Kemal
Derviş, yeniden ortaya
çıktı. Küresel karar vericilerce 2001’de Türkiye’ye
gönderilen ve Türk ekonomisini çökerten ekonomik-siyasi dönüşümü
gerçekleştiren bu kişi, Türkiye’nin bir yol ayrımında olduğu
günümüzde siyasi alanda yeniden boy gösteriyor. CHP Genel
Başkanı; “çözüm
sürecini sevindirici bulan”,
“Aptullah
Öcalan'a
hain denmemesini isteyen” Kemal
Derviş’i yönetime
geldiklerinde bakan yapacağını söylüyor. Alttaki yazıda,
Derviş’in
2001’deki gelişinin ve yaptıklarının öyküsünü bulacaksınız.
Ekonomik
Bunalım ve Kemal Derviş
Türkiye,
29 Kasım 2000 Çarşamba günü, kimsenin beklemediği bir anda
büyük bir akçalı bunalımla karşılaştı.
Basının
“Kara
Çarşamba”
adını verdiği bunalım, borsa ve bankaları etkisi altına aldı,
piyasalarda sıradışı olaylar yaşandı. IMKB–100 endeksi,
yalnızca 29 Kasım günü yüzde 10 değer yitirdi. Bu düşüşle
borsadaki değer yitimi, yıl içindekilerle birlikte toplam yüzde
60’a ulaştı. Güvenin yitirildiği bir ortamda bankalar
birbirlerine para vermedi ve gecelik repo faizi yüzde 1700’e
çıktı. Yabancı yatırımcılar (spekülatörler) reponun bu denli
yüksek getiri sağlamasına karşın Türk parasına yönelmedi ve
4,5 milyar doları yurt dışına çıkardı.1
Bunalıma neden olacak somut bir olay yaşanmamıştı. Türkiye bir yıl önce IMF isteklerini yerine getiren ve adına 9 Aralık Kararları denilen izlenceyi (programı) kabul etmiş ve eksiksiz uygulamıştı. “Enflasyonu önleme“ amacıyla uygulanan bu izlence, şimdi toplumsal bunalıma dönüşme eğilimi gösteren daha büyük bir ekonomik bunalımın nedeni oluyordu.
Türkiye, 24 Ocak 1980'den beri, bunalımlara gebe bir süreçte yaşıyordu. 24 Ocak Kararları'yla belirlenen ve darbeyle gerçekleştirilen yönetim bozulması, Cumhuriyet'in kalkınma yöntemini ortadan kaldırmış, Türkiye'yi soktuğu borç sarmalıyla dış karışmalara açık duruma getirmişti. Dış karışma bunalımları, bunalımlar da karışmayı yoğunlaştırıyordu. “Kara Çarşamba” bu sürecin doğal sonucuydu.
Amerikan merkezli iki korsan spekülatör firması (hacker fund), 29 Kasım günü yabancı bir banka aracılığıyla, akçalı piyasalardan aniden 1 milyar dolar çekti. Ardından 4.5 milyar dolar satın alındı ve bu para da yurt dışına çıkarıldı. Yabancıların Türk akçalı piyasasını, borsa ve banka aracılığıyla denetim altına alması, onlara bunalım yaratacak bu tür işleri yapma olanağı veriyordu.
Amerikan merkezli iki korsan spekülatör firması (hacker fund), 29 Kasım günü yabancı bir banka aracılığıyla, akçalı piyasalardan aniden 1 milyar dolar çekti. Ardından 4.5 milyar dolar satın alındı ve bu para da yurt dışına çıkarıldı. Yabancıların Türk akçalı piyasasını, borsa ve banka aracılığıyla denetim altına alması, onlara bunalım yaratacak bu tür işleri yapma olanağı veriyordu.
Ortaya
çıkan bunalım, piyasa içi oluşumların iç dinamiğiyle ortaya
çıkan ekonomik bir olgu değil, piyasa dışı güçlerin siyasi
amaçla yarattığı yapay bir girişimdi. Akçalı sermayenin
olağanüstü güçlendiği tekelci dönemde, denetim altına alınan
piyasalarda
bu mümkündü. Türkiye’de bu güç kullanılarak, ekonomiden
başlayıp toplumsal alana taşınan bir dengesizleştirme
(istikrarsızlaştırma)
gösterisi
yapılmıştı. Bu gösterinin amacı, ulusal haklar konusuna duyarlı
ulusal güçlere, Türkiye üzerinde ne denli etkili olunduğunun
gösterilmesi ve Türkiye’den yeni isteklerde bulunma ortamının
hazırlanmasıydı.
Demokratik
Sol Parti, Milliyetçi Hareket Partisi ve
Anavatan
Partisi’nden
oluşan 57.Cumhuriyet Hükümeti, yaşanan olumsuzluklardan ve
gelecek bunalımlardan
kurtulmak için; kendi gücüne ve gereksinimlerine dayanan bir
ulusal izlence hazırlamak yerine IMF ve Dünya Bankası
izlencelerini uygulamayı sürdürdü.
Bu
tutumun soruna çözüm getirmeyeceği, tersine yeni sorunlar
yaratacağı açıktı. Nitekim Kasım’da yaşanan olaylar, 2,5 ay
sonra hemen aynısıyla yinelendi ve etkisi çok daha sarsıcı olan,
Şubat 2001 bunalımı ortaya çıktı. 2.5 ay arayla ortaya çıkan
iki bunalım, yine IMF politikalarının bir sonucu olarak ortaya
çıkan 1994 bunalımının hemen aynısıydı. 1994 mali bunalımında
13–14 Ocak günleri kredilendirme kuruluşu Moody’s
ve Standart
& Poors,
Türkiye’nin kredi notunu aniden
düşürmüş,
bunun üzerine borsada sert düşüşler yaşanmış, döviz
olağanüstü artmış, günlük repo oranları yüzde 400’lerden
başlayıp yüzde 1000’lere çıkmış ve bu gelişmelerin sonunda
yüksek oranlı bir devalüasyon yapılmıştı.2
Kurtarıcı
Aranıyor
ABD
Başkanı George
W.Bush,
28 Şubat 2001’de Cumhurbaşkanı Ahmet
Necdet
Sezer’e
bir mektup gönderdi ve bu mektupta, Türkiye’nin IMF ile çalışmayı
sürdürmesini istedi.3
Mektup medyada çok olumlu bir gelişme olarak işlendi. ABD’nin
Ankara Büyükelçisi, Başbakanlık düzeyindeki girişimlerini
yoğunlaştırdı ve Türkiye’nin sorunlarını çözecek kişi
“bulundu”.
Dünya Bankası’nın çok sayıdaki bölümünden birinin Başkan
Yardımcılarından olan ve 25 yıldır Amerika’da yaşayan Kemal
Derviş kurtarıcı
olarak Türkiye’ye getirildi.
Önce
Merkez
Bankası’nın
başına geçecek denildi, ancak daha
sonra Hazine
Müsteşarlığı, Merkez Bankası, Bankacılık
Denetleme Üst Kurulu, Büyük
Devlet
Bankaları
ve Sermaye
Piyasası Üst Kurulu
ona bağlandı. İşadamları, sendikalar, uluslararası örgüt
temsilcileri, yabancı misyon şefleri ile görüşüyor; devletin
kilit yerlerine
atamalar yapıyor; çıkarılacak yasaların zaman ve niteliği
belirliyor; bakan dahil beğenilmeyen kadroları
ayıklıyordu (tasfiye ediyordu). Türkiye’de, adeta “tek
adam”
egemenliğine dayanan bir “demokrasi”
oyunu oynanıyordu.
Bu
denli geniş yetki Cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde, seçilmiş
ya da atanmış kimseye verilmemişti. Yapılanların, yetki
genişliği yanında ondan daha önemli bir
boyutu vardı. Bu yeni uygulamayla yönetim yetkisinin önemli bir
bölümü, Kemal
Derviş aracılığıyla
dışarıya devrediliyordu. Şimdiye dek dolaylı
yollarla gerçekleştirilen bağımlılık ilişkileri artık
doğrudan küresel güçlerin girişimgücüne (inisiyatifine)
bırakılarak, Türkiye, “gizli
işgal”
olgusunun doğurduğu
sonuçlarla, egemenlik hakları çiğnenen bir ülke durumuna
geliyordu.
Türkiye
dışarıdan yönlendirilen ilişkiler içine sokulurken, içte ve
dışta büyük sermaye kümeleri, politikacılar ve medya, bu tür
girişimleri yine “coşkuyla”
karşıladı ve “içtenlikle”
destekledi.
Amerika’dan gelen Kemal
Derviş,
ağır yaşam koşulları altında ezilen Türk halkına “kurtarıcı”
gibi sunuldu. Gazeteler
“Türkiye’yi
Kurtaracak Adam”, “Beklenen Adam Geldi”, “Ecevit’in Özal’ı”
gibi
başlıklarla çıktı. Televizyonlar, Türkiye’nin yeni ve ileri
bir döneme gireceği, Kemal
Derviş’in
Türkiye’nin “tek
ve son şansı”
olduğu yönünde yayınlar yaptı.
“Kemal
Derviş’i Biz Gönderdik”
Dünya
Bankası Başkanı James
Wolfensohn
Fransız Le
Monde
Gazetesine 26 Nisan 2001’de yaptığı açıklamada şunları
söyledi: “Türkiye’de
açık bir makro–ekonomik kriz var. Bu krizle
ilgilenmek grup başı olarak IMF’ye düşüyor. IMF,
makro–ekonomik sorunlar ve krizle, biz ise yapısal sorunlarla
ilgileniyoruz. Kemal Derviş’i Türkiye’ye gönderdik.”4
Dünya
Bankası Başkanının, “gönderildiğini”
açıkladığı Kemal
Derviş’in
nasıl bir yol izleyeceği ve neler yapacağı,
gerek “gönderilen”
yerin niteliği gerekse kendi sözleri nedeniyle daha ilk
günden belli oluyordu. Ulusal konulara duyarlı aydınlar onu, Dünya
Bankasındaki çalışmalarından ve Türkiye için
hazırladığı yazanaklardan biliyordu; Wolfensohn’un
açıklaması onlar için
sürpriz değildi. Ancak Türk halkı onu yeterince
tanımıyordu.
Türkiye’yi
yıkıma götüren 24
Ocak 1980 Kararları’nın
ön hazırlıklarını
Dünya Bankası’nın “güvenilir”
elemanı olarak Kemal
Derviş
yapmıştı. 1978 yılında, Dünya Bankası adına
hazırladığı “Türkiye
Raporu”nda
şunları yazmıştı: “Türkiye’de
kimya, temel makine ve imalat, maden işleme gibi ağır sanayilerde
gelişme beklenmesi gerçekçi davranış değildir. Kaynaklar
ihracata yönelik hafif sanayi dallarına kaydırılmalıdır, ağır
sanayiden gelişme beklenmemelidir. Türkiye, tek bir devalüasyon
ile yetinmemeli, devalüasyonu sürekli duruma getirmelidir.”5
Azgelişmiş
bir ülkenin ekonomisini bu “raporu”
yazan Kemal
Derviş’e
bırakması, halk deyimiyle “Kediye
ciğer
emanet etmekten”
başka bir şey değildi.
“Güçlü Ekonomiye Geçiş”
Büyük
sermaye, medya ve politikacı bloğunun deseğiyle çalışmalarını
sürdüren Kemal
Derviş,
Mart ve Nisan aylarında açıkladığı
iki izlenceyle neyi nasıl yapacağını, ereklerini (hedeflerini),
kullanacağı yöntemi ve Türkiye’ye vermek
istediği biçimi ortaya koydu. “Genel
Çerçeve”
olarak tanımlanan ilk izlence 19 Mart 2001’de, “Güçlü
Ekonomiye Geçiş”
olarak tanımlanan ikinci izlence ise 14 Nisan 2001’de açıklandı.
Halk,
izlencelerde yalnızca vergi ödeyici olarak yer alıyor ve
ulusal haklarının da zedeleneceği daha olumsuz bir geleceğe doğru
götürüyordu. “Program”
uygulandığında, Türkiye’nin
yalnızca ekonomisi değil, yönetim yapısı ve devlet gelenekleri
de kalıcı bir bozulmaya uğrayacaktı. Derviş
bu
ereği gizlemiyor, “Bu
programla Türkiye temelden değişecektir” biçiminde
açıklamalar
yapıyordu.6
IMF isteklerine dayanan “programın”
amacı buydu.
“Güçlü Ekonomiye Geçiş” ya da Ekonominin Güçlüye Geçişi
İzlence,
gerçeği gizlemek yanlışa yöneltmek amacıyla
yazılmıştı.
Ancak, “Amaçlar
Bölümü”
nde
yer alan bir başlam (madde) gerçeği şaşırtıcı bir açıklıkla
ortaya koyuyordu; 75 başlamlık izlence içinde belki de yalnızca
bu başlam neyin amaçlandığını ve neler yapılacağını
açıklıyordu.
“Olumsuzluğun
hedeflenmesi”
olarak tanımlanabilecek 27.başlamda şunlar söyleniyordu: “Yeni
programın temel amacı”, “Kamu
yönetimiyle ekonominin, bir daha geri dönülmeyecek biçimde
yeniden yapılandırılmasına yönelik alt yapıyı oluşturmaktır.
Eski düzene dönmek artık gerçekten mümkün değildir.”7
Yazılanlar
doğruydu. Türkiye bugüne dek 14 yıldır bu izlenceyi
eksiksiz uyguluyor. Cumhuriyetle kurulan kamu yönetimi, ekonomik ve
siyasi yapı, “bir
daha geri dönmemek
üzere”
ortadan kalkmış durumda. Türkiye küresel egemenlerin uygun
gördüğü biçime sokulmuş ve kendi gücüyle ayakta kalamaz
duruma getirildi. Kemal
Derviş, izlenceyi
tanıtırken, “hiçbir
hükümet değişikliği bu programı değiştiremeyecektir”
demişti.
Dediği bugüne dek gerçekleşti, izlence devletin resmi politikası
oldu.
15 Günde 15 Yasa
Yasal
düzenlemer konusunun, izlencede yer almaması beklenemezdi.
Yapılacak yasal düzenlemeler 31.başlamda, Mali
Sektörün Yeniden Yapılandırılması, Devlette Şeffaflığın
Arttırılması ve Kamu Finansmanının Güçlendirilmesi, Ekonomide
Rekabet Etkinliğinin
Arttırılması
ve
Sosyal
Dayanışmanın Güçlendirilmesi
başlıklarıyla
4 ana kümeye ayrılmıştı. 33.başlamda çıkarılacak 15
yasa tek tek sıralanıyordu. İvedilikle çıkarılması istenen
yasalar şunlardı:
Bütçe
Kanununda Değişiklikler, Görev Zararlarını Kaldıran Kararname
ve Kanun, Sanayi Yatırımları kanunu, Borçlanma Yasası,
Kamulaştırma Yasası, 15 Bütçe ve 2 Bütçe Dışı
Fonun Kaldırılması ile ilgili yasa, Kamu İhale Yasası, Merkez
Bankası Yasası, Bankalar Kanununda Değişiklikler, İş Güvencesi
Yasası, Ekonomik ve Sosyal Konsey Yasası, Sivil Havacılık
Yasasında Değişiklik, Telekom Yasası, Şeker Yasası, Tütün
Yasası, Doğalgaz Yasası...
Uygulama
konusunda ise istemler şunlardı:
Tarım destekleme alımlarının durdurulması, tarımdaki devlet
desteğinin
kaldırılması,
Toprak Mahsulleri Ofisi’nin
tahıl
stoklarını düşürmesi, çiftçi kayıtlarının tamamlanması,
ormanların serbest kesim şartının gerçekleştirilmesi,
Türk
bankalarını satın alacak yabancılara devletin mevduat
garantisi
vermesi,
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin
siyaset
üzerindeki etkisinin sona ermesi, parti kapatmanın zorlaştırılması
ve Milli
Güvenlik Kurulu işleyişindeki değişikliklerin
yapılması...
TBMM
“olağanüstü
bir hızla”
çalışarak bu yasaları istenilen sürede çıkardı. Başbakan
Bülent
Ecevit,
“Meclisin,
tarihinde ender görülen bir yoğunluk içinde çalıştığını”
ve “büyük
bir üretkenlikle çıkarılan yasaların Türkiye’nin önünü
açtığını”
söylüyor ve bununla övünüyordu. Nerede ve kimlerin hazırlandığı
bilinmeyen
“yasa
tasarıları”
Meclise geliyor, hemen hiçbir eleştiriyle karşılaşmadan okunup
oylanıyor ve kabul ediliyordu.
Ecevit’in,
“büyük
bir üretkenlikle yasa çıkarıldığı”
yönündeki sözleri doğruydu ancak bu yasaların “Türkiye’nin
önünü açtığı”
saptaması doğru değildi.
IMF Yasaları
İzlencede,
çıkarılacak yasalara gerekçe olabilecek dayanaklar ileri sürlüyor
ve büyük çoğunluğu yanlış olan
kanıtsız savlar ileri sürülüyordu. Örneğin 43.başlamda
“KİT’lerin
zarar ettiği,
bu zararı büyük oranda kamu bankalarının yüklendiği görev
zararlarının oluşturduğu, bu nedenle görev zararlarının
kaldırılacağı”
belirtiliyordu.
Oysa, Türkiye’de KİT’ler zarar değil her şeye
karşın kâr ediyordu. Bu gerçeği devletin kendi kaynakları
açıklamıştı. Hazine Müsteşarlığı verilerine göre KİT’ler
1998 yılında
10 katrilyon 559 trilyon gelir elde etmişler, bu gelirden tüm
giderler ve 376.4 trilyon liralık “görev
zararları”
düşüldükten
sonra
1
katrilyon 144 trilyon lira kâr etmişti.8
Ayrıca “görev
zararları”
denilen şey, ülkenin genel çıkarı için bilerek yapılan
harcamalardı,
bunlar “zarar”
değil kamu yararına yapılması gereken işlerdi.
Kamu
İhale Yasası için, “Daha
rekabetçi ve etkin bir ihale sisteminin oluşturulması,
uluslararası standartlara uyum sağlayacak, sağlanan rekabete açık
ihale yöntemi ile proje maliyetlerinde artış önlenecektir”
deniyordu. Oysa yapılmak istenen ve yapılacak olan,
kamu ihalelerini yabancılara açarak, yabancılar ile
yarışma şansı olmayan ve işsizlik içinde yok olmaya yüz tutan
ulusal şirketlerin ortadan kaldırmasıydı.
Şeker
Yasası için, “şeker
üretiminde, fiyatlandırılmasında ve pazarlamasında yeni usul ve
esaslar getirilerek piyasalarda istikrarın sağlanacağı,
şeker piyasasının Şeker Kurulu tarafından düzenleneceği,
ihtiyaç fazlası şeker üretimine son verileceği, Türk insanının
daha ucuza şeker tüketeceği ve bu nedenlerle şeker fabrikalarının
özelleştirileceği”9
söyleniyordu. Oysa, şeker piyasalarında herhangi bir
“istikrarsızlık”
sorunu bulunmuyordu.
Atatürk’ün
ilk ele aldığı işlerden biri olan şeker sorunu Cumhuriyetin ilk
günlerinde ele alınmış ve Türkiye şeker konusunda
kendi kendine yeten bir ülke durumuna gelerek bu konuda çok uzun
süren bir denge (istikrar) sağlamıştı. Şeker uranını
(sanayisini) yok edecek olan Şeker Kurulu, “istikrarsızlığı”
gidermek yerine şeker dışalımına ve
yabancıların yapay tatlandırıcı yatırımlarına izin vererek,
gerçek bir dengesizlik yaratacaktı. Türkiye, şeker konusunda
dışarıya bağımlı duruma getirilerek, uluslararası şeker
şirketlerinin eline bırakılacak ve oluşacak yabancı tekel, Türk
halkının ucuz değil daha pahalı şeker tüketmesine yol açacaktı.
Yasa
önerileri içinde belki de en üzünçlü (dramatik) olanı “Tütün
Kanunu”
adıyla getirilen değişikliklerdi. Değişiklikler o denli
aykırı ve Türkiye için o denli zararlıydı ki, değişikliğe
gerekçe oluşturacak hiçbir neden, ortaya koyulamamıştı.
Gerekçesi olmayan “Tütün
Kanunun”
ele alındığı 51.başlamda şunlar söyleniyordu:
“Tütün
mamulleri ve alkollü içkilerin fiyatlandırılması, dağıtımı,
satışı ve denetimi Tütün mamülleri ve Alkollü İçkiler
Piyasası Düzenleme Kurulu tarafından düzenlenecektir. 2002
yılında, Devlet nam ve hesabına alım yapılmayacak, TEKEL’in
üretim ve pazarlama birimlerinin
özelleştirilmesinin alt yapısı hazırlanacaktır.”10
Tütün
Kanunuyla, gerekçe göstermeden Türk
tütüncülüğüne el konuluyor ve Türkiye herkesin gözü önünde
Osmanlı’daki Reji
dönemine geri götürülüyordu; söylenenler ve yapılanların açık
anlamı buydu.
DİPNOTLAR
- Milliyet 29.11.2000
- “94 Krizi Nasıl Çıkmıştı” Hürriyet 02.12.2000
- Cumhuriyet 02.03.2001
- Hürriyet 11.12.1999
- “Derviş’in Fikri Ve Zikri” Attila İlhan, Dünya 28.08.1978
- “Kötü Bir Rüyadan Uyanma Kararları”, Hürriyet, 15.04.2011
- www. hazıne. gov.tr
- Cumhuriyet, 10.04.1999
- www. hazıne. gov.tr
- www. hazıne. gov.tr
Yaklaşık 2 saattir yazılarınızı ilgiyle okuyor, notlar alıyorum, teşekkürler. Fakat Türkçe'yi doğru kullanmak adına, yazıların akıcılığını sekteye uğratan, ben dahil çok büyük bir çoğunluğun anlamını bilmediği kelimeleri kullanma inadınıza gerçekten gerek yok. Amaç eğer bilgilendirmek, anlatmak ise buna gerçekten gerek yok. Konuşurken ve yazarken Türkçe kelimeler kullanmaya özen gösteren biriyim. Fakat; bir dilbilimci tüm yazılarınızdaki kullandığınız kelimeleri tek tek irdelemeye kalksa eminim sizin düzelttiğinizin 10 katı öz türkçe olmayan kelime tespit edecektir. Dilin özelliği budur zaten. Uzun vadeli etkileşimlerle yeni kelimelere açıktır. Bir toplumun en alışkan olduğu eylem kullandığı dildir. Durup dururken ve herkesin anladığı bir kelime varken bunun öz türkçesinin peşinden koşmanın kimseye bir faydası olamaz. Sadece çok küçük bir kesim böyle konuşur, toplumun genelinin kullanımını değiştirmek çok zordur bence de gereksizdir. 'Selfi' yerine 'özçekim' ya da başka bir Türkçe kelime kullanılmalıdır çünkü bu kavram çok yenidir; ama 'madde' yerine 'başlam', 'sanayi' yerine 'uranı' kullanımlarını ilk defa görüyorum. Bu konulara hassasiyet göstermeye çalışan birisi olarak, hatta rahmetli Oktay Sinanoğlu'yla bu meseleleri bizzat oturup dertleşmiş birisi olarak sizin gibi aydınlanmaya ve aydınlatmaya çalışan birisine tavsiyem; bu kadar zorlamayın, asıl mevzuyu kaçırmayalım.
YanıtlaSilYıllar sonra, 2001 krizini finans piyasasında yaşamış bir profesyonel üst yönetici olarak hem yaşadıklarımızı, hem yapılması gerekenleri, hem yanlış anlama ve yorumları şöyle bir irdeledim ve tartışmamız gereken çok şey olduğunu bir kez daha gördüm. Yazıda bazı doğru bilgi ve teşhisler olmakla birlikte yanlı ve subjektif değerlendirmeler keşke olmasaydı. Bugün tekrar neler yaşandı ve nereden nereye geldik bir düşünüp yeniden yorumlamak lazım !
YanıtlaSilYazınızda,
YanıtlaSil“Kamu yönetimiyle ekonominin, bir daha geri dönülmeyecek biçimde yeniden yapılandırılmasına yönelik alt yapıyı oluşturmaktır. Eski düzene dönmek artık gerçekten mümkün değildir.”
şeklinde bir alıntı yapmışsınız. Ancak bu gerçeği yansıtmamaktadır. Alıntının aslı aşağıdaki gibi olması gerekmektedir:
"Yeni programın temel amacı kur rejiminin terkedilmesi nedeniyle ortaya çıkan güven bunalımı ve istikrarsızlığı süratle ortadan kaldırmak ve eşanlı olarak bu duruma bir daha geri dönülmeyecek şekilde kamu yönetiminin ve ekonominin yeniden yapılandırılmasına yönelik altyapıyı oluşturmaktır. Eski düzene dönmek artık gerçekten mümkün değildir."
Bahsi geçen ekonomik programın asıl metnine aşağıdaki link'ten ulaşabilirsiniz:
http://arsiv.ntv.com.tr/news/76897.asp
Bu programın tam ve detaylı metni içim:
http://arsiv.ntv.com.tr/modules/tables/ayrintili_program.doc
Lütfen asıl metni çarpıtmadan ve olduğu gibi alıntı yapın. Sağından solundan keserek istediğiniz anlamları çıkartabilirsiniz.