunu denilen şeyin ne
olduğunu anlamak için, eğer gerçekten anlamak isteniyorsa; Türk
tarihinin, bu tarih içindeki Türk-Kürt ilişkilerinin, Mustafa
Kemal’in
uluslaşmanın koşullarını inceleyen yazılarının ve kimi Batılı
araştırmacıların incelenmesi gerekir.
Burada
konuyu ilgilendiren bir alıntıyı anımsatmakla yetineceğim.
Bildiğin gibi, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, sosyalistlerin
önem verdiği bir konudur. Türkiye’deki sosyalistler, bu öneme
dayanarak emperyalizmin desteğiyle varlığını sürdüren
ayrılıkçı Kürt kalkışmasını koşulsuz desteklemektirler.
Oysa, Ulusal devinimlerin desteklenmesinin koşulları
vardır.Desteğin olmazsa olmazı, Ulusal devinimin emperyalizme
karşı çıkması, dünya sosyalist ve demokrat deviniminin parçası
olmasıdır. Belki O’nun sözleri etkili olur düşüncesiyle
Lenin’in
konuyla ilgili sözlerini aktarıyorum. Şöyle diyor: “Ulusların
Kaderlerini Tayin Hakkı dahil, demokrasinin çeşitli istemleri
mutlak şeyler değildir. Bunlar dünya demokratik deviniminin bir
parçasıdır. Kimi somut durumlarda, parçanın bütünle çelişkiye
düşme olanağı vardır. Bu durumda parça reddedilmelidir... Kimi
küçük uluslar, burjuva gericiliğinin dayanakları durumunda
olursa, bizim de bu gerici halkların içindeki hareketin niteliği
ne olursa olsun, onları ezmek ve ileri karakollarını yıkmak için,
devrimci bir savaştan yana olmamız gerekir.” (Ulusların
Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yay. Sf. 184)
Sonuç
Boğaziçi
Üniversitesinde okuyan, anti–Kemalist çevrelerden etkilenmiş
olan ve senin deyiminle “içinde yaşadığı dünyanın ve
toplumun sorunlarına duyarsız kalamayan” bir gencin
eleştirilerine yanıt vermeyi görev saydım. İdeolojik olarak
seninle benzer koşullarda olanlara göre, dikkat çekici ayrımın,
Kemalizmle
ilgili bir kitabı, Yeni Dünya Düzeni Kemalizmin ve Türkiye’yi
okumuş olmandır. Bu benim için önemliydi. İlgi duyduğu alan
dışında kitap okumayı bırakmış olan ‘sosyalistlerin’,
incelemedikleri Kemalizme karalayıcı sözler söyleyerek ortalıkta
dolaştığı, doğal olarak Kemalist uygulamalara somut bir eleştiri
getiremedikleri bir ortamda, sen düşüncelerini açık bir biçimde
yazıya döküyor ve ilgilisine gönderiyorsun. Seni benim için
değerli kılan budur. Bu nedenle, elimdeki bitirmekte olduğum yeni
kitabı bırakarak sana yanıt verdim.
Umarım,
yanıtım aceleye gelmiş bir yazının şanssızlığına
uğramamıştır ve belli konular üzerindeki düşüncelerine yeni
soru işaretleri açmıştır. Yaşıtlarına göre bilgilisin ve
doğru bir tavır içindesin. Okumanı ve araştırmanı nesnellikten
kopmadan sürdürürsen, yaşamın gerçekliği içinde doğruları
yakalaman kaçınılmaz. Yeter ki, okumayı ve araştırmayı bir
yaşam biçimi durumuna getirerek yoluna devam etmendir. Art niyetli,
çıkar amaçlı ya da dış bağlantılı olmadığın sürece bu
konudaki başarı arkasından gelecektir.
Sevgilerimle.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder