21
Haziran 1934’de, uluslaşma sürecinde önemli yeri olan Soyadı
Kanunu kabul edildi. Yazıyı bu amaçla yayınlıyoruz.
Türkler,
özgür ve katılımcı toplum düzenleri geliştirerek bireylerin;
buduna bağlı, yalın ve sıradan, eşitler durumuna gelmesini
sağlamıştır. Ancak bu eşitlik, kimliksizliğe ya da soyun göz
ardı edilmesine asla yol açmamış, ilişkinlik (aidiyet) duygusu
güçlü biçimde korunmuştur. Türklerde; boya, buduna, millete
bağlılık, aile ve aile büyüklerine saygı, geçmişini bilme,
onu koruma güçlü bir gelenektir. Oysa, Osmanlı padişahları,
imparatorluğa dönüşen devleti koruma adına, saltanat orununu
baskıcı bir güç durumuna getirmek zorundaydılar. Erki korumak
için, yönetime ortak olabilecek kişi ya da kümelerin olmaması
gerekiyordu. Tahta gözkoyabilecek bir soy bırakmamak için, Türk
ailelerinden kızlarla değil Hıristiyan kadınlarla evlendiler.
Devşirmelerle, adsız ve ailesiz bir yönetici sınıf yarattılar.
Batıda sanayi devrimiyle yurttaş durumuna gelen insanlar, ad ve
soyad alırken, Türkiye’de insanların kimliğini ve geçmişini
bilmemesi için her şey yapıldı ve 1934 yılına dek soyadı
kullanılmadı. Cumhuriyet, katılımcılığı geliştirmek için bu
sorunu çözmek zorundaydı. Atatürk’ün
öncülüğünde bunu da kısa bir sürede başardı.
“Posta
Memuru Hikmet”
İstanbul’da
1924 Mart’ında, denizde intihar ettiği anlaşılan ve üzerinden
“Posta
Memuru Hikmet”
adlı belge çıkan, bir erkek cesedi bulundu. Polisin kimlik
saptaması için yaptığı araştırmada, yalnızca, İstanbul Posta
İdaresi’nde
altı, il posta örgütünün tümünde ise yirmi tane Hikmet
adını
taşıyan memur olduğu görüldü. Kimlik saptaması, cesedin
üzerinden çıkan belgeyle değil, diğer Hikmet’lerin
sağ olduğunun anlaşılmasıyla yapılabildi. Türkiye’de, o
dönemde soyadı uygulaması olmadığı için, çok basit bir iş,
uzunca bir çalışmayı gerekli kılmış, bir kişinin kimliğini
saptamak için yirmi beş kişiye ulaşmak gerekmişti.1
Ayrıcalıksız Düzen
Irk
ve etnik köken ayrılığını yadsıyan Türkler, insanı esas alan
eşitlikçi anlayışlarını, tarihin her döneminde bir yaşam
biçimi durumuna getirmişler; ilişki kurdukları topluluklarla, bu
anlayışa uygun olarak birlikte yaşamışlardı. Türklerde,
ayrıcalığa dayanan soyluluk kavramı ve babadan oğula geçen
sınıfsal ayrıcalık hakları bulunmuyordu.
Devletin
başında bulunan hakanlar, yönetimi kendi soyundan kişilere
bırakıyordu ancak bunlar devleti tek başlarına değil, değişik
karar ve danışma organlarıyla yönetiyordu. Hakan olma ve
sürdürmenin koşulu, yalnızca kalıtımdan gelen ayrıcalıklar
değil, yeterlilik ve yetkinlikti.
Osmanlı
Devleti’nin İmparatorluk durumuna gelmesi ve özellikle Hilafetin
devlet işlerine sokulmasıyla bu gelenek, 16.yüzyıldan sonra
bozulmaya başladı. Yönetim işleyişi, saltık (mutlak) olarak
kişi egemenliğine (padişaha) bırakıldı.
İlişkinlik
Duygusu
Türkler,
özgür ve katılımcı bir toplum düzeni gerçekleştirerek
bireylerin; topluma bağlı, yalın ve sıradan eşitler durumuna
gelmesini sağlamıştır. Ancak bu eşitlik, kimliksizliğe ya da
soyun gözardı edilmesine yol açmamış; ilişkinlik (aidiyet)
duygusu güçlü biçimde korunmuştur. Türklerde; boya, buduna,
millete bağlılık, aile ve aile büyüklerine saygı, geçmişini
bilme, onu koruma, kalıcı ve güçlü bir gelenektir.
Baba
ocağı
(törkün), yani aile Türklerde çok önemlidir. “Ocağın
ateşinin hiç sönmemesi”
aile dirliğinin sürmesi koşuldur. Bunun için, büyük kardeşler
evlenip “ocak”
tan ayrılırken, küçük oğlan evde kalır. Evden ayrılanlar
aileleriyle birlikte, belirli aralıklarla “baba
ocağı”
na gelirler, “ataya
saygı”
toplantıları yaparlardı. Eski Türkler, yurtları gibi baba
ocağını da asla unutmazlar, çok uzaklara bile gitmiş olsalar,
saygı ve bağlılıklarını sürdürürlerdi.2
Eski
dönemlerde, dünyanın her yerinde olduğu gibi, Türklerde de
soyadı yoktu ancak boy ve aile geçmişi bilinir, değişik
tanımlamalarla gelecek kuşaklara aktarılırdı. Kişiler, eşit
bireyler olarak ve büyük bir yalınlıkla kendilerini toplum içinde
adeta eritirler, ancak ilişkinlik duygusunu asla yitirmezlerdi.
Soyluluğu
yadsıyan eşitlikçi anlayışlarıyla Türkler, inancı ayrıcalık
durumuna getiren ruhban kurumuna, yönetim işlerinde yer
vermemiştir. Örneğin, İslam’da hilafet makamının olmaması,
bu dini kabul etmelerinde önemli bir etmen olmuştu. İslamiyette,
her Müslüman toplum, kendine uygun gelen yönetim biçimini
seçmekte özgürdü. Din temsilcileri yönetimde herhangi bir
ayrıcalığa sahip olamazdı.
Adsızlığın
Kökeni
Padişahlar,
imparatorluğa dönüşen devleti koruma adına, saltanat orununu
baskıcı bir güç durumuna getirmek zorundaydılar. Erki korumak
için, onda hak iddia edebilecek kişi ya da kümelerin olmaması
gerekiyordu.
Padişahlar,
tahta göz koyabilecek bir soy bırakmamak için, Türk ailelerden
kızlarla değil, Hıristiyan kadınlarla evlenmeyi gelenek durumuna
getirdiler. İmparatorluğun yükünü çeken kendi asal unsurunu
(Türkleri) baskı altına aldılar, yönetimi Rum, Ermeni, Sırp,
Bulgar gibi Hıristiyan kökenli devşirmelere teslim ettiler.
“Ailesiz
ve adsız”
bir yönetici sınıf yaratmak için, 14-18 yaş arasındaki
Hıristiyan çocukları devşirerek devlet yönetimine taşıdılar.
Kapıkulu devşirmeleri, “düzgün
bir kan tarihine karşılık gelen bir aile ismi taşıyamıyordu,
taşıyamazdı” 3;
ailesini unutmak ya da inkar etmek zorundaydı. Çünkü bu aile, bir
“Bizans,
Bulgar, Sırp ya da bir Ulah ailesiydi.”4
Türk
toplumu üzerinde uzun yıllar etkili olan Arap kültürüne göre,
Araplar dışındaki hiçbir Müslüman kavim künye (soyadı)
alamazdı. Künye almak yalnızca Arapların hakkıydı.5
Osmanlı
padişahlarının siyasi çıkarıyla örtüşen ve din kuralıymış
gibi sunulan bu tutum, Tüklerin 20.yüzyılın ortasına dek
soyadsız kalmasına kaynaklık etmiştir.
Geçmişinden
Koparılmak
Devletin
devşirme politikası ister istemez, İstanbul başta olmak üzere
tüm ülkede, aile adının kullanılmamasına yol açtı. Bu yönde,
örtülü ancak etkili bir baskı oluşturuldu. Türk insanı,
20.yüzyıla dek kişisel ve toplumsal olarak geçmişinden ve
tarihinden koparılmaya çalışıldı.
Oysa,
geçmişi ve ailesine bağlılık, onun belirgin özelliğiydi. Aile
soyundan kalan bir ad ile anılma, soyluluk arama değil,
akrabalarıyla paylaştığı bir onur duygusu ve özgüven
kaynağıydı. Soy ve kan yakınlığının yarattığı birlik ruhu
ve bu ruhun kaynağı olan aile, toplumsal bütünlüğün dayanarak
noktasıydı.
Uluslaşma
ve Soyadı
Türk
insanının, 1934 yılına dek soyadsız
kalmasına yol açan nedenler, yüzlerce yıllık olumsuzluklar
sürecinin doğal sonucudur. Yönetim bozulmasıyla başlayan,
ekonomik çözülmeyle süren yabancılaşma, aynı zamanda
uluslaşamamayla ilgili bir sorundu.
Sanayileşen
ülkeler, ekonomik ve toplumsal gelişimin sonucu olarak 17.yüzyıldan
sonra ulusallaşmaya başlamışlardı. Beysoylular (aristokratlar)
yönetimden uzaklaştırılmış, kentsoylular (burjuvalar) yönetime
gelmişti. Köylüler işçileşerek ‘eşit’
yurttaşlar durumuna gelmiş, toplum yaşamı, yeni ilişki ve
gelişmelerle başkalaşmıştı.
Bireylerin
toplum içindeki varlığını belirleyen bir araç olarak soyadı,
bu süreç sonunda ortaya çıkmıştı. Bireyleri ‘eşit’
yurttaşlar durumuns getiren bireysel tanımlama, ulusallaşmanın
zorunlu bir sonucuydu.
Osmanlı
İmparatorluğu, aynı dönemde çöküş sürecini yaşıyordu.
Toplumu kimsizlikleştiren padişah uygulamaları, Batının giderek
artan sömürgeci etkisiyle birleşince, uluslaşma gelişimi ve buna
bağlı olarak bireyin yurttaş durumuna gelmesi gecikti. Her alanda
olduğu gibi, kimlik ve ad sorunu da bir karmaşa haline geldi.
1924’deki “Posta
Memuru Hikmet”
olayı, bu olumsuz sürecin doğal sonucuydu.
Osmanlı’da
Ad Sorunu
Osmanlı
devlet düzeninde, Türk çocuklarına genellikle dinsel içerikli,
Arapça ya da Farsça kökenli bir ad verilirdi. Kişinin aldığı
ad, tek bir addı. Aileyle bağını gösterecek bir özelliğe
sahip değildi. Örneğin Ahmet’in
oğlu yalnızca Ali’ydi;
onun oğlu da Osman’dı.
Buna aile zincirini belirtecek bir sözcük eklenmezdi. Kişinin
kendisini anlatması için, kimlerden olduğunu, nereden geldiğini
açıklaması gerekirdi.
Ad
alma biçimi yetmezlikler içeriyor ve 20.yüzyıl dünya koşullarına
uymuyordu. Ulusal duygunun önüne geçirilen ümmet düşüncesi,
kaçınılmaz olarak bireyi ve aileyi ikincil sayıyor,
siyasileştirilen dini,
toplumun tek belirleyici unsuru durumuna getiriyordu.
Soya
bağlı aile bağının güçsüzleştirilmesi, soy tanımlamasına
izin vermemekle olasıydı. Sayısı sınırlı benzer adların tek
başına kullanılması, bu amaca belki uygundu ancak çağın
gereklerinden de çok uzaktı. Herşeyden önce, aileyi değil,
kişiyi bile yeterince tanımlayamıyor, “Evlilik
birliğinin adsız olmasına”
yol açıyor, nüfus kayıtlarını “içinden
çıkılması güç bir karmaşa”
içine sokuyordu.
Toplumda
aynı adı taşıyan çok sayıda insan vardı. Okulda, kışlada,
işyerinde yüzlerce Mehmet,
Ali,
Mustafa,
Hüseyin
ya da Osman
bulunuyordu. Soyadı yokluğu, “askere
almadan ekonomik ilişkilere dek”
birçok alanda “büyük
güçlükler” ve
tüzel (hukuksal) sorunlar yaratıyordu.6
Kendini
Tanımlama
Kimi
varsıl aileler, bu duruma karşı kendilerini; aile büyüklerinden
birinin adına Türkçe “oğul”,
Farsça “zade”
ekini ya da soydan
birinin meslek ünvanını koyarak tanımlıyordu: Müftüzadeler,
Safoğulları,
Evliyazadeler,
Topaloğulları,
Karaosmanoğulları,
Uşaklızadeler,
Doktoroğlu,
İmamoğlu
v.b.
İnsanları
birbirinden ayırt etmenin bir başka yöntemi, kişileri
niteliklerine, yaptıkları işe ya da fizik özelliklerine göre
tanımlamaktı: Topçu
Hasan,
Arabacı
Yusuf,
Topal
Osman,
Bodur
Ahmet,
Kel
Ali,
Parmaksız
Ziya,
Nalbant
Süleyman,
Saka
Mahmut...
Etnik köken, doğum yeri ya da memleket, bir başka tanımlama
biçimiydi: Kürt
Mehmet,
Laz
İsmail,
Arnavut
Recep,
Maraşlı
Abdullah,
Bursalı
Hilmi,
Selanikli
Süleyman,
Kıbrıslı
Osman,
Kırımlı
Mustafa...7
Başarısız
Girişimler
Soyadı
kullanımı ile ilgili ilk girişim, İttihat
ve Terakki
Fırkası’nın
yönetimde olduğu dönemde, Ziya
Gökalp’in
önerisiyle yapıldı. Gökalp,
“aile
adlarının saptanması aile kurumunda içtenlik, beraberlik ve
dayanışmayı geliştirecek, bu da milli duygunun güçlenmesine yol
açacaktır”
diyordu.8
Hükümet, o dönemde, soyadı yönteminin oluşturulmasını da
içeren bir “Aile
Hukuku Kararnamesi”
çıkarmış, ancak bu girişim olumlu bir sonuç vermemişti.9
İkinci
girişim, Milli Eğitim Bakanı Hamdullah
Suphi’nin
(Tanrıöver), 1925’te yayımladığı genelgesiydi. Bakan,
genelgede, Milli Eğitim topluluğuyla sınırlı olmak üzere,
öğrenci velilerinden bir soyadı seçmesini istiyor ve “bu
iş için gerekli kuralların saptandığını”
belirtiyordu.10
Ancak, sınırlı olmasına karşın, bu girişim de başarısız
oldu ve soyadı uygulamasında somut bir ilerleme sağlanamadı.
Atatürk
İşi Ele Alıyor
Cumhuriyet
Devrimlerinin tümünde olduğu gibi, soyadı konusunun çözüme
kavuşturulması da onun girişimiyle başarıldı. 1927’de yapılan
nüfus sayımında elde edilmesini istediği bilgiler, soyadı
konusunun taşıdığı önemin, özellikle yönetim kadrolarınca
görülmesini sağladı. Ulusal kültürün uyanışı ve Türklüğün
yükselen değer olarak güncelleşmesi, geçmişe ve soy bağına
olan ilgiyi arttırdı. Türkiye sınırları içinde yaşamakta olan
değişik unsurların, “Türk
yurdu potasında eritilerek”
Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı yapılması, soyadı konusunu iç
politikanın kendiliğinden gelişen etkin bir öğesi durumuna
getirdi.
Soyadı
girişimi bu koşullar içinde olgunlaştı ve Soyadı Yasası, 21
Haziran 1934’de, 2525 sayı ve 1 Ocak 1935’ten sonra uygulanma
koşuluyla kabul edildi. Yasa uyarınca, “her
Türk yurttaşı”
altı ay içinde, “öz
adından başka bir soyadı alacak” tı.
Soyadları Türkçe olacak11,
“rütbe,
makam, yabancı ırk ve ulus belirten tanımlarla, ahlaka aykırı ve
gülünç”
olan adlar, soyadı olarak kullanılmayacaktı.12
TBMM
geçiş dönemi içinde, 24 Kasım 1934’te kabul ettiği 2587
sayılı özel bir yasayla Mustafa
Kemal’e,
“Atatürk”
soyadını verdi. Meclis, iki gün sonra 26 Kasım’da kabul ettiği
“Lakap
ve Ünvanların Kaldırılmasına Dair Yasa” yla
süreci tamamladı ve “Efendi,
Bey, Ağa, Hacı, Hafız, Hoca, Molla, Hanımefendi”
gibi tanımlamaları yasakladı.13
Ad
Arayışları
Atatürk,
yasal girişimin teknik ve tüzel alt yapısının oluşturulmasına,
yönetimle ilgili sorunların çözümüne yön vermiş, çalışmalarla
yakından ilgilenmişti. Ancak, gerçek öncülüğü, soyadı
seçimiyle ulusal duyguların birleştirilmesinde ve toplumun
özdeğerlerine sahip çıkılmasında yaptı. Yakın çevresine,
arkadaşlarına, birçok milletvekiline, bakana ve Başbakana
soyadları buldu. Örneğin, Hakimiyet-i
Milliye
(sonraki ulus) Gazetesi’nde,
26 Kasım 1934’te yayımlanan mektubunda, “İnönü
Meydan Savaşı’nın Baş Kahramanı olması nedeniyle, İsmet
Paşa’ya İnönü soyadının uygun görüldüğünü”
açıklamıştı.14
İstekle
giriştiği ad arayışında; eski Türk deyimleri, sözcükler, eski
kent ve bölge adları bulup çıkarıyor, bunları çevresindeki
insanlara soyad olarak veriyordu. Ondan soyad almak, büyük bir onur
kazanımı sayılıyordu.
Herkes
coşkun bir arayış içine girmiş, kendine ya da komşularına,
arkadaşlarına “kimsenin
bilmediği Türkçe adlar”
buluyordu. Dil
Devrimi’yle
aynı zamana denk gelmesi coşkuyu arttırıyor, Arapça kökenli
Mustafa,
Abdullah, Rabia, Muhammet, Tahire,
Tevrat kökenli İbrahim,
Yakup, Süleyman, İsrafil, Musa
gibi adların yerini büyük bir hızla o güne dek bilinmeyen;
Teoman,
Atilla, Gökçe, Mete, Ayça, Yıldırım, Özge, Oğuz
gibi Türk adları alıyordu.
1934
yılında öyle bir süreçten geçiliyordu ki, insanlar yalnızca
bir soyadına değil, sanki yitirmiş olduğu geçmişine ve
özbenliğine kavuşuyor, olağanüstü bir dönem yaşıyordu.
DİPNOTLAR
1 “Mustafa
Kemal ve Uyanan Doğu” P.Gentizon,
Bilgi Yay., 2.Bas., sf.76
- “Türkçülüğün Esasları” Ziya Gökalp, Kum Saati Yay., İst.-2001, sf.178
- “Tarihimiz ve Cumhuriyet Muhittin Birgen (1885-1951)” Zeki Arıkan, Tarih Vakfı Yurt Yay., 1997, sf.127
- a.g.e. sf.127
- “Türklerin Dini” Fuat Bozkurt, Cem Yay., 1995, sf.157
- “Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.Bas., sf.76-77
- a.g.e. sf.77
- “Kemalizm” Tekin Alp, Top.Dön.Yay., 2.Bas., İstanbul-1998, sf.177
- “Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.Bas., sf.77
- a.g.e. sf.77
- “Türk Devriminin Temelleri ve Gelişimi” Prof.Ahmet Mumcu, İnkilap Yay., İst.-1992, sf.163
- a.g.e. sf.163
- “İkinci Adam” Ş.S.Aydemir, I.C., Remzi Kit., 6.Bas., İst.-1984, sf.424
- a.g.e. sf.424
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder