Mustafa
Kemal, işgal
altındaki İstanbul’da yayımlanan Hukuk
Beşer gazetesinin,
Türk Ordusuna ve onun komutanlarına “sefil”
ve “haydutbaşı”
diyerek hakaret etmesi üzerine 14 Mart 1919’da Harbiye
Nezaretine yazdığı
mektupta şunları söylüyordu: “Vatanı
ve ulusu için temiz yürekle ve kusursuz olarak, her türlü
yoksulluk ve zorluklar içinde namus görevlerini tam olarak yerine
getiren Türk ordularını haydut; aynı yoksulluk ve zorluklarla
karşı karşıya bulunan ve tek dayanakları namus ve şerefleri
olan ordu komutanlarını sefil ve haydutbaşı diye nitelemek ne
büyük bir ahlaksız ve sefil bir vicdansızlıktır. Türk
ordularını, o orduların komutanlarını böyle gösterme cüreti
ancak vatanın ve ulusun yok olmasını isteyen bir alçakta
bulunabilir.”
Harp
Akademisi
Harp
Akademileri Komutanlığı, 11–12 Ocak 2001 tarihinde, “Avrupa
Güvenlik Ve Savunma Kimliği, Avrupa Birliği ve NATO İlişkilerinin
Geleceği, Türkiye’ye Etkileri”
konulu bir tartışmalı oturum (sempozyum) düzenledi. Oturumda
dikkat çekici olan, dile getirilen görüş ve önerilerin, bilimsel
derinliği olan bir olgunluğa sahip olması ve Türkiye’nin
tarihsel toplumsal gerçekleriyle örtüşen yüksek düzeyli bilgi
ve bilince dayanmasıydı. Türkiye’nin “şaşkın
aydınları”, eğer
kendilerini tam olarak dışarıya bağlamamış iseler, oturuma
sunulan bildirileri edinmeli ve gerçekleri oradan öğrenmelidir.
Harp
Akademileri Komutanı Orgeneral Nahit
Şenoğul, sempozyumu
açış konuşmasında şunları söyledi: “Bugün
için Avrupa’ya doğrudan yönelik, nükleer tehdit hariç herhangi
bir tehdit kalmamıştır. Bu noktadan hareketle Avrupa güvenlik
politikası, ‘sınırların korunmasına dayalı savunma’
anlayışını terk etmiştir. Bunun yerine, sınırların ötesindeki
menfaatlerin korunması, olumsuz gelişmelere imkan vermeden yerinde
çözümleme esasına dayanan ‘stratejik güvenlik’ anlayışına
yönelmiştir. Avrupa’nın kısa ve orta vadede bu politikasını
sürdürmesi ve öncelikle Balkanlar’daki gelişmelere müdahil
olması beklenmelidir.”1
Orgeneral
Nahit Şenoğul’un
saptaması dört dörtlüktür ve yaşanan gerçeklerin en özlü
anlatımıdır. Avrupa güvenlik politikasının, sınırların
korunmasına değil de, “sınırlar
ötesindeki menfaatlerin korunması”
üzerine kurulu olduğunu saptayan Sayın Şenoğul;
bu saptamayla gerek var olan durumu en açık bir biçimde ortaya
koymuş gerekse emperyalizmin herkesin anlayabileceği tanımını
yapmıştır. 20.yüzyılın tümünü kapsayan ve sayısız
denizaşırı çatışmaya yol açan bu yöndeki politikalar, son on
yıl içinde, tüzel ya da ulusal haklı bir gerekçesi olmayan;
Irak, Yugoslavya ve Afganistan karışmalarını doğurmuştur.
Sovyetler
Birliği’nin dağılmasıyla 1914’e adeta geri dönen Avrupa
ülkeleri, AB aracılığıyla iç çelişkilerini ekonomik düzeyde
tutmayı başarabilmekte ve bugün için kendi aralarında askeri
çatışmadan uzak durabilmektedirler. Ancak, “sınırlarının
ötesindeki menfaatlerin korunmasında”
tamamlayıcı bir birliktelik içindeler. Bu birlikteliğin temel
ereği hiç kuşkusuz, ulus–devlet varlığını sürdürebilen
azgelişmiş ülkelerdir.
20.Yüzyıl
Amerikalı
ekonomist Jaffrey
T.Berger, Yeni
Dünya Düzeni adlı
kitabında, dünyanın 21.yüzyıla 20.yüzyıl başındaki
koşullarla girdiğini ileri sürüyor ve şunları söylüyor:
“20.yüzyıla
girerken yeni sanayileşmiş ve dinamik üç ülke, İngiliz
İmparatorluğu’nun üstünlüğüne kafa tutmaya başlamışlardı.
Özellikleri, sanayi çağının gerçeklerine pek uygun düşen bu
üç ülke Almanya, Japonya ve Birleşik Amerika idi. Sömürgeleştirme
ve sömürgecilikten kurtulma dönemlerinden, 2.Dünya Savaşı’ndan,
Rusya’daki Marksist deneyimden sonra 20.yüzyıl hemen hemen
başladığı gibi bitiyor. Almanya, Japonya ve Birleşik Devletler
arasındaki ilişkiler, bir kez daha dünyanın geleceği açısından
belirleyici olacak.”2
Avrupa’nın
kendi sınırları dışında, Irak, Yugoslavya ve Afganistan’dan
sonra öncelikli karışma alanı olarak ele aldığı bölge,
Türkiye’nin de içinde bulunduğu Ortadoğu’dur. Bu gerçeği,
herkesin görebileceği biçimde ortaya çıkaran pek çok olay
yaşanmış ve yaşanmaktadır.
Binbaşı
Cem Ersever,
faili meçhul bir cinayete kurban gitmeden önce, Ortadoğu’daki
karışıklıkları; ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya’nın
çıkardığını söylemişti.3
Ersever’in
saptamasını doğrulayan bir başka açıklama, 1996 yılında, Eski
Genel Kurmay Başkanı Sayın Doğan
Güreş’den
gelmişti. Sayın Güreş,
bölücü terör örgütüne desteğin; ABD, Almanya, Fransa, Belçika
ve İsveç’den geldiğini söylüyordu.4
Yapılması
Gereken
Orgeneral
Nahit Şenoğul’un
açış konuşmasında dile getirdiği önemli bir başka açıklama,
yaşanan gerçekler karşısında Türkiye’nin ne yapması
gerektiği konusundadır. Sayın Şenoğul
bu konuda şunları söylemektedir. “Hassas
ve karmaşık durum karşısında, Türkiye yeni politikalar ve
stratejiler belirlemek durumundadır. Eğer Türkiye, bulunduğu
coğrafyadaki tarihi, kültürel, siyasi, ekonomik ve askeri birikimi
ve gücünden kaynaklanan potansiyeli ile proaktif (geç kalmayan bir
ataklık y.n.) davranarak yeni politikalar ve çözümler üretmediği
takdirde, başkaları tarafından üretilmiş olan çözümleri ve
hareket tarzlarını, küçük pazarlık marjları ile kabul etmek
zorunda kalacaktır.”5
Dikkat
edilirse Şenoğul’un
görüşleri, bir yıl sonra aynı yerde MGK Genel Sekreteri
Orgeneral Tuncer
Kılınç’ın ileri
sürdüğü görüşlerin hemen aynısıdır.
“Güvenlik
Anlayışında Dönüşüm”
Sempozyum’da
dikkat çeken bir başka nitelikli bildiriyi, Silahlı Kuvvetler
Akademisi Komutanı Tuğgeneral Halil
Şimşek verdi.
“Soğuk Savaş
Sonrası Güvenlik Anlayışında Dönüşüm”
adını taşıyan bildiri, yaşanmakta olan pek çok konuda tutarlı
saptamalar yapmakta ve geçerliliği olan uygulanabilir önermeler
getirmekteydi. Şimşek;
“Gelişmiş
ülkelerin modern eğitimli ve iyi donanımlı ordularının
varlıklarını sürdürdüğünü, bu orduların öncelikle enerji
kaynakları, hammadde ve tüketim pazarları ile ulaşım hatlarının
emniyetini sağlamak üzere kullanılacağını”
belirtmekteydi.6
Şimşek,
her türlü kutlamayı hak ediyor çünkü, ABD’nin Orta Asya
“çıkarmasını”
bir yıl önceden adeta haber veriyordu.
Küreselleşme
olgusunun özlü bir biçimde ortaya konduğu tebliğde Şimşek
şunları söylüyordu: “Ekonomik
gücü üstün olan devletlerin desteklediği yeni küreselleşme
stratejisinde kuralsız, kurumsuz ve yozlaşmış yönetimlerin
egemen olduğu ülkelerde bölünme; bilim ve teknoloji ile
desteklenen kurallı ve kurumlaşan ülkelerde ise bütünleşmenin
olacağı anlaşılıyor. Bu gelişmeler gelecekte çatışma ve
bölgesel savaşlara da neden olacaktır.”7
Saptama
mükemmeldir ve bu saptamaya eklenebilecek herhangi bir katkı
olamaz. Herkes dünyayı tanımlama ve olayları önceden görme
konusunda bu sözlerden dersler çıkarmalı, kendisine bu yönde bir
yol çizmelidir.
Atatürk
Gibi Düşünmek
“Ulusal
güvenliğin sağlanması için askeri gücün tek başına yeterli
olmadığını”,
“Ekonomik güç ile
iç yapıyı kuvvetlendiren ‘kültürün’ önemli olduğunu”
belirten Halil Şimşek,
Avrupa kültürüyle ilgili olarak da şunları söylemektedir:
“Avrupa Hıristiyan
kültürü dediğimiz zaman, Hıristiyan inanç değerlerinden
beslenmiş, Vatikan gözetimindeki insanların şekillendirdiği
yaşam tarzı ve değerler sistemi ortaya çıkmaktadır. Bu kültürde
Türkiye’ye yer yoktur yaklaşımı aslında, tarihin
derinliklerinden gelen ‘Hıristiyan’ ‘Müslüman’
çatışmasındaki önyargılarla beslenen bakış açısından
kaynaklanmaktadır.”8
Tuğgeneral
Halil Şimşek,
günümüz sorunlarından kurtulmanın yolu olarak, Atatürk’ün
1930 yılında yaptığı saptamaların bugün aynen geçerli
olduğunu söylüyor ve bu saptamaların uygulanmasının en doğru
çözüm olacağını açıklıyordu. Şimşek’in
Atatürk’ten
aldığı alıntı şöyle: “...
Bütün bu dertlerin, bütün bu ihtiyaçların giderilmesi her
şeyden evvel, pek başka şartlar altında yetişmiş bilgili, geniş
düşünceli; azim, feragat ve ihtisas sahibi adam meselesidir; sonra
da zaman meselesidir. Bu itibarla, önce kafaları ve vicdanları
köhne, geri, uyuşturucu fikir ve inançlardan temizleyeceksin;
işlerinin ehli, idealist ve enerjili insanlardan oluşan, düzgün,
her parçası yerli yerinde modern bir devlet makinası kuracaksın;
sonra bu makine halkın başında ve halkla beraber durmadan
çalışacak, maddi ve manevi her türlü yetenek ve kaynaklarımızı
faaliyete geçirecek, Düşünmekten işletecek; böylece memleket
ileriye, refaha doğru yol alacak (tır)...”9
Komutanların
araştırma, bilimsel inceleme ve yüksek bilinç içeren saptama ve
önerilerinden; politikacılar, aydınlar, işçi ve işveren
örgütleri, gazeteciler ve öğretim üyeleri ders çıkarmalı;
eğer ulusal değerlerini tam olarak yitirmedilerse kendilerine doğru
bir yön vermelidirler. Bunu yapmadıklarında Türk halkından geri
dönüşü olmayan bir biçimde kopacak ve toplumsal yaşamın akışı
içinde kaybolup gideceklerdir. Bilinen bir olgudur ki, yaşam en
yalın gerçekliktir ve yaşamın gerçeklerine uyum göstermeyenlerin
varlıklarını sürdürmeleri olası değildir.
“Konuşmayın,
Susun”
Politikacılar,
medya “yazarları”,
işveren temsilcileri ve kendilerine aydın diyen kesimlerin önemli
bir bölümünün, uyarı ve açıklamalara kendilerini kapattıkları;
dış kaynaklı isteklere bağlanmış oldukları biliniyor. Nitekim
bu kesimlerin “sözcüleri”,
komutanların saptamalarından ders almak yerine söylenenlere, kaba
bir üslupla hemen karşı çıktılar.
Söz
konusu karşı çıkışın en belirgin örneği, Hürriyet
Gazetesi’nin
Başyazarı Oktay
Ekşi’nin
14.01.2001 tarihli yazısıdır. Demokrasiyi ağzından düşürmeyen
bu köşe “yazarı”,
adı geçen yazısında, ülke ve dünya sorunlarını yüksek bir
bilinçle ortaya koyan komutanların, “konuşmamalarını
ve susmalarını”
istedi. Birçok insana inanılmaz gibi gelen bu istek, Hürriyet
Gazetesi’nde alaycı
bir biçemle (uslupla) şöyle yazıya döküldü: “Şimdi
‘biraz da az konuşan Türkiye’ hayaliyle yanıp tutuşur hale
geldik. Nitekim bu konuda hiç konuşmaması gerekenler (komutanlar
kastediliyor) önce konuşuyorlar... Sayın Nahit Şenoğul, Avrupa
Birliği’ne üye ülkelerin Türkiye’ye karşı izledikleri
hasmane politikaları sayıyor. Ve ardından Ege ve Kıbrıs
konusundaki tutumumuza değinerek Türkiye’yi ‘Bu hassas ve
karmaşık durum karşısında yeni politikalar ve stratejiler
belirlemeye’ çağırıyor. Bir başka deyişle ‘Şu Avrupa
Birliği’ne üye olma meselesini bir daha görüşmeli’ diyor...
Ötekine gelince (Tuğgeneral Halil Şimşek’i kastediyor), askeri
değerlendirmeler dışına çıkıp, ‘Hıristiyanlar zaten bize
düşmandır’lı, ‘Onlar ırkçılığı teşvik ederler’li,
‘Esasen bizim milli birlik ve bütünlüğümüzü bozmaya
çalışmaktadır’lı siyasi değerlendirmeler yapması, özellikle
‘bireysel özgürlükleri’ dahi ‘devletin varlığı ve
bütünlüğüne aykırı talepler’ gibi sunması anlaşılabilir
sözler değildir.”10
Söyleneni
anlamamak ya da çarpıtmak, ne denirse densin bir insanın özel bir
özgörev (misyon) yüklenmemişse bunları söylemesi nasıl mümkün
olabilir? Akıl alır gibi değil.
Biz,
yine de uyarımızı yapalım. Uyarılarımız bazı kesimlerce bugün
dikkate alınmasa da bu uyarılar bize ileride, “Bunları
sizlere söylemiştik”
olanağını verecektir. Bilinen çevreler dışında Türk halkının
büyük çoğunluğu söylenenleri, herhangi bir uyarıya gerek
duymadan kavramaktadır. Önemli olan da budur.
“Barış
Kuşağı Nasıl Oluşturulur”
Harp
Akademileri Komutanlığı, 11–12 Ocak 2001’de düzenlediği
sempozyumdan bir yıl sonra, 7-8 Ocak 2002 tarihinde; “Türkiye’nin
Etrafında Barış Kuşağı Nasıl Oluşturulur?”
konulu bir tartışmalı oturum daha düzenledi. Adından da
anlaşılabileceği gibi, Türkiye açısından önem taşıyan ve
ulusal savunmayı dolaysız ilgilendiren bir konu, konunun
uzmanlarınca tartışılacaktı.
Oturumda
yine üst düzeyde nitelikli görüşler ileri sürüldü ve bilimsel
saptamalar yapıldı. Toplantıya kapsamlı bir bildiri sunan ve AB
gerçeğini tam olarak ortaya koyan Prof.Dr. Erol
Manisalı’dan sonra
söz alan Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer
Kılınç, tarihsel
değeri olan şu sözleri şöyleydi: “Sn.Erol
Manisalı’nın sözlerine aynen katılıyorum. Türkiye, milli
menfaatleriyle ilgili sorunlarda AB’den hiçbir destek görmüyor.
AB, Türkiye’yi ilgilendiren sorunlara menfi bakıyor. Rusya da bir
yalnızlık içinde. Dolayısıyla Amerika’yı gözardı etmeksizin
mümkünse İran’ı da içine alan yeni bir arayışa girmek
gerektiğini düşünüyorum.”11
Orgeneral
Tuncer Kılınç’ın
bu sözleri Türkiye açısından olumlu ve önemli sözlerdi. Türk
halkının her zaman ve her dönemde, görüşlerine birinci derecede
önem verdiği Türk Ordusunun, bir üst düzey komutanının
söylediği sözler kaçınılmaz olarak halkın düşüncelerini
etkileyecekti. Gerçeklerin Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri
tarafından dile getirilmesi önemliydi. Nitekim bu önem hemen
ortaya çıktı ve Türk halkı binlerce makale ve araştırmanın
sağlayamayacağı bir “ilgiyle”,
AB’yi sorgulamaya başladı.
AB
ve Türkiye
Tuncer
Kılınç’ın
“aynen katılıyorum”
dediği Erol
Manisalı’nın AB
ile ilgili saptamaları özetle şöyleydi: “AB,
kısa ya da uzun vadede Türkiye’yi tam üye olarak içine
almayacaktır; AB Türkiye’den almak istediği herşeyi 1995 Gümrük
Birliği Belgesi ile hem de sıfır maliyetle elde etmiştir; AB
Türkiye’yi içine alacak olsa Kıbrıs, Ege, Güneydoğu, sözde
Ermeni soykırımı, Avrupa Ordusu
(AGSP) konularında
Türkiye’yi bu denli
sıkıştırmazdı;
AB Türkiye’yi
kendisine tek yanlı bağımlı hale getirme çabasındadır; AB’deki
uluslararası şirketlerin; Türkiye pazarındaki egemenlikleri hızla
artmaktadır, birçok imalat sanayi alanında Türk firmalar AB
firmalarınca satın alınmaktadır; Türkiye, kısa bir zaman içinde
AB’ye tek taraflı bağımlı bir ülke durumuna getirilecek ve
ulusal güçlerin bile değiştiremeyeceği kemikleşen bir
bağlanmaya sürüklenecektir; AB, Türkiye’nin Ege’de,
Yunanistan ve AB’nin haklarını çiğnediğini ileri sürerek
Ege’yi AB’nin bir iç denizi olarak görmektedir; AB’nin Kıbrıs
politikasındaki sertlik, tek yanlılık ve Rum kesimini AB içine
almadaki aceleciliği,
Türkiye’yi AB’ye almama politikasının bir sonucudur; AB,
PKK’yı kendi güdümünde siyasallaştırarak Anadolu’dan Kuzey
Irak’taki Amerikan–İngiliz girişimini dengelemek istemektedir;
AB, Türkiye’yi dışlamayacak ancak içine de almayacaktır.”12
Milli
Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer
Kılınç’ın
“aynen katılıyorum”
dediği görüş ve saptamalar bunlardı. Türk Silahlı
Kuvvetleri’nin üst düzey komutanının bu görüşlere katılması
ve katıldığını açıklaması Türkiye açısından gerçek bir
umut kaynağıydı. Prf. Erol
Manisalı ve
Orgeneral Tuncer
Kılınç, Türk
halkının gözünü açmış ve tarihteki onurlu yerini şimdiden
almıştı.
Yeni
Arayış
Tuncer
Kılınç’ın
açıklaması, son derece kısaydı ancak Türkiye için olumluluk
taşıyan yeni bir yönelişin habercisiydi. Türkiye dış
ilişkilerini, olumsuz bir yönde gelişmekte olan AB ile
sınırlamamalı ve “Yeni
arayışlara girmeliydi”,
söylenen buydu. İleri sürülen görüş, sıradan bir açıklama
değil; stratejik önemi olan bir dış siyaset önerisiydi ve
yalnızca Türkiye’yi değil, küresel ilişkilerin tümünü
etkileyecekti.
Bu
gerçeği belki de en iyi Newsweek
dergisi gördü ve “Avrupa’nın
Yetimi” başlığıyla
şu yorumu yaptı: “AB
Türkiye’ye Brüksel’in her kaprisine uymaktan başka alternatifi
olmayan, yoksullaştırılmış bir Doğu Avrupa ülkesi gibi
davranmaktadır. Bu, büyük bir hatadır. Türkiye, kısa bir süre
sonra, AB’nin üyelik gereksinimlerini aşırı bularak; daha az
sorun yaratan bölgesel müttefiklere yönelmenin iyi olacağına
karar verebilir. Kendilerine birşeyler empoze edilmesinden
hoşlanmayan Türkler, her geçen gün daha fazla çoğalarak, AB’yi
yeniden gözden geçirmeye başlamıştır. AB, Türkiye’den
sürekli ilerleme istemek yerine, krizin önlenebilmesi için bazı
avantajları sağlamalıdır. Çünkü Türkiye’nin, çoğu aday
üyenin aksine alternatifleri vardır.”13
İşbirlikçi
Saldırı
Tuncer
Kılınç’ın
açıkladığı görüşlerin önemine uygun olarak hemen, geniş bir
saldırı kampanyası başlatıldı. Büyük sermaye çevreleri,
politikacılar, köşe “yazarları”
ve medyatik “akademisyenler”
söz birliği etmişçesine, aynı söylem ve anlayışla ayaklandı.
Kimi zaman Tuncer
Kılınç’ı,
kimi zaman da Ordu’yu hedef alan medyatik bir “terör”
dalgası estirildi.
Hürriyet
gazetesinin yaptığı bir saptamaya göre içlerinde Ertuğrul
Özkök, Fatih
Altaylı, Oktaş
Ekşi, Emin
Çölaşan, Hadi
Uluengin, Tufan
Türenç, Cüneyt
Ülsever, Güngör
Mengi, Ferai
Tınç, Oktay
Gönensin, Mehmet
Altan, Sedat
Sertoğlu, Metin
Münir, Güngör
Uras, Metin
Toker, Taha
Akyol, Haluk
Şahin, Murat
Yetkin, İsmet
Berkan, Murat
Belge, Yalçın
Doğan, Aydın
Engin, Mehmet
Ali Birand, Cengiz
Çandar, Ali
Bayramoğlu,
Abdurrahman Dilipak’ın
da bulunduğu tam 46 köşe “yazarı”,
Tuncer Kılınç’a
karşı tavır aldılar ve düzeysiz eleştiriler yönelttiler.14
TÜSİAD
Başkanı Tuncay
Özilhan yaptığı
açıklamada, Orgeneral Tuncer
Kılınç’ı adeta
tehdit etti ve şunları söyledi: “Almanya’yı
ziyaretimizden çok memnun kaldık. Ana dilde eğitim ve yayından,
idam cezasının kaldırılmasına kadar son adımları da
Türkiye’nin artık atması gerekiyor. Türkiye üzerine düşeni
yapmalıdır ondan sonra AB ağırdan alamaz. Bence artık nehir
denize kavuşuyor. Nehri tersine döndürüp denize dökülmesini
engelleyemezsiniz. Türkiye’nin AB’ye doğru gidişinin önünde
kimse duramaz.”15
Kendilerine
“iş adamı”
diyen, varlıklarını ve zenginliklerini Kurtuluş
Savaşı veren bir
ordunun şehitlerine borçlu olan bir takım insanlar, Türk
Ordusuyla adeta bir
çekişme ve çatışma içine giriyordu. Tuncer
Kılınç’ın ülke
savunması ve esenliği için yeni birliktelikler ve yeni açılımlar
aranması gerektiğini söylemesinden hemen sonra “iş
adamı” Tuncay
Özilhan bu ülkenin
MGK Genel Sekreteri’ne adeta dikleniyor ve “Türkiye’nin
AB’ye doğru gidişinin önünde kimse duramaz”
diyordu. “İşbirlikçiliğin
cür’eti” ya da
“cahilin cesareti”
ne denirse densin böyle bir durum dünyanın hiçbir ülkesinde
herhalde yoktur.
Siyasiler
“İş
adamlarından”
sonra politikacılar da, Tuncer
Kılınç’a karşı
değişik tonda ancak aynı içerikte açıklamalar yaptı. Başbakan
Bülent Ecevit,
10 Mart 2002’de katıldığı bir televizyon izlencesinde şunları
söyledi: “AB’ye
girmemizi istemeyenlerin sayıları az olmayabilir. Fakat AB üyeliği
bizim o kadar hakkımızdır ki AB’de ne kadar haksız iddialar ve
yaklaşımlar olursa olsun biz bu hakkımızı kopara kopara almaya
mecburuz. Avrupalıyız ve Avrupa bizsiz yapamaz... İran ile
ilişkilerimiz AB ile ilişkilerimizin yerini tutamaz...”16
Tuncer
Kılınç’ın İran
ile ilgili sözleri ortada dururken ülkenin Başbakanı, “İran
AB’nin yerini tutamaz”
gibi garip bir söz söylüyor ve “olmayana
ergi” yöntemiyle
Kılınç’ı
söylemediği sözler üzerinden eleştiriyordu.
MGK
Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer
Kılınç’a en sert
“eleştiriyi”
kaba bir üslupla, Başbakan Yardımcısı ve ANAP Genel Başkanı
Mesut Yılmaz
yaptı. Her fırsatta Türk Ordusuna ve onun komutanlarına karşı
açıklama yapmayı alışkanlık haline getirmiş olan Mesut
Yılmaz, aynı akşam
televizyona çıkarak şunları söyledi: “Türkiye’nin
AB’ye alternatif olarak, geleceğini Rusya’yla, İran’la
birliktelikte araması bana göre bir vizyon değil olsa olsa bir
kabus senaryosudur. AB’ye üyelik devlet olarak bizim ortaya
koyduğumuz bir iddiadır. Şimdi bu iddiadan şu ya da bu nedenle
vazgeçenler, aslında Türkiye’nin geleceğini sabote
ediyorlar.”17
Mesut
Yılmaz yakışıksız
söz ve gerçek dışı savlarla, Türk Ordusu’na ve onun
komutanlarına her fırsatta saldırıyordu. Tuncer
Kılınç’ın
sözleri çok açık ve netti. Bu sözlerden, İran’ı AB ile bir
tutmak gibi bir sonuç çıkarmak için insanın bilinçli bir
kasıtlılık içinde olması gerekirdi. Mesut
Yılmaz, Başbakan
Yardımcısı olduğu ülkenin silahlı kuvvetleriyle adeta kavga
ediyordu; sürekli olarak Orduyla uğraşıyordu.
Mesut
Yılmaz, ANAP
Kurultayında ulusal
güvenlik konusunda
garip açıklamalar yaptı ve şunları söyledi: “
Türkiye’de üç maymunun oynadığı bir tabu var... Ulusal
güvenlik gerekleri... Ya da daha doğru bir isimlendirmeyle ulusal
güvenlik sendromu. Bugün bu tabunun üzerindeki perdeyi çekip
almanın zamanı gelmiştir... Ulusal güvenlik kavramı,
devletimizin geleceğini sağlamlaştırıcı her adımın
engelleyicisi konumuna getirilmiştir. Devletin bekasını sağlayacak
bir kavramı, devletin can damarını keser hale getirmeyi dünya
üzerinde yalnız Türkiye becerebilirdi.”18
Genel
Kurmay Açıklaması
Genel
Kurmay Başkanlığı, Mesut
Yılmaz’ın bu
sözleri söylemesinden üç gün sonra basına bir açıklama yaptı.
Tarihi değeri olan ve bir ders niteliği taşıyan açıklamada
şunlar söyleniyordu: “Bir
parti liderinin; parti olağan kongresinde ulusal güvenlik kavramına
ilişkin yaptığı açıklamalar basın ve yayın organlarında,
silahlı kuvvetleri hedef alan değerlendirmeler olarak algılanmış
ve kamuoyuna da böyle yansıtılmıştır. Yapılan konuşmada;
bugün var olduğu düşünülen ‘ulusal güvenlik anlayışının’
devletimizin geleceğini sağlamlaştırıcı her adımın
engelleyicisi ve devletin can damarlarını kesen bir yapıda olduğu
ifade edilmiş, ayrıca ülkenin geleceği için gerekli her ileri
adımın ulusal güvenlik gerekçesi ile önü kesilmesinin kabul
edilemez olduğu beyan edilmiştir. Bilindiği gibi ulusal güvenlik
kavramı; tehdit/risk algılaması ve değerlendirmesi ile başlayan
sosyal, ekonomik ve askeri parametreler ile milli güç unsurlarının
tümünü içeren bir yapıdadır. Ulusal güvenlik düzenlemelerinin
nihai hedefi; içte, demokratik laik ve üniter Cumhuriyetin
korunması; dışta, ülkenin yaşamsal çıkarlarının
savunulmasını içerir... Yapılan talihsiz konuşmada; ‘her ileri
adımın ulusal güvenlik gerekçesiyle
kesildiği’ ifade
edilmiş ancak tek cümle örnek verilmemiştir. Bilindiği gibi
ulusal güvenliğin sağlanmasından TBMM’ye karşı Bakanlar
Kurulu sorumludur. Bu sorumluluğu paylaşan bir kişinin kurumları
hedef alan bu tür konuşması mesnetten yoksun ve düşündürücüdür...
‘Ülkenin geleceği için gerekli her ileri adımın’ her zaman
gerçek anlamda ileri adım olup olmadığı tartışılması gereken
bir konudur. Eğer atılması düşünülen adımlar; şeriatı
düşünen sapık düşünce ve eylem sahiplerinin faaliyetlerini
kolaylaştıracaksa, ülkeyi bölmeye çalışan guruplara yasal
dayanak sağlayacaksa, ülkenin yaşamsal güvenlik mülahazalarından
tavizler verecekse, bunlar gerçek anlamda ileri değil, geriye doğru
atılmış adımlar olacaktır... Üzerinde düşünülmesi gereken
konu, kişi ve kurumların; sorunlar karşısında, üzerlerine düşen
görevleri eksiksiz yapmak yerine, başkalarına saldırarak
sorumluluktan ve başarısızlıktan kaçma gayretleridir. Bugün
Türkiye Cumhuriyeti’nde; ekonomi iflas noktasına gelmişse,
ekonomiyi bu hale getirenler hakkında en ufak bir işlem
yapılmıyorsa, milli ve ahlaki değerler aşındırılmışsa,
soygun düzeni adeta normal bir davranış haline gelmişse, AB’ye
girmeyi hedefleyen bir ülkede ortaçağı hedefleyen zihniyetler
devlet kadrolarında bile yer alabiliyor ve buralara özenle
yerleştiriliyorsa, ülke içinde siyasi istikrar kişisel ihtiraslar
nedeniyle bir türlü
sağlanamıyorsa,
küreselleşme
anlayışı ekonomik teslimiyetçilik olarak benimseniyorsa tüm bu
olumsuzlukların nedenini ‘ulusal güvenlik kavramı’ ile örtmek
ve bu kavramın sonucu olarak görmek hem makul, hem de insaflı
değildir, aynı zamanda tehlikelidir. Son tartışma konusunun,
sorumlu bir makamda olunmasına rağmen, meşru zeminlerde tartışmak
yerine dünyaya şikayet etme şeklinde gündeme getirilmesinin
onurlu bir yaklaşım olarak kabul edilmesi mümkün değildir... Her
fırsatta, doğrudan ya da dolaylı olarak Silahlı Kuvvetleri
yıpratmaya yönelik girişimlerin, bu girişimlerde bulunan kişi ya
da gurupları yıprattığı ve ülkeye zarar verdiği geçmişte
görüldüğü gibi gelecekte de görülecektir. Çağdaşlık,
evrensellik ve ilericilik anlayışları kendi yarattıkları
paradigmalar ile sınırlı kişilerin ulusu aydınlık yarınlar
yerine belirsiz karanlıklara götüreceği ve bunun geçmişte de
pek çok örneklerinin bulunduğu bilinen bir gerçektir.”19
Mesut
Yılmaz ve Genel
Kurmay’ın açıklamalarının buraya uzun alıntılar olarak
alınması nedensiz değildir. Bu iki açıklama, Türkiye’nin
bugün içinde bulunduğu durumu ortaya koyan belge niteliğindedir.
Genel Kurmayın basın açıklaması kamuoyunu rahatlatıp Türk
halkını memnun ederken, Mesut
Yılmaz’ın
konuşması, beklendiği gibi “iş
çevreleri” kimi
politikacılar ve başta Oktay
Ekşi (Hürriyet),
Tufan Türenç
(Hürriyet), Hasan
Cemal (Milliyet),
Mehmet Ali Birand
(Posta), Fatih Altaylı
(Hürriyet), Oktay
Gönensin (Sabah),
Enis Berberoğlu
(Hürriyet), Abdurrahman
Dilipak (Akit) olmak
üzere köşe “yazarlarından”
destek gördü.20
Orgeneral
(E) Nahit Şenoğul’dan
TÜSİAD yöneticilerine, Tuğgeneral (E) Halil
Şimşek’ten
medyaya, Orgeneral Sn. Tuncer
Kılınç’tan
Brüksel’e, Genel Kurmay’dan Mesut
Yılmaz’a uzanan ve
yurtseverlikle işbirlikçiliğin kaba ayırımını ortaya koyan
günümüz gerçeğini kavramak için bu açıklamalar üzerinde
dikkatlice durulmalı ve düşünülmelidir. 1920’lerin
İstanbul–Ankara, Saray–Meclis ya da mandacılık-ulusal
bağımsızlık çelişkileri bugün yeniden yaşanan gerçekler
durumuna geliyorsa; vatanseverlikle aymazlık iç içe geçiyorsa ve
Türk halkı yavaş yavaş birşeyler yapmanın gerektiğini
görüyorsa, bu açıklamaların büyük önemi var demektir.
Mustafa
Kemal'in Sözleri
Mustafa
Kemal, işgal
altındaki İstanbul’da yayımlanan Hukuk
Beşer gazetesinin,
Türk Ordusuna ve onun komutanlarına “sefil”
ve “haydutbaşı”
diyerek hakaret etmesi üzerine 14 Mart 1919’da Harbiye
Nezaretine yazdığı
mektupta şunları söylüyordu: “Vatanı
ve ulusu için temiz yürekle ve kusursuz olarak, her türlü
yoksulluk ve zorluklar içinde namus görevlerini tam olarak yerine
getiren Türk ordularını haydut; aynı yoksulluk ve zorluklarla
karşı karşıya bulunan ve tek dayanakları namus ve şerefleri
olan ordu komutanlarını sefil ve haydutbaşı diye nitelemek ne
büyük bir ahlaksız ve sefil bir vicdansızlıktır. Türk
ordularını, o orduların komutanlarını böyle gösterme cüreti
ancak vatanın ve ulusun yok olmasını isteyen bir alçakta
bulunabilir.”21
DİPNOTLAR
1 “Harp
Akademileri Komutanı Orgeneral Sayın
Nahit Şenoğul’un
Sempozyum Açış Konuşması”,
sf.3
2 “The
New Superpowers; Germany, Japon, The V.S. and The New World Order”
New York, 1991, ak. Haluk
Ulman; “Dünya Nereye Gidiyor”
Bağlam Yay., sf.45–46
3 “Bitmeyen
Oyun ve Türkiye’yi Bekleyen Tehlikeler” Metin Aydoğan
Umay Yayınları, 37.Baskı, 2005, sf.163–164
4 “Güreş
: Terörü Amerika da Destekliyor”
Gözcü 04.11.1996
5 “Harp
Akademileri Komutanı Orgeneral Sayın Nahit Şenoğul’un Sempozyum
Açış Konuşması”,
sf.8
6 “Soğuk
Savaş Sonrası Güvenlik Anlayışında Dönüşüm”
Tuğgeneral Halil
Şimşek, sf.1
7 a.g.t.
sf.5
8 a.g.t.
sf.6
9 a.g.t.
sf.16
10 “Keşke
Biraz Sussak” Oktay Ekşi,
14.01.2001
11 Hürriyet
08.03.2002
12 “Avrupa
Birliği’nin Türkiye’ye Etkileri”
Prof.Dr. E.Manisalı,
Cum. 10.03.2002
13 “Avrupa
Türkiye’yi Dışlıyor”,
Cumhuriyet, 18.04.2002
14 Hürriyet
11.03.2002
15 “TÜSİAD:
AB’ne Doğru Gidişimizin Önünde Kimse Duramaz”
Vahap Munyar,
Hürriyet 14.03.2002
16 “AB
de Bizsiz Yapamaz” Hürriyet
11.03.2002
17 “Kabus
Senaryosu” Hürriyet
08.03.2002
18 www
. anap . org. tr
19 http://www.tsk.
mil.tr/ genelkurmay / bashalk / açıklama/ a 17.htm
20 Hürriyet
10.08.2001
21 “Atatürk’te
Konular Ansiklopedisi” Seyfettin Turan,
Y.K. Y.. 2.Baskı, sf.81
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder