Kenan
Evren ve
12
Eylül diyince akla; askerler, cezaevleri, idamlar ve aydınlara
uygulanan yoğun kıyım geliyor. Bu doğrudur. Bunlar şiddet
döneminin yaygın uygulamalarıdır ve o dönem insanlarının
yaşadığı gerçeklerdir. Ancak, Kenan
Evren ve
12 Eylül’ün niteliği ve gerçek amacı konusunda görülemeyen
ya da yeterince görülemeyen bir yanı vardır. Önemli olan bunu
görmektir. 12 Eylül, ulusal pazarın uluslararası şirketlere
koşulsuz açılarak küresel işleyişin parçası durumuna
getirilmesi girişimidir. 24 Ocak Kararları, bu girişimin en açık
anlatımıdır. 24 Ocak, Türkiye’de ancak 12 Eylül gibi bir
“demir
yumruk”
la uygulanabilirdi. Önceden desteklenerek yaygınlaştırılan ve
uzun süre göz yumulan terörün “önlenmesi”
ya da “kardeş
kanının akmasını durdurmak”
türünden söylemler, gerçeği gizlemeye çalışan bahanelerdir.
12 Eylül’le gerçek darbe; Türkiye’nin ekonomisine, siyasetine,
aydınlarına yapılmıştır. 12 Eylül işçi sınıfının ve
aydınların 24 Ocak Kararlarına tepki gösteremez duruma
getirilmesi eylemidir.
Yalnızca
Askeri Darbe mi?
Kenan
Evren,
12 Eylül için, 1983’de kaleme aldığı anılarında şu
saptamayı yapıyor: “12
Eylül harekatının başarılı olmaması demek, bir iç savaş
sonucu Türkiye’nin parçalanması ve bin seneye yakın bir
zamandır bizim olan bu toprakların değişik ellere geçmesi, başka
bir deyişle Türklüğün ve Türklerin, Asya’daki diğer
Türkler’in durumuna düşmesi demekti.” 1
Bu yargı, ne kadar gerçeği yansıtmaktadır? “Harekat
başarılı olmasa”
Türkiye nasıl ve kimler tarafından “parçalanacaktır?”
Anadolu Türklüğünü “Asya’daki
Türkler’in durumuna”
kim düşürecektir? Türkiye’nin, 12 Eylül’ün başarılı
olmaması durumunda parçalanıp parçalanmayacağı bilinmez, ama
aradan geçen 35 yılın ortaya çıkardığı açık gerçek;
Türkiye’nin bugün, parçalanma kaygıları yaşayan bir ülke
durumuna gelmesi ve bu duruma gelişte, Kenan
Evren'in
başında olduğu12
Eylül’ün
belirleyici düzeyde payının olmasıdır.
1980
yılı Türkiye için, ekonomi ve siyaset başta olmak üzere,
toplumsal yaşamın her alanında büyük bir çöküşün yaşandığı
bir kırılma yılıdır. 1980’den söz edilince herkesin aklına
doğal ve haklı olarak, silahlı bir eylem yani darbe
gelir. Bu, olayın gerçek boyutunu ortaya koymayan eksik bir
yaklaşımdır. 1980 olayları, bir bütün olarak ve biraz
dikkatlice ele alınacak olursa, yaklaşımın yetersizliği kolayca
görülecektir. 12 Eylül sabahı uygulamaya sokulan eylem,
söylendiği ya da uygulayıcılarının sandığı
gibi “terör
olaylarının”
zorunlu kıldığı bir sonuç
değil, ülkeyi küresel isteklere sınırsızca açan bir
başlangıçtır.
1980’de,
siyasi çatışmanın Türkiye’yi kan gölüne döndürdüğü
doğrudur. Darbe’nin
amacının, “kardeş
kanının akmasını ve terörü önlemek”
olarak açıklandığı da doğrudur. Ancak, olay ve gelişmeler,
Türkiye’ye yönelik emperyalist politikalardan bağımsız,
yalnızca bir iç sorunmuş gibi ele alınamaz. Böyle yapılırsa,
yaşananlardan ders alınamaz ve ulusal varlık için çekince
oluşturan büyük bir yanlışa
düşülmüş olunur.12
Eylül’le
gerçek darbe;
Türkiye’nin ekonomisine,
siyasetine,
aydınlarına
ve anlamını Atatürkçülükte bulan ulusal bağımsızlık
geleneklerine yapılmıştır. Darbe’nin
tarihi, 12 Eylül değil, 24 Ocak 1980’dir. 12 Eylül, çalışan
kesimlerin ve aydınların 24 Ocak Kararları’na tepki gösteremez
duruma getirilmesi eylemidir.
24
Ocak Kararlarının Önemi
1979’da
Başbakan olan Süleyman
Demirel,
Başbakanlık Müsteşarlığına getirdiği Turgut
Özal’a,
yeni bir ekonomik istikrar programı hazırlama görevi verdi.
Program kısa sürede hazırlandı; bir başka deyişle IMF
tarafından hazırlanmış olan program, 24 Ocak 1980’de kamuoyuna
açıklandı.
Tarihe
24
Ocak Kararları
olarak geçen ve IMF’nin daha önce yaptıramadığı isteklerini
içeren program; Türkiye’yi
tek taraflı olarak yabancı sermayeye açıyor, tarım, ticaret ve
sanayide ulusal hedeflerden vazgeçiliyor ve günlük kur
uygulamasına geçilerek Türk lirasındaki değer yitimi sürekli
hale getiriliyordu. Milli kambiyo rejiminden vazgeçiliyor, ithalat
liberasyonu adıyla dışalım serbest kılınıyor, kotalar
kaldırılıyor ve kamu yatırımları kısılıyordu. KİT’lerin
özelleştirileceği, temel ürünlerde destek fiyatlarının
kaldırılacağı, ücret artışlarının düşük tutulacağı,
tarım ürünlerindeki taban fiyatlarının sınırlanacağı
açıklanıyordu.2
Programın
ön uygulamaları bile etkisini hemen gösterdi.
1980 başında 47 TL olan 1 Amerikan Doları, yıl sonunda
90 liraya çıktı, programa karşı gösterilen tepki, ‘iç
savaş’
durumuna getirilen terör eylemleriyle birbirine karıştı.
24
Ocak Kararları
ancak 12 Eylül gibi, bir “demir
yumruk”la
uygulanabilirdi. Emek örgütleri başta olmak üzere mesleki
kuruluşlar, dernekler ve partiler kapatılmalı, yasama ve yürütme
gücü, tartışmasız bir ortamda, sınırsız yetkilerle donatılmış
bir yönetime verilmeliydi. Nitekim öyle oldu ve ABD başta olmak
üzere Avrupa Birliği’nin “demokratik”
desteği altında; Kenan
Evren'in
baında olduğu
beş kişilik Milli
Güvenlik Konseyi’nin
her kararı yasa
sayıldı. Tüm siyasi partiler, dernekler, meslek örgütleri
kapatıldı, yüzbinlerce insan gözaltına alındı, binlercesi
tutuklandı, 50 kişi idam edildi.
12
Eylül’ün
Türk toplumunda yarattığı çöküntü çok yönlü ve çok
boyutludur. Ancak, en büyük zarar Cumhuriyet’le kurulan
ulus-devlet yapısına, bu yapıya biçim veren yönetim anlayışına
ve tümünü içine alan siyasi işleyişe verilmiştir. Bağımsız
iç ve dış politika, sosyal devlet anlayışı ve ulusal hakları
koruma istenci, hemen tümüyle yok edilmiştir. Siyasi bozulmanın
partilere yansıyan etkisi, doğal olarak bölünme, parçalanma ve
yabancılaşma oluşmuştur. CHP ve DP ya da CHP ve AP’den oluşan
iki
partili düzen
bozulmuş, ortaya içinde yasallaştırılan İslamcı
ve Kürtçü
partilerin de olduğu bir parti karmaşası çıkmıştır. Bugün
Türkiye’de 65 yasal parti bulunmaktadır. Bunların en büyükleri
bile, yüzde onluk seçim barajını aşmayı başarı sayacak kadar
küçülmüş ve etkisizleşmiştir. Hemen tümü denetim altındadır.
Varlıklarını sürdürebilmek için, ulusal haklardan ödün
vermeyi alışkanlık edinmişlerdir. Yoksullaşan halk siyaset
dışında kaldığı için, Türkiye’de ulusal siyaset yapılamaz
duruma gelmiştir. 12
Eylül’ün
siyasi partilere yönelik en etkili sonucu, etkisizleşme
ve parçalanma
olmuştur.
Darbe
Hazırlamak
1980
öncesinde çatışmaları önlemede; Meclis’in, partilerin ve
kolluk güçlerinin yaklaşımı, dikkat çekici bir ilgisizlik ve
olağan olmayan bir başarısızlık içerir. Toplumu derinden
etkileyen olaylar yaşanırken, yönetim gücünü elinde bulunduran
politikacılar, çoğu kez olaylarda taraftırlar. Emniyet güçleri,
siyasi erkten olayları sona erdirmeyi amaçlayan bir davranış
göremedikleri için, kararlı bir tutum içine girememiştir. Görev
sorumluluğu duyarak olayların üzerine giden kamu yöneticileri
sahipsiz bırakılmakta, emniyet müdürleri ve savcılar
öldürülmekteydi. Bu koşullarda görev yapan emniyet görevlileri,
yetkilerini tam olarak kullanamamakta ya da kullanmamaktaydı.
Çatışmaları önlemek için kullanılmayı bekleyen yasal yetki,
özellikle sıkıyönetim bölgelerinde yeterince vardı ancak
politikacılar, sürekli yetkisizlikten söz etmekte, yasama gücü
ellerinde olmasına karşın, yetki verici yasa çıkarmamaktaydı.
Örneğin
Başbakan Süleyman
Demirel,
1980’de yaptığı bir açıklamada, Başbakan değil de sıradan
bir yurttaşmış gibi şunları söylüyordu: “Olayları
yapanları ve yaptıranları devlet olarak biliyoruz. Ancak,
sıkıyönetim komutanlarının ne yazık ki yetkileri çok az.” 3
Demirel’in
bu sözlerle neyi anlatmak istediğini düşünmek gerekir. Meclis
çoğunluğuna sahip olmasına karşın, neden yasal düzenlemeler
yapmamıştır. Bunu yaptırmayan güç nedir?
Ülke
12 Eylül’e doğru giderken Kenan
Evren,
Genel Kurmay Başkanı olarak, kamuoyuna sıkça açıklamalar
yapıyor, Cumhurbaşkanı’na yazılı “görüş”
ve “öneriler”
sunuyordu. Açıklamalarında, “Devletin
bekası”ndan,
“terör
ve bölücülüğe karşı parlamenter demokratik rejimin korunması
gerektiği”
nden söz ediyor, siyasi partilerin soruna, “Atatürkçü
milli bir görüşle çareler araması”nın
“kaçınılmaz
bir zorunluluk”
olduğunu söylüyordu. 1980 başında Cumhurbaşkanı’na yazdığı
mektupta “Anayasal
kuruluşlar ile siyasi partilerin bir kere daha uyarılmasına”
karar verildiğini bildiriyor, mektup ekinde gönderdiği yazanakta,
“Atatürk
milliyetçiliğinden alınan ilham ve hızla, vatandaşlarımızı
kederde, kıvançta ve tasada ortak bölünmez bir bütün halinde,
milli şuur ve ülküler etrafında toplamanın, iç barış ve
huzurun sağlanmasında temel unsur olduğu apaçık bir gerçektir”
diyordu.4
1980
Ocağı’nda
yaşanan bir başka ilgi çekici gelişme, Demirel’in
Başbakanlık Müsteşarlığı’na getirdiği Turgut
Özal’ın,
24
Ocak Kararları’ndaki
“ekonomik
önlemler paketi”
ni, Kenan
Evren
ve Kuvvet Komutanlarına sunmasıydı. Türk Silahlı Kuvvetleri’nde,
hükümetlerin ekonomik uygulamalarına karışmak, onay vermek ya da
hükümetlerden ekonomik “birifing”
almak gibi bir gelenek yoktu. Bu tür işler, doğrusu ya da
yanlışıyla hükümetlerin yetkisine bırakılmış, o güne dek
taraf olunmamıştı. Ancak, bu kez CIA personel biyografisinde,
“gelmiş
geçmiş en Amerikan yanlısı Türk lideri”
denilen 5
Turgut
Özal’ın
IMF isteklerinden oluşan programı askerlerce dinleniyor ve onay
veriliyordu. Kamuoyuna pek de duyurulmayan bu uygulamada alışılmadık
bir durum vardı.
Alışılmadık
durumun
gerçekte, küresel
güçlerin isteklerini yerine getirecek
bir darbeye doğru gittiği, sekiz ay sonra ortaya çıkacaktır.
Türkiye’nin Cumhuriyet’le kurulmuş ulus-devlet yapısını
çökertecek olan bir sürece, onay veriliyordu. Bu onay, gerçekte,
onay sahiplerinin yönetime hazırlandığının göstergeleriydi.
Nitekim Kenan
Evren,
üç ay sonra 24 Mayıs 1980’de, “karargah
etüdü istediği üç kişilik özel bir ekiple”
yaptığı toplantıdan sonra not defterine şunları yazıyordu:
“Birinci
Ordu-Selimiye: Bugün görüştüğüm kuvvet komutanları, artık
müdahale etmekten başka bir çare kalmadı dediler.” 6
ABD
ve Darbe
Amerikan
Silahlı Kuvvetleri, yayın organı U.S.
Armed Forces,
Kenan
Evren’in
yazdığı bu nottan bir hafta sonra çıkan Haziran 1980 sayısında
şunları yazıyordu: “Türkiye’deki
gelişmeler, öyle bir noktaya gelmiştir ki, Türk Silahlı
Kuvvetleri’nin müdahalesinden başka bir çıkış yolu
görülmemektedir. Ordu müdahale edecek, ancak gelişmeleri uzun
vadede o da düzeltemeyecektir.” 7
Kenan
Evren,
12
Eylül’den
önceki en sert ve son açıklamasını 30 Ağustos’ta yaptı. Bu
konuşmada “demokratik
düzenin ve ülke bütünlüğünün yok edilmesini amaçlayan
idrakten yoksun vatan hainleri”nden
söz ediyor, bunların “tarihimizde
bir zamanlar türemeye yeltenen benzerleri gibi”
ezileceğini söylüyor ve Türk ulusu
“sonsuza kadar daha birçok 30 Ağustosları, refah ve mutlulukla
kutlayacaktır”
diyordu.8
12
Eylül,
Türk Ulusu’nu Kenan
Evren’in
söylediği gibi “refah
ve mutluluğa”
değil, yoksulluk ve karanlığa götürdü. Turgut
Özal’ın
başkanlığındaki ANAP tarafından geliştirilen ve sırasıyla
DYP, SHP, RP, DSP, MHP ve AKP gibi partilerce ara vermeden sürdürülen
ekonomik ve siyasi programlar; Türkiye’yi kendi gücüyle ayakta
duramayan, dış karışmalara açık, rejim sorunu yaşayan bir ülke
durumuna getirdi.
Yalnızca
ekonomide değil; siyasetten yönetim yapılanmasına, dilden
kültüre, eğitimden sanata, toplumsal yaşamın hemen her alanında
büyük bozulmalar yaşandı. Ulusal değerlerin yaşatılmasında
öncülük edecek aydınlar
ayırımsız
bir biçimde ve benzeri az görülen bir şiddetle ezildiler. Ülkeyi
ve ulusu sevmek,
onun
için bir şeyler yapmaya çalışmak,
bağımsızlıktan
yana olmak,
örgütlenip
halka öncülük etmek,
en ağır cezaları göze almayı gerektiren eylem ve eğilim
durumuna geldi. Sonuçta ortada, ulusal hakları savunan, ülke
sorunlarına duyarlı insan kalmadı. Çıkarcılar, işbirlikçiler
ve vatan satıcılar, köşe başlarına yerleştiler. Türkiye,
Cumhuriyet tarihinin en karanlık ve en sahipsiz dönemine girdi.
ABD
Türkiye sorumlusu Paul
Henze,
11 Eylül gecesi, yani darbeden bir gün önce, dünyadaki önemli
gelişmelerin anında bildirildiği The
White House Station
adlı birim tarafından arandı ve kendisine Türkiye’de beklenen
darbenin o gece yapılacağı bildirildi.9
Bir gün sonra ABD Dışişleri Bakanı Muskie,
Başkan Carter’a,
“herhangi
bir kaygıya gerek olmadığını, Türkiye’de müdahale yapması
gerekenlerin müdahale ettiğini”
haber verdi.10
Darbe’ye
Avrupa Birliği Desteği
12
Eylül Darbesi’yle
yalnızca Amerikalılar ilgilenmediler. Başta Almanya olmak üzere
Avrupa
Topluluğu
(Avrupa Birliği’nin o zamanki adı) ve Ekonomik
İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD)
içindeki gelişmiş ülkelerin tümü, Türkiye’deki gelişmelerle
yakından ilgileniyordu. Birleştikleri nokta, yönetim yapısının
değiştirilmesi ve Türkiye’nin küresel güçlerin kullanımına
açılmasıydı. Batı başkentlerinde, “Türkiye’nin
çok tehlikeli bir yere doğru, hızlı adımlarla”
gittiği konuşuluyor, “gidişi
durduracak kesin çözümlerin gerektiğinden”
söz ediliyordu.11
Sürekli olarak, seçilmiş yönetimlerin vazgeçilmezliğini ileri
süren Batı’nın “demokrat”
yöneticileri, konu Türkiye olduğunda askerleri içeren “kesin
çözümler”
istemekten çekinmiyordu. Olaylara bakışları şöyleydi:
“Afganistan’a
Rus müdahalesi olmuştur. İran’da durum kritikdir. Şah gitti
gidecektir.. Sırada Türkiye vardır. Acaba Türkiye de aynı duruma
düşebilir mi? Türkiye’yi kurtarmak gerekmez mi?” 12
Batı medyasında ve diplomatik çevrelerde bunlar tartışılıyordu.
Avrupa’da
konunun bu biçimde işlenmesi doğal olarak tartışma düzeyinde
kalmadı, somut uygulamalara dönüştü. Kamuoyu “ikna”
edildi. Türkiye’nin ulusal haklarını zedeleyecek uygulamalar söz
konusu olduğunda “ödünsüz
demokratlar”
olan Avrupalılar, bir anda darbe destekleyen anti-demokratlar oldu.
12
Eylül
gerçekleştirildiğinde Bonn Büyükelçisi olan Vahit
Halefoğlu,
o günlerdeki siyasi yaklaşımlar konusunda şöyle söyler: “12
Eylül’den önce Türkiye’deki hadiseleri gören tanıdıklarımız,
arkadaşlarımız
(Almanlar y.n.) ‘Bu
anarşiye asker neden müdahale edip son vermiyor? Bu böyle devam
edemez’ diye bir takım fikirler ortaya sürüyorlardı.
Türkiye’deki olaylar o kadar çığrından çıkmıştı ki,
Almanya’daki insanlar dahi bunun bir müdahale ile halledilmesinin
doğru olacağına inanıyordu. Nitekim, 12 Eylül’den sonra Alman
bakanlar, Alman halkı ve medyası, olup bitenlere karşı bir tepki
göstermedi, anlayışla karşıladılar. Türkiye’nin yeniden
demokrasiye dönmesini kolaylaştırmak için yardımcı olmaya
çalıştılar... Türkiye’yi düştüğü badireden kurtarmanın,
Batılılar’ın yararına bir hareket olacağına karar verdiler.
OECD içinde bir konsorsiyum kurarak, Türkiye’ye her yıl 1 milyar
dolardan fazla bir yardım yapma kararı aldılar. Yardım işini
yürütmek için de Almanya’yı görevlendirdiler....” 13
Dönemin
Almanya Başbakanı Helmut
Schmidt,
darbenin üzerinden henüz 48 saat bile geçmeden bir açıklama
yapıyor, “Türkiye
artık dipsiz kuyu değil” 14
diyerek duyduğu mutluluğu dile getiriyor ve Türkiye’ye yardımı
sürdüreceklerini söylüyordu. Schmidt’in
açıklamasından bir gün sonra, 15 Eylül’de Avrupa
Topluluğu,
Türkiye ile “normal
ilişkilerin sürdürüleceği”ni
açıklıyor, aynı gün Frankfurter
Allgemeine Zeitung,
Bonn’un Türkiye’ye açık destek vereceğini birinci sayfadan
duyuruyordu. Gazetede yer alan haber-yorumda; “Almanya’nın
tutumunun her durumda Türkiye’nin iç işlerine etki yapacağı”
söyleniyor, “yapılacak
mali yardım ödemeleri, generalleri güçlendirecektir”
deniyordu.15
Almanya,
12
Eylül’ün
sıkı biçimde uygulamaya soktuğu 24
Ocak Kararları’nı,
büyük bir dikkatle izledi, uygulamaları yönlendirdi. Turgut
Özal
sık sık Almanya’ya gidiyor, Alman hükümetiyle “garantisiz
ticari borçlar, kredi ertelemesi ve yeni ödeme kuralları”
gibi konularda görüşmeler yapıyordu. Almanya, Halefoğlu’nun
söylemiyle “Türkiye’ye
karşı büyük bir anlayış”
gösteriyordu.16
Helmut
Schmidt’e
çok yakın bir gazeteci olan ve Almanya’nın en etkili
gazetelerinden Die
Zeit’in
başyazarlığını yapan Theo
Sommer,
19 Eylül’deki yazısını Türkiye’deki gelişmelere ayırmış
ve bu yazıda Almanya’nın “siyasi
ve mali angajmanlarla”
Türkiye’nin iç işlerine doğrudan karıştığını ileri
sürmüştü. Sommer,
“Boğaziçi’nde
reform şansına yatırım yapıyoruz”
diyor, açıksözlü bu yaklaşımıyla, 12
Eylül’ün
ekonomiye dayanan ana hedefinin ne olduğunu, belki de en iyi anlatan
Batılı oluyordu.17
Kenan
Evren ve Aydın Kırımı
Türkiye’de
aydınlar
söylendiği gibi “bir
yumruk”
değil, belki de binlerce “yumruk”
altında ezildiler. 12
Mart
öncesi ve sonrasında yoğunlaştırılmış olan şiddet, 12
Eylül’le
birlikte adeta zincirlerinden
boşandı
ve olağanüstü boyuta ulaştı. Her meslek ve yaştan yüzbinlerce
eğitimli insan; sorgular, hapisler, işkenceler ve direnilmesi
olanaksız bir kıyımla karşılaştı. Kendileriyle birlikte,
aileleri ve yakın çevreleri de büyük acılar çeken bu insanlar,
bedensel ve tinsel sağlıklarını, okul ya da işlerini ve
hepsinden önemlisi ülkelerine olan sahiplenme duygusunu yitirdiler.
Pek çok aydın,
doğrudan yaşamını yitirdi, pek çoğu bedensel ya da tinsel
olarak sakat kaldı. Türkiye, yalnızca aydınlarını değil,
geleceğini de yitirdi. Üstelik bu, kendi ordusunun komutanları
tarafından yapıldı. Bağımsızlıktan yana olan bilim adamları,
yazarlar, gazeteciler sürekli olarak tehdit altındaydılar.
Aydınlar azalıyor, toplumsal değerler yıpranıyor ve herşeyden
önemlisi, ülkenin temel dayanağı orduyla aydınlar arasında
köklü bir yabancılaşma yaşanıyordu. 1960’da “ordu-millet
elele”
diyerek eyleme geçen genç aydınlar, artık çok ayrı şeyler
söylüyor, ülke eğitimsiz ve duyarsız insanların yaşadığı
bir yer oluyordu.
12
Eylül
uygulamalarıyla 650 bin kişi gözaltına alındı ve bunların
büyük çoğunluğuna işkence yapıldı. İşkenceler, yalnızca
konuşturmak, bilgi sağlamak amacıyla değil, kişilikleri ezmek,
direnme gücünü yok etmek için herkese yapılıyordu. 1 milyon 683
bin kişi fişlendi, fişlenenler kamusal alanlar başta olmak üzere
birçok haktan yoksun kılındı. Açılan 21 bin davada 230 bin kişi
yargılandı, 7 bin kişinin idamı istendi, 517 kişiye idam cezası
verildi, 259 idam dosyası Meclis’e gönderildi. Devrimci ve
ülkücüleri içeren 50 kişi idam edildi.19
Halkevleri,
mühendis ve tabip odaları, sendikalar başta olmak üzere
çalışanlara ait tüm kitle örgütleri kapatıldı; yöneticileri
tutuklandı. 98 bin 404 kişi “örgüt
üyesi
olmak”,
71 bin kişi örgüt yönetmek suçlarından yargılandı. 23 bin 677
dernek kapatıldı. 388 bin kişiye pasaport verilmedi, 30 bin kişi
“sakıncalı”
olduğu için işten atıldı. 14 bin kişi yurttaşlıktan
çıkarıldı, 30 bin kişi mülteci olarak yurtdışına kaçtı.
300 kişi kuşkulu biçimde öldü, 171 kişinin sorgu sırasında
“işkenceden
öldüğü”
belgelendi. 299 kişi cezaevinde, 95 kişi “çatışmada”
öldü, 43 kişi “intihar”
etti.20
Öğretmen
örgütlenmesinde görev alan, önder konumdaki 5 bin 854 öğretmenin
işine birkaç ay içinde son verildi. Üniversitelerde 120 profesör
ve doçent, Adalet Bakanlığı’ndan 47 hakim atıldı. 400
gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi ve bunlara 315
yıl 6 ay hapis cezası verildi. 300 gazeteci saldırıya uğradı,
üçü silahla öldürüldü. Zararlı
görülen gazeteler, toplam 300 gün yayın yapamadı. 39 ton kitap
ve dergi imha edildi. 937 film sakıncalı
bulunduğu için yasaklandı, TRT’nin çektiği kimi belgeseller
yakıldı.21
Cumhuriyet’in
biçim verdiği okullar ve üniversiteler, geleneksel yurtsever
çizgisinden uzaklaştırılırken, eğitim açık ve yoğun biçimde
dinselleştirildi. Kenan
Evren,
“imam-hatip
okullarında iyi eğitim veriliyor. O çocuklardan zarar gelmez.
Türkiye laikliği dinsizlik olarak
anlamış,
yanlış tatbikatlar yapmıştır. 1930’lardaki laiklik anlayışını
yanlış olarak görüyorum”
diyordu.22
3 Mart 1924’te gerçekleştirilen Öğretim
Birliği
(Tevhid-i Tedrisat) ilkesi, imamhatip okullarının
yaygınlaştırılmasıyla; yasası korunan ancak kendisi
uygulanmayan bir duruma düşürülerek, eylemsel olarak uygulamadan
kaldırıldı. Din dersleri Anayasal bir zorunluluk durumuna
getirilerek laiklik ilkesi çiğnendi. Üniversitelerde okuyan
öğrencilerden, harç
ve eğitime
katkı
adıyla para alınmaya başladı. Vakıf üniversiteleri kurulmasına
izin verildi, devlet üniversitelerinin gelişmesi engellendi.23
DİPNOTLAR
1 “Kenan
Evren’in Anıları” Kenan Evren,
Milliyet Yay., 1.C., 4.B.–1990, sf.19
2 Büyük
Larousse, Gelişim Yayınları, 19.Cilt, sf.11 827
3 a.g.e.
sf.392
4 a.g.e.
sf.382
5 “Teksas
– Malatya” Ufuk Güldemir,
sf. 87; ak. Emin
Deper “Oltadaki Balık Türkiye”
Çınar Araştırma, 5.Baskı, sf.224
6 “12
Eylül Saat 04:00” Mehmet Ali Birand,
Karacan Yay. 1984, sf.33
7 a.g.e.
sf.33
8 “Türkiye’de
Gençlik Hareketleri” T.S.Yılmaz,
Top.Dön.Y., 2000, sf.393, 394
9 “Ülkücü
Hareket – I” Hakkı Öznur,
Akik, Ankara – 1996, sf.267
10 “12
Eylül Saat 04:00” Mehmet Ali Birand,
Karacan Yay. 1984, sf.34
11 “Almanya
Bize Yardımcı Oldu” Osman Çutsay,
Cumhuriyet 17.09.2000
12 a.g.g.
17.09.2000
13 “Almanya
Bize Yardımcı Oldu” Osman Çutsay,
Cumhuriyet 17.09.2000
14 “Darbeye
Sosyal Demokrat Destek” Osman Çutsay,
Cumhuriyet 20.09.2000
15 a.g.g.
20.09.2000
16 “Almanya
Bize Yardımcı Oldu” Osman Çutsay,
Cumhuriyet 17.09.2000
17 “Darbeye
Sosyal Demokrat Destek” Osman Çutsay,
Cumhuriyet 20.09.2000
18 “Türkiye’de
Gençlik hareketleri” T.S.Yılmaz,
Top.Dön.Yay., 1997, sf.394
19 Darbenin
Bilançosu, Cumhuriyet 12.09.2000
20 a.g.g.
12.09.2000
21 a.g.g.
12.09.2000
22 “Haftaya
Bakış” Ahmet Taner Kışlalı,
Cumhuriyet 03.03.1986
23 “İlk
Darbe Öğretim Birliğine”
Cumhuriyet 12.09.2000
1950 den itibaren Devlete sızmaya başlayan Siyonist Nur Cemaati ve onun devamı olan Gülen Cemaatinin Bu süreçteki rolünü tam olarak değerlendiremediğiniz için maalesef onca bilgilerinize rağmen yanlış bir sonuca varıyorsunuz..
YanıtlaSilhenüz yazdıklarınızın hepsini okuyamadım ama şimdilik size şunu söyleyebilirim..
YanıtlaSilEğer şerefli Türk Ordusu 1960 ve 1980de gerçekleştirdiği DARBELER Global güçlerin isteği üzerine yapmış olsaydı
AKP ve CEMAAT koalisyonu 2008 yılından başlayarak Şerefli türk Ordusuna Şemdin Sakık'ın gizli tanık olduğu davalar ile KUMPAS kurmazdı..