Türkiye’de,
çok particiliğe geçildiği 1946’dan beri bir borç sorunu yaşanıyor. Hazır para
kolaycılığıyla girişilen ve süreç içinde ülkeyi tutsaklığa götüren
borçlanmanın, gelişmiş-azgelişmiş ülke ilişkileri açısından ne anlama geldiği,
neye hizmet ettiği ve nasıl işlediği bilince çıkarılmalıdır. Bu yapıldığında,
Osmanlıyı yıkan Türkiye Cumhuriyeti’ni tutsaklığa götüren borç ilişkisinin
boyut ve kapsamı kavranacak, bu ilişkinin büyük devlet politikalarında
egemenlik aracı olarak kullanılan bir yöntem olduğu görülecektir.
Azgelişmiş
Ülkeler ve Borçlanma
İkinci
Dünya Savaşı’ndan önce hemen hiç borcu olmayan birçok
azgelişmiş ülke, bugün altından kalkamayacağı bir borç yükü
altındadır. Bu ülkelerde, 1970 yılında borç/GSMH oranı
ortalama olarak yüzde 14.4 iken, bu oran 1982’de yüzde 37.7’ye,
1990 yılında ise yüzde 43.3’e çıktı.1
Bugün yüzde yüzü aşmış durumda.
Bu
oranların parasal tutarı, ürkütücü sayılara çıkmaktadır.
1970 yılında azgelişmiş ülke borçları, toplam olarak 62.5
milyar dolardı. Bu borç 1980’de 561.5 milyar, 1990’da 1458
milyar, 2000’de 2 492, 2005 yılında ise 2 800 milyar dolardır.2
Bu borcun yalnızca faiz tutarı, yıllık 206 milyar dolardı.3
Değişken
Faiz
Azgelişmiş
ülkelerin dış borcunun önemli bir bölümü değişken faizli
borçlardır. Bunun anlamı, faiz oranlarının yükselmesiyle
borçların artmasıdır. Bankalararası işlemlerin “kaprisli”
işleyişi ve kapitalist dünyanın bitmeyen bunalımları, borç
alışverişi için çekinceli bir ortam oluşturur. Değişken
faizli kredilerle risk borç alana yüklenmiştir.
Borç
faiz oranlarındaki oynaklık, borç veren gelişmiş ülkeler için
ek bir kazanç kapısıdır. LİBOR’daki
bir puanlık faiz artışının net ek faiz yükü, 1982 yılında 1
milyar 850 milyon, 2005’de 8 milyar dolardı.4
(LIBOR: London Interbank Offered Rate: Londra’daki bankalararası
işlemler temel alınarak hesaplanan faiz oranı) Londra’nın
“esrarengiz”
mali sermaye piyasası, yoksulluk içinde kıvranan milyonlarca
insanın güç koşullarda elde ettiği gelirden milyarlarca doları
kısa bir süre içinde alıp götürmüştü.
Faiz
oranlarının yükselmesinin ve doların değer kazanmasının
azgelişmiş ülke borçları açısından iki sonucu olmuştur:
Birincisi, değişken faizli borçların faiz yükü çok artmış;
ikincisi, dolar cinsinden borçların değeri yükselmiştir.
Azgelişmiş ülkelere verilen kredilere uygulanan faiz oranı
1978’de yüzde 9.7 iken, bu oran 1979’da yüzde 13, 1980’de
yüzde 15.4 ve 1981’de yüzde 17.5 olmuştur. Ayrıca, aynı
yıllarda alışveriş sınırı (mübadele hadleri), petrolsüz
azgelişmiş ülkeler aleyhine dönüştüğünden, bu ülkelerin
aldıkları kredilerin faiz oranı daha da yüksek olmaktadır.
Örneğin bu oran, 1982 yılı için yüzde 14.1 iken, sözü edilen
düzeltme yapıldığında, yüzde 24’e dek yükselebilmektedir.5
Sermaye
Göçü
Azgelişmiş
ülkelerde, borç artışlarıyla, yurtdışına sermaye kaçışı
arasında, dolaysız bir ilişki vardır. Borç yükü arttıkça
sermaye kaçışı artmaktadır. Bu kaçış, alınan borcun,
özellikle yabancı ortaklı şirketlere teşvik olarak dağıtılması
ve kazancın yabancı şirketlerin elde ettiği kazancı dışarı
çıkarması nedeniyle olmaktadır. OECD’nin 1991 yılında yaptığı
bir araştırmaya göre, yalnızca 13 çok borçlu ülkeden
yurtdışına giden sermaye göçü; 1978 ile 1988 arasındaki on
yılda 47 milyar dolardan 184 milyar dolara çıkmıştır.6
Yine
de yerel hükümetler borçlanmaya “sıcak”
bir ilgi göstermektedir. Bunun nedenini, dış borçtan payına
düşeni alan yerel yöneticilerin varlığıdır. Bugün, dünyada
kişisel servetlerini “yüksek
boyutlara”
ulaştırmamış yerel yönetici kalmamış gibidir.
Egemenlik
Aracı
Küresel
ve bölgesel egemenlik için gelişmiş ülkelerin elinde,
sömürgecilik döneminden beri uygulama süzgecinden geçmiş pek
çok yöntem vardır. Uluslararası dış yardım izlenceleri
(programları), özel yatırımlar, askeri harcama desteği, tarım
ve ticaret anlaşmaları, koşullu krediler ve her çeşit borç
ilişkisi bu yöntemlerden etkili araçlarıdır. Tümü akçalı
güce dayalı bu etkili yöntemler, başlayınca süren, sürdükçe
derinleşen bağımlılık ilişkilerinin, belirleyici öğeleridirler.
“Para
piyasaları kapitalist sistemin karargâhlarıdır.”
Dünya egemenliği peşinde olan ülkeler kendi başkentlerini,
uluslararası finansın merkezi yapmak zorundadır. Yüzyıl başında
bu merkez Londra’daki bir mil karelik The
City
idi, şimdi New York’un Wall
Stree’dir.
Altın ve döviz piyasaları, uluslararası sigorta işleyişi, mal
ve hisse senedi borsaları ve finans dünyasının tüm işlemleri
buralardan yönetilir.
Gelişmiş
ülkeler, “dış
yardım”
ve “dış
borcun”
etkili gücünü, sömürgecilik döneminden bugüne dek her koşul
ve biçimde, uluslararası ilişkilere yön veren temel unsur yapmayı
başarmıştır. ABD Başkanı John
F. Kennedy,
“dış
yardım”
adını verdiği borç işleyişinin ülkesi için ne denli önemli
olduğunu 1962 yılında şöyle açıklıyordu: “Dış
yardım, Birleşik Devletler’in dünya üzerinde etkili olması ve
denetim elde etmesini sağlayan en etkin yöntemdir.”7
Dışsatıma
Dayalı Kalkınma
Azgelişmiş
ülkeler, özellikle 2.Dünya Savaşı’ndan sonra, dışsatıma
dönük ekonomi politikalar izlemeye yönlendirildi. Tarım ya da
hammaddeye dayalı birkaç kalemlik dışsatım ürünü, dünya
borsalarındaki “dalgalanmalarla”
çoğu kez değerinin altında işlem gördü. Oluşan ödeme dengesi
açıkları borçlanmalarla kapatılmaya çalışıldı. Alınan
borcun faiz ve anapara geri ödemeleri, zaten sorunlu olan dışsatım
gelirinin önemli bölümünü emmeye başladı. Borç gereksinimi,
büyüyen boyutuyla yeniden gündeme geldi. Alınan borç, dış
ticaret açıklarını, dış ticaret açıkları da alınan borcu
arttırdı. Bu sarmal, azgelişmiş ülkeleri bir daha
kurtulamayacakları bir borç açmazına sürükledi. Bu ülkeler
borç ödemek için yeni borç bulmak zorunda kaldılar.
1970–1990
arasındaki borç artışı, net olmayan ulusal gelir (GSMH-gayri
safi milli hasıla) artışından yüzde 300 daha hızlı oldu.8
Bu 20 yıllık dönem içinde azgelişmiş ülkelerin toplam borcu
ise 21 kat arttı.9
Azgelişmiş ülkeler; borç geri ödemesi, sermaye kaçışı ve
kazanç aktarımı (kâr transferi) yoluyla gelişmiş ülkelere
yalnızca 1985 yılında 240 milyar dolar ödedi.10
Borç
Tuzağı
Borçlanmanın
bir adım öncesinde dış yardım izlenceleri olduğu biliniyor. Bu
dönemde, ülke sorunlarını çözmede zorlanan azgelişmiş ülke
yöneticileri, kolay etkilenecek durumdadır. Çok yönlü “yardım”
önerileri onlara çekici gelir ve uzayıp giden ikili ve
uluslararası anlaşmalara, içeriğini anlamasa da istekle imza
atarlar. İmzadan hemen sonra ekonomik “kalkınma”
yöntemi; eğitim, ticaret, akçalı “reformlar”;
tarım politikaları, yargı ve yönetimsel “yeni”
yapılanma önerileri, askeri anlaşmalar ve özelleştirme
uygulamaları, “uzman”
raporlarıyla ve bilimsel görünüm altında önlerine konur.
Önerilerin
uygulanması için kaynak gereklidir ve kaynak borçlanma
biçimleriyle, emre
hazırdır.
İlk borçlanma evresinde dış kredi bulmak dünyanın en kolay
işidir. Bu dönemde uluslararası finans örgütleri, en etkili
ve en becerikli
elemanlarını aylar süren seyahatlere göndererek, devlet
kurumlarının kapılarını çalar. Yalnızca devlete değil,
politik liderlerin dost ve akrabalarına da “kredi"
(!)
verilir. 1927 yılında, o zamanki Peru diktatörünün oğlu Juan
Lequia’ya,
Peru’nun ABD’den 50 milyon dolar borç alması için açıktan
450 bin dolar ödenmişti.11
Maliye
Bakanları, Dünya Bankası ve IMF’nin yıllık toplantıları için
Washington’a geldiklerinde, bunların önleri kredi vermek için,
yüksek ücretli “kredi”
pazarlamacıları tarafından kesilir ve değişik ülkelerden
yetkililer, kendi dünya görüşlerine göre “ağırlanırlar”.
Amerikalı araştırmacılar Richard
J.Barnet
ve Cohn
Cavanagh
“Global
Dreams”
adlı kitaplarında bu konuda şöyle söylüyor: “Washington’a
gelen maliye bakanlarından biri bize, kredi pazarlamacılarının
kredi önermek için kelimenin tam anlamıyla yol kestiklerini
anlattı. Shoreha ile Sheraton Otelleri arasındaki kısa yürüyüş
sırasında, yoksul bir Güney Amerika liderinin önünü tam beş
tanesi birden kesmişti.”12
IMF
ve Dünya Bankası
Azgelişmiş
ülkeler, Yeni
Dünya Düzeni’nin
bütün kurumlarıyla kurulup dünyaya yayılmaya başladığı 2.
Dünya Savaşı sonrasında, başta IMF ve Dünya
Bankası
olmak üzere uluslararası finans kurumlarına borçlanmaya başladı
ve böylece “yağlı
ilmiği”
kendi boyunlarına geçirdi. Borç ilişkileri, kısa süre içinde
ekonomik kalkınmayla ilgili bir sorun olmaktan çıkarak, siyasi
egemenlik aracı durumuna geldi. Amerikalı ekonomist Harry
Magdoff,
borçlanmayla ilgili olarak şunları söylemektedir: “Yoksul
uluslara varsıl uluslar tarafından empoze edilen disiplin, IMF’nin
verdiği stabilizasyon kredileri
(parasını dengelemek için alınan kısa vadeli kredi y.n.) ile
sağlanmaktadır. Burada artık kalkınma projeleri ve uzun vadeli
kalkınma planları üzerinde durmuyoruz. Kredi için IMF’ye
başvuran ülke müthiş bir darboğazın içinde değilse bile,
böyle bir darboğazın eşiğinde demektir.”13
“Dış
yardım”
ve borç anlaşmaları; birbiriyle ilintili, tamamlayıcı ve yerel
işleyişi değiştirmeye yönelik maddelerle dolu bir anlaşmalar
setidir. Kendi içinde bütünlüğü, mantıksal temelleri ve borç
verenler açısından yararlı işleyişi mükemmeldir.
Temel amaç, iyi
işleyen ve sürekliliği olan bir bağımlılık dizgesinin
(sisteminin) oluşturulmasıdır.
Bu
dizgenin azgelişmiş ülkeler açısından doğuracağı sorunlar,
ulusal varlığı ortadan kaldıracak düzeyde ağırdır.
Borçlanmanın başladığı dönemlerdeki güleryüzlü dostluk
gösterileri, borç arttıkça yerini direktif
ve hatta tehditlere
bırakır. Politik kadrolar, sabırlı çalışmalarla eğitilerek
elde
edilmiştir.
Bunlar artık kraldan
çok kralcı
sadık elemanlar
ve güvenilir dostlardır.
Kamu yönetiminden eğitime, bankacılıktan iletişime, güvenlik
güçlerinden endüstriyel yapılanmaya dek; toplumsal yaşamın her
alanında kesin bir etkinlik sağlanmış ve ülkeler kıpırdayamaz
bir biçimde denetim altına alınmıştır. Borçlanmanın
kaçınılmaz sonuçlarını bugün, tüm olumsuz sonuçlarıyla
yüzden çok ülke yaşamaktadır. Borçlanmayla ilgili sayıbilimsel
(istatistiki) verilere sahip borçlu azgelişmiş ülke sayısı
109’dur.14
Koşullar
Dönemi
Dış
borca bağımlı kılınan azgelişmiş ülkeler, yeniden borç
istediklerinde; yerine getirilmesi gereken ekonomik ve siyasi
dönüşümler içeren isteklerle karşılaşır. Koşula bağlı
kredi dönemi başlar. Artık krediler yalnızca faiz gelirleri için
değil, hükümetleri her yönden “teslim”
almak için kullanılacaktır. Nakliye ve sigorta zorunlulukları,
kredinin kullanım alanı, hukuksal dönüşümler, politik destek,
sosyal güvenlik işleyişi, uyulacak askeri ölçütler, iş
verilecek şirketler ve atamaları yapılacak yerel yöneticilere dek
pek çok koşul, açık ya da örtülü olarak kredi anlaşmalarına
girer. Ülkeler tam anlamıyla bağımlı duruma getirilir.
Bağımlılığın
doğal sonucu, egemenlik haklarının teker teker yitirilmesidir.
Fransız hukukçu Carre
de Malberg’in,
“Devletler
Kuramı”
adlı yapıtında söylediği gibi; “yabancı
bir devlete karşı herhangi bir bağımlılığı olan devletin,
içeride de egemen olacak gücü kalmaz.”15
ve ülkeler uydu topluluklar durumuna getirilir.
Dış
Tecim (Ticaret) Açığından Dış Borca
Dış
tecimdeki açık dışarıya kazanç aktarımı demektir.
Yabancıların tecimden sağladığı kazanca; borsa, devlet iç
borçlanma senetleri gibi akçalı araçlarla yapılan kazanç da
eklenince büyük niceliklerle (miktarlarla) karşılaşılıyor.
Dışardan sağlanan gelir, içerden gidenden az ise o ülke kan
kaybediyor demektir; durdurulmazsa sonu “ölümdür”.
Türkiye,
Gümrük Birliği uygulamalarının başladığı 1996’dan 2014’e
dek geçen 18 yılda, Avrupa Birliği’yle yaptığı tecimde toplam
237,8 milyar dolar açık verdi.16
Bu büyük açığın anlamı şudur: Anadolu’nun yoksul insanları,
bu denli büyük bir kaynağı Avrupalıların varsıllığına
katmış, yaptığı katkı oranında yoksullaşmıştır.
Üretmeden
Tüketmek
Dış
ticaret açığının kaçınılmaz sonucunun borçlanma olacağı
açıktır. Dış ticaret açığı, ürettiğinden çok tüketmek,
yani kazandığından çok harcamak demektir. Aradaki açığın
borçla kapatmaktan başka bir yolu yoktur ve bu kural, dünyanın
her yerindeki her insan ve her ülke için geçerlidir.
Türkiye,
2. Dünya Savaşı’na dek “kendi
yağıyla kavrulan” yani
geliriyle giderini dengede tutan bir ülkeydi. 1945 yılında önemli
bir borcu yoktu. Osmanlı’dan devralınan Düyun-u
Umumiye
borcunun son taksidi 1954 yılında ödenmiş ve bu borç
kapatılmıştı.
Ancak,
savaştan sonra ve hiç gereği yokken, dışardan, özellikle
ABD’nden borç alınmaya başlandı. Örneğin, Amerikalıların
savaş artığı askeri araç gerecin satınalınması için 10
milyon dolar borç alındı. Oysa, devletin kasasında 230 milyon
dolarlık döviz ve altın vardı.
Üretmeden
tüketmenin göstergesi, ülkeye giren dövizle çıkan döviz
arasındaki ayrım olan cari
açıktır. Bir
ülkenin
cari açığı ne
denli çoksa o denli borçlanacak demektir. 2002 yılında
Türkiye’nin cari
açığı 0,63
milyar dolardı. AKP döneminde bu açık hızla büyüdü; 2011’de
77,1 milyar, 2014’te 63,5 milyar dolar oldu.17
Türkiye’nin
Borcu
Türkiye,
bugün büyük bir borç yükü altındadır. Hazine Müsteşarlığı’nın
verilerine göre, Türkiye’nin, 1950 yılında 0.277 milyar dolar
dış borcu vardı. Bu borç, 1960’ta 0.558, 1970’te 1.9, 1980’de
16.2, 1990’da 49.1 milyar dolara çıktı.18
Dış
borçlanma, Gümrük
Birliği
uygulamalarından sonra hızlandı, 2004 yılından sonra olağanüstü
arttı. 2001-2005 arasındaki 4 yıllık dönemde dış borçlar,
yüzde 138 artışla 157,2 milyara ulaştı.
2014’de
ise Türkiye’nin borç toplamı 908.5 milyar lirası (395.8 milyar
dolar) dış, 402,4 milyar lirası (173,7 milyar dolar) iç olmak
üzere 1,37 trilyon Yeni Türk Lirasıdır (569,5 milyar dolar).19
Bu borcun 965 milyar lirası (416,5 milyar dolar), AKP’nin
yönetimde olduğu dönemde yapılmıştır.20
Önce
dışarıya borçlanıldı, daha sonra iç borçlanmaya gidildi. Bu
kaçınılmaz bir sonuçtu; dış borçtaki ödeme güçlüğü,
içerde borçlanmayı gerekli kıldı. Özal
dönemine dek, Türkiye’nin iç borcu yoktu. 2000 yılında iç
borç 36 katrilyon lira oldu. Bu borç, 2001-2005 arasındaki dört
yıllık dönemde, yüzde 624 artarak 224,5 katrilyon liraya çıktı.21
Türkiye’nin bugün (2014), 402,4 milyar lira iç borcu var.22
Borçlanma
Geleneği
Türkiye’de
yönetim sorumluluğunu yüklenmiş kişiler, borçlanarak hazır
para edinmeyi ve bunu üretim dışı alanlarda kullanmayı politik
tutum durumuna getirmişlerdir. Buna zorunludurlar çünkü dışardan,
ya borç taksidi ödemek ya da tüketimde kullanmak koşuluyla yeni
borç bulabilirler. Bu koşulu kabul ettikleri için borç bulmaları
kolaydır ve bu kolaycılık Osmanlıya dek giden eski bir öyküdür.
Türkiye,
IMF’den “uyum
kredisi”
alan 137 ülke içinde, “en
çok borcu”
olan ülkeler sıralamasında birinci sırada bulunuyor.23
International
Financial Review
adlı ekonomi dergisi, Türkiye’ye 2001 yılında, “En
iyi koşullarda borç bulan ülke”
ödülü vermiş, Hazine Müsteşarı Selçuk
Demiralp
ve yardımcısı Aydın
Karaöz
Londra’ya giderek bu ödülü almıştı.24
Osmanlıdan
Gelen Alışkanlık
Osmanlı
İmparatorluğu ilk dış borcu 1854 yılında aldı ve yirmi iki yıl
gibi kısa bir süre sonra 1876’da, dış borç toplamı bütçe
gelirlerinin yüzde 76.5’ini oluşturuyordu. Daha sonra, borç
faizlerini bile ödeyemez duruma düştü ve iflasını ilan etti.
Alacaklı
devletler; tekel, gümrük gelirleri, balıkçılık, damga resmi
gibi devletin kolay elde edilir gelir kaynaklarına el koyarak,
Osmanlı İmparatorluğu’nu bir yarı-sömürge durumuna
düşürdüler. Yabancıların alacaklarını tahsil etmek üzere
kurulan Düyunu
Umumiye İdaresi,
devletin akçalı (mali) örgütlerinden daha güçlü duruma geldi.
1912 yılında Osmanlı Maliye
Nezareti’nde
5472 memur çalışırken, Düyunu
Umumiye İdaresi’nde
8931 memur çalışıyordu.25
Atatürk
Ne Diyor
Mustafa
Kemal Atatürk,
koşula bağlanmış denetimsiz borçların ne anlama geldiğini ve
hangi koşullarda alınabileceğini sürekli olarak açıklamış ve
Cumhuriyet Yönetimi’nin akçalı politikasını bu açıklamalar
üzerine oturtmuştur. 15 yıl boyunca, TBMM’ni açış
konuşmalarının hemen tümünde; bağımsız
maliye, denk bütçe, vergi uygulamaları, milli kambiyo
ve Türk
parasının değerinin korunması üzerine
görüş bildirmiş, öneri getirmiştir.
1
Mart 1922’de, savaş sürerken, Meclis’i açış konuşmasında;
“Her
şeyden önce, milli amacımız olan bağımsızlığımızı
sağlamaya ulaşmaktan başka bir şey düşünemeyiz. Bu nedenle,
bizce önemli olan, mali gücümüzün bu sonucu sağlamaya yeterli
olup olmayacağıdır” der
ve 1920 ve 1921 yıllarındaki uygulamalara dayanarak, kalkınmanın
kendi gücümüzle gerçekleştirileceğini açıklar.
“Memleketimizin
gelir kaynakları, ulusal davamızın güvenle sonuçlandırılmasına
yeterlidir. Yoksunluklar içinde olsa da ulusal gücümüz, dış
devletlerden borç almadan memleketi yönetecek ve amacına
ulaştırabilecektir.”26
Aynı
konuşmada; “Ben
yalnız bugün için değil, özellikle gelecek yıllarda devletin,
memleketin refahını sağlama açısından, milli bağımsızlığımıza
çok önem verdiğimden, maliyemiz konusundaki görüşlerimi özet
olarak bildirmek isterim”
diyerek ulusal bağımsızlık açısından akçalı bağımsızlığın
yaşamsal önemini ortaya koyar ve hangi koşullarda dış borç
alınabileceğini açıklar: “Hükümetimiz,
diğer uygar devletler gibi dış borç anlaşmaları yapabilir.
Ancak, dışardan alınan borç paraları, Babıâli’nin (Osmanlı
hükümetlerinin y.n.) yaptığı
biçimde; ödemeye zorunlu değilmişiz gibi tüketmeye, üretici bir
yatırıma yatırmaksızın boşu boşuna harcayarak devlet
borçlarının yükünü arttırmaya ve mali bağımsızlığımızı
tehlikeye sokacak bir uygulamaya kesin olarak karşıyız. Biz,
memlekette halkın refah seviyesini yükseltecek, imarı ve üretimi
arttıracak ve gelir kaynaklarımızı geliştirmeye yararlı
olabilecek dış borçlanmadan yanayız.”27
Atatürk,
bağımsız
maliye, milli kambiyo ve
kendi
gücüne dayanarak kalkınmayı
gerçekleştirmek için, ölümüne dek ödünsüz bir çalışma
içinde olmuştur. Kaynak yetersizliğini gidermek ve geçici akçalı
rahatlamalar sağlamak için, ne dışardan borç almış ne de
abartılmış vergilerle halkı sıkıntıya sokmuştur. Tersine,
bütçenin üçte birini oluşturan Aşar
vergisini
kaldırmıştır.
Çalışanların ücretlerini iyileştirmeyi, tüketim mallarının ucuzlatılmasını ve özellikle dolaylı vergilerin azaltılmasını, her zaman kendine ilke edinmişti. İzmir İktisat Kongresi’nde yabancı sermaye ile ilgili söylemleri çok nettir ve o günlerde Lozan’da ekonomik ayrıcalıklar peşindeki Batılı Devletlere karşı söylenmiş kararlı ve kesin bir iletidir:“Taç sahipleri, saraylar ve ‘Osmanlı’ devlet adamlarının yaşadıkları debdebeyi sürdürebilmek için, paraya gereksinimleri vardı. Bu nedenle, bunu sağlama yollarına sapmışlardı. Bunu sağlamanın yolu da, dış ülkelerden borç para almak üzere yapılan anlaşmalar oluyordu. Fakat, dışarıdan alınacak borcun koşullarını o denli kötü hazırlıyorlardı ki, bazılarını ödemek mümkün olmamaya başladı. Ve nihayet bir gün alacaklı devletler, Osmanlı Devleti’nin iflasına karar vererek, dış borçlar belâsını başımıza çökerttiler.”28
Çalışanların ücretlerini iyileştirmeyi, tüketim mallarının ucuzlatılmasını ve özellikle dolaylı vergilerin azaltılmasını, her zaman kendine ilke edinmişti. İzmir İktisat Kongresi’nde yabancı sermaye ile ilgili söylemleri çok nettir ve o günlerde Lozan’da ekonomik ayrıcalıklar peşindeki Batılı Devletlere karşı söylenmiş kararlı ve kesin bir iletidir:“Taç sahipleri, saraylar ve ‘Osmanlı’ devlet adamlarının yaşadıkları debdebeyi sürdürebilmek için, paraya gereksinimleri vardı. Bu nedenle, bunu sağlama yollarına sapmışlardı. Bunu sağlamanın yolu da, dış ülkelerden borç para almak üzere yapılan anlaşmalar oluyordu. Fakat, dışarıdan alınacak borcun koşullarını o denli kötü hazırlıyorlardı ki, bazılarını ödemek mümkün olmamaya başladı. Ve nihayet bir gün alacaklı devletler, Osmanlı Devleti’nin iflasına karar vererek, dış borçlar belâsını başımıza çökerttiler.”28
Türkiye'yi Kim Yönetiyor
Türkiye bugün, dışardan yönetilen ya da dış isteklere göre hareket eden bir ülke durumuna gelmiştir. Yürütme, yasama hatta yargının aldığı önemli kararlarda belirleyici ölçüt, ülke ve halkın çıkarlarından çok, Washington ya da Brüksel'in istekleridir. Yürütülmekte olan politikalar, ulusaş hakların savunulmasına değil, ödün vermeye dayanıyor. AB'ne uyum adı altında Anayasa ve Ceza Yasaları değiştirildi. Terör ve kaçakçılık suçları dahil, geniş kapsamlı af çıkarıldı. Teröre karşı savaşım veren komutanlar, tutuklandı. GAP Bölgesi başta olmak üzere, birçok yerde yabancılara toprak satıldı. GAP Yönetimi AB'nin isteğiyle dağıtılıyor. Misyonerlik çalışmaları hiçbir kural ve denetime bağlı olmadan özgürce sürüyor. Türk insanı, kaygı ve üzüntü içinde; gençler, geleceğe umutla bakamıyor. Bunların tümü bir sonuç; kendi gücüne dayanmamanın, hazırcılığın, dışa bağlanmanın ve borçlanmanın kaçınılmaz sonucu. Tarihin yargısı değişmiyor: Fransız hukukçu Carre de Malberg haklı; dışarıya bağımlı bir ülke içerde de egemen olamıyor.
DİPNOTLAR
1 ”Dünya
Bankası” “World dept Tables”
(Washington D.C.:The World Bank değişik yıllar) ak.Neşecan
Balkan “Kapitalizm ve Borç Krizi”
Bağlam Yay., 1994, sf.142–143
2 ”Dünya
Bankası” “World dept Tables”
(Washington D.C.:The World Bank değişik yıllar) ak.Neşecan Balkan
“Kapitalizm
ve Borç Krizi”
Bağlam Yay., 1994, sf.142–143
3 “Yükselmeye
Başlayan Dalga”, Ergin Yıldızoğlu,
Cumhuriyet 09.10.200
4 “Kapitalizm
ve Borç Krizi” N. Balkan,
Bağlam Yay., 1994 sf.107
5 “Ekonomide
Dışa Açık Büyüme” Gülten Kazgan,
sf.192, Tab.II ak. N.Balkan,
“Kapitalizm ve Borç Krizi”
Bağlam Yay., sf.107
6 “OECD,
1991; Rojas–Suarez”
ak.Renee
Prendergast–Frances Stewart “Piyasa Güçleri ve Küresel
Kalkınma”,
Y.K.Y., sf.44
7 “Some
Ompertand Issues Ais”
Washington D.C. 1966, ak. Harry
Magdoff, “Emperyalizm Çağı”
Odak Yay., sf.148
8 “Dünya
Bankası”
World Deep Tables (Washington D.C.:The World Bank) değişik yıllar,
ak.Neşecan
Balkan “Kapitalizm ve Borç Krizi”,
Bağlam Yay., 1994, sf.142–143
9 a.g.e.
sf.142–143
10 “Sömürgecilik,
Emperyalizm, Küreselleşme”
F.Başkaya,
Öteki Yay., sf.25
11 “ABD
1921-1929" J.K.Galbraith,
“20.Yüzyıl
Tarihi”
Gelişim Yay., sf.57
12 “Küresel
Düşler” Richard J.Barnet–John Cavanagh
Sabah Kit., sf.290
13 “Emperyalizm
Çağı” Harry Magdoff,
Odak Yay., sf.190
14 “On
Edge” Ellen S. Goldberg ve
Dan Haendel
(New York: Praeger 1987) sf.10, ak. N.Balkan,
“Kapitalizm
ve Borç Krizi”
Bağlam Yay., sf.33
15 “Dünyanın
Batılılaşması” Serge Latouche,
Ayrıntı Yayınları
16 Devlet
İstatistik Kurumu, “Ülke
Gruplarına Göre Dış Siyaset”
www.tuik. gov.tr
17 Merkez
Bankası verileri www.haberturk.com
18 Hazine
Müsteşarlığı, Tablo 3.12 “Dış
Borçlar”
19 Alaattin
Aktaş,
Eko Analiz, www.dünya.com
20 www.cnnturk.cm
-www.cnnturk.com21 Devlet İstatistik Enstitüsü, İç Borç Stoğu Tablosu http: // www. die. gov. tr / TURCAT / turcat-tr.html
22 www.sozcu.com
23 “Türkiye
İçin Son Şans” Martin Wolf
Financial Times 24.05.2001
24 “Borçlanmada
Üstümüze Yok” Yeni
Mesaj 13.01.200125 Büyük Larousse Düyun-u Umumiye, sf.3469
26 “Mustafa
Kemal Atatürk’ün, TBMM Birinci Dönem Üçüncü Toplanma Yılını
Açış Konuşması”
ak.Prof.Dr.Afet
İnan.
“Devletçilik
İlkesi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Birinci Sanayi Planı, 1933”
T. T.K. Yay., XVI. Seri Sayı 14, sf.33
27 a.g.e.
sf.34
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder