Türkiye Cumhuriyet’i kurulduğunda
sıkıntısı çekilen ana sorun; buyruk, yönerge ya da yasayla
giderilemeyecek olan aydın eksikliğiydi. Cumhuriyet
olanaksızlıklara karşın bu eksikliği gidermiş ve kendine uygun;
özverili, inançlı ve yurtsever bir aydın kuşağı yetiştirmişti.
Ülke bu kuşağın omuzları üzerinde yükselmiştir. Ancak,
Atatürk
öldükten ve Batı ile ilişkiye geçildikten özellikle de 1950’den
sonra, bu kuşak ve yetiştirdiği kuşaklar, belirli bir plan içinde
önce etkisizleştirildi sonra üst düzey devlet görevlerinden
uzaklaştırıldı. Bu tür uygulamalar, onları yıldırmadı.
Bulundukları yer ve konumda görüşlerini savundular, pes
etmediler. Sıra; izlemelere, sorgulara, hapis ve sürgünlere geldi.
O da yetmedi, öldürmeler başladı. Her görüşten binlerce
yurtsever sokak ortalarında öldürüldü. Ulus olarak yitirilenler
yalnızca yurtseverlerin yaşamı değildi. Gerçek yitik, topluma
karşı gösterilen duyarlılıklarda ve haksızlığa karşı
direnme gücünde yaşandı. Özgür düşünce, düşünceyi eyleme
dönüştürme girişkenliği ve örgütlenme istenci (iradesi) büyük
zarar gördü.
Cumhuriyet’in
Aydına Verdiği Önem
Şevket
Süreyya (Aydemir),
Birinci Dünya Savaşı’na yedek subay olarak katılan bir
öğretmendir. Savaştan sonra Moskova’da yüksek öğrenim görmüş
ve bir komünist olarak döndüğü İstanbul’da tutuklanmıştır.
Afyon Cezaevi’nde iki yıl yattıktan sonra, 1927’de çıkarılan
afla serbest bırakılır ve doğrudan Ankara’ya gelerek, görev
istemiyle Milli Eğitim Bakanlığı’na başvurur. Başvurduğu
gün, Teknik Öğretim Genel Müdür Yardımcılığına atanmıştır.
Atamayı yapan Müsteşar Kemal
Zaim Sunel, görevlendirme
yazısını imzalarken Şevket
Süreyya’ya şunları
söyler: “Hangi ülke,
çocuklarına bizim ülkemiz kadar muhtaçtır? Hangi millet bizimki
kadar fakirdir? Öyle bir işin içindeyiz ki, herkes dağarcığında
ne varsa ortaya dökmelidir.”1
Kurtuluş
Savaşı ve sonrasındaki devrimler, bugünün kuşaklarının
kavrayamayacağı ya da yeterince kavrayamayacağı kadar güç
koşullar ve olanaksızlıklar içinde başarılmıştır.
Güçlüklerin en başta geleni, bilinçli ve eğitimli kadro, yani
aydın
eksikliğidir.
Kurtuluş
Savaşı süresince Ankara’ya, çoğunluğu subay ancak bin beş
yüz kişi gelmiş, koskoca Osmanlı Ordusundan Ankara direnişine,
İnönü Savaşı’na
dek yalnızca beş general katılmıştı.
Savaş’ın
öncü gücünü oluşturan insanları birleştiren tek ortak nokta,
yalnızca yurt sevgisi ve ülkenin kurtarılmasıydı. Ayrı eğitim
ve kültür yapısına sahiptiler. Önemli bir bölümünün savaş
sonrası için herhangi bir öneri ve öngörüsü yoktu. Saltanatın
kurtarılıp sürdürüleceğine inananlar çoğunluktaydı.
Osmanlıdan aydın
sayılabilecek bir kadro gelmemiş, var olan az sayıda yetişmiş
insan ise savaşlarda yitirilmişti.
1924’de
tüm ülkedeki ziraat mühendisi sayısı yalnızca 20’dir. 1920’de
yalnızca 260 doktor vardır.2
Mühendis, mimar, eczacı, diş hekimi, tüccar, bankacı, teknisyen
ve ekonomist yok denecek kadar azdır. Ticaret, bankacılık ve
ulaşım, azınlıklar aracılığıyla yabancıların elindedir.
Yabancılar ve azınlıklar Türkiye’den gittiğinde, “Türkler
bu işlerden anlamadığı için”
ticaretin, bankacılığın duracağı, “Türk
makinist ve teknisyen bulunmaması”
nedeniyle de demiryolu ulaşımının yapılamayacağını
düşünüyorlardı.
Aydın
Yetiştirmek
Atatürk,
Cumhuriyet ilkelerine bağlı, yeniliğe açık, ulusal değerlerle
donanmış yeni aydınlar
yetiştirmek için, işe eğitimle başladı. “Gençlerimize,
görecekleri öğrenim sınırı ne olursa olsun onlara, en önce ve
herşeyden önce, Türkiye’nin bağımsızlığına, benliğine,
milli geleneklerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele
etmenin gereği öğretilmelidir”
diyordu.3
Yeni aydın
türünün yaratılmasına büyük önem veriyor, bu işin gençliğe
dayanılarak ve ona iyi bir eğitim verilerek ancak
başarılabileceğini biliyordu. Gençliğe seslenişi ve orduya
vasiyeti bu amaçla yazılmıştı.
Halkevleri
Kapatılana
dek geçen yirmi yıl içinde 478 Halkevi
ve 4322 Halkodası
açıldı. Bu örgütlerle, Anadolu’nun en uzak yörelerine ve en
küçük birimlerine ulaşan, sıradışı bir aydınlanma
sağlandı. Halkevleri,
Atatürk’ün
ölümüne dek geçen ilk sekiz yıl içinde 23 750 konferans, 12 350
oyun, 9050 konser, 7850 film gösterisi ve 970 sergi gerçekleştirdi.
Aynı dönem içinde 2 557 853 yurttaş Halkevleri
kütüphanelerinden yararlandı, 48 bin yurttaş değişik kurslara
katıldı, 50 dergi yayımlandı.4
Atatürk’ün
başlattığı Anadolu
aydınlanması, kısa
süre içinde, ulusal bilinçle donanmış aydın
yetiştirmede yeterli olmasa da önemli kazanımlar elde etti. 1945
yılına gelindiğinde yalnızca 4 yıllık köy enstitüleri
döneminde; 1726 ilkokul açılmış; 2757 öğretmen, 604 eğitmen,
163 gezici başöğretmen, 265 gezici sağlık memuru yetişmişti.
Köy enstitüleri kendi olanaklarıyla 37 kamyon almış, 6 enstitü
elektrik üretmiş, köylerde 741 işlik (atölye), 993 öğretmen
evi, 406 bölge okulu, 100 km yol ve 700 ayrı türde bina yapmıştı.5
Köy enstitüsünü bitiren öğretmenler, Atatürk’ün
amaçladığı gibi, görevle gittikleri köylere aydınlığı ve
uygarlığı götüren ulusçu
aydınlar haline
gelmişlerdi.
İlk
Hedef Köy Enstitüleri
Topluma
önderlik edecek aydın
yetiştirmede köy
enstitüleri olağanüstü başarılı olmuştu. Anadolu köylerinin
okumaya kararlı direngen gençleri, hiçbir güçlükten yılmayarak,
köy enstitülerine geliyor, okullarını hem yapıyor hem de
buralarda okuyordu. 1942-1949 arasında, yani yalnızca 7 yıllık
dönemde yetişen 17 bin öğretmenin hemen tümü inanmış
yurtseverler, düzeyli aydınlardı.
İçlerinden, yalnızca Türkiye’de değil, ülke dışında da
ünlenen yazarlar, ozanlar, düşünürler çıktı. Hem yapıp hem
okudukları enstitüler tümüyle Türkiye’ye özgüydü. Dünyanın
birçok ülkesinde örnek alınmış, benzerleri yapılmıştı.
ABD
ve Aydın Kırımı
Köy
enstitülerinin dünya çapında dikkat çeken başarısının,
1945’ten sonra Türkiye’ye girmeye başlayan
ABD’nin dikkatini çekmemesi olası değildi. Nitekim ABD, o
dönemdeki Türk hükümetine 12 adet “eğitim
projesi” kabul ettirdi
ve bu kabulden sonra Türk Milli Eğitimi çok ayrı bir yöne döndü.
Köy enstitüleri önce etkisizleştirildi sonra kapatıldı,
yerlerine imam hatip okulları açılmaya başlandı.6
Oysa
korunup geliştirilmesi gereken devrimlerin boyut ve kapsamı çok
genişti, Türk ulusunun kalkınıp güçlenmesini amaçlıyordu. Bu
nedenle, devrimi koruyacak kadroların, sürekliliği olan bir
kararlılık içinde, bağımsızlık düşüncesinden ödün
vermeden yetiştirilmesi gerekiyordu. Ancak böyle olmadı. Yeni
kadrolar yetiştirmek bir yana, zorluklarla yetiştirilmiş Devrime
inanmış kadrolar, düzenli bir program içinde etkisizleştirildiler
ve yoğunluğu giderek artan bir baskı altına alındılar.
Atatürk
Sonrası Yoğunlaşan Aydın Kırımı
1939-1960
arası, Türkiye’deki aydın
kırımının
ilk evresidir. Atatürk’ün
yakın çevresinin yönetimden uzaklaştırılmasıyla başlayan,
yazar ve düşünürlerin sudan gerekçelerle tutuklanıp
cezalandırıldığı bu dönemin gerçek yükünü, köy enstitüsü
çıkışlı öğretmenler çektiler. Mesleklerinde olduğu kadar,
düşünsel etkinliklerinde ve hemen tüm eylemlerinde hükümet
baskısıyla karşılaştılar. Soruşturuldular, sürüldüler ve
tutuklandılar. Yüksek okul mezunu olmalarına karşın (Yüksek Köy
Enstitüsü çıkışlılar), bir bölümü yedek subay yapılmadı.7
Valiler, kaymakamlar, müfettişler, milletvekilleri ve bakanlar,
onları hemen her fırsatta suçladılar.
Suçlamalar,
köy enstitülerinin tümünü kapsıyor ancak bu işin öncülerine
karşı yoğunlaşıyordu. CHP’li Milli Eğitim Bakanları Reşat
Şemsettin Sirer ve
Tahsin Banguoğlu,
enstitülerin kurucusu İsmail
Hakkı Tonguç’u, önce
Talim Terbiye Kurulu’na
sonra Ankara Atatürk
Lisesi elişi
öğretmenliğine atamıştı. DP’li Bakan Tevfik
İleri ise, 14 Ağustos
1950’de radyoda yaptığı konuşmada, köy enstitüsü çıkışlılar
için, “Öğretmenler
içinde, üç dört yüz kadar komünist bulunmaktadır. Bunları
saptayıp mahkemeye vereceğiz, Milli Eğitim’i bunlardan
temizleyeceğim”
diyordu.8
Bitmeyen
Baskı
Köy
enstitüsü çıkışlı olanlar başta olmak üzere, hemen tüm
ulusçu öğretmenler, yaşamları boyunca bu tür söylemlerle
karşılaştılar. Soruşturmalar ve sürgünlerle dolu ve hiç
bitmeyen düşünsel ve
fiziksel bir baskı
içinde yaşadılar. Ülkeyi ve halkı sevmek, bu sevgiyi eyleme
dönüştürmek, ulusal bağımsızlığı savunmak ya da
anti-emperyalist olmak; komünist olmakla eşanlamlı hale
getirilmişti. Sırayla yönetime gelen hükümetler, herhalde örneği
pek olmayan, sınır konmamış bir düşmanlıkla, kendi öğretmenine
saldırıyordu.
Enstitülülere
yöneltilen soruşturmalar, suçlamalar ve cezalar, gerçekte Türk
Devrimi’ne, bağlı olarak ulusal varlığa zarar veren
uygulamalardı. Türkiye’de acıklı bir durum yaşanıyor ve
Cumhuriyet’le kurulan devlet, kendisini korumak için yetiştirilen
kadroları eziyordu.
Roman
okumak (Ignazio Silone’nin Fontamara’sı), roman yazmak (Bizim
Köy-Mahmut Makal) tutuklama nedeni olabiliyordu. “Rusya’da
aile vardır” ya da
“enstitüye gelmeden
ağanın koyunlarını güdüyordum” demek,
“derse fazla kitapla
girmek”, “Doğuda
ağalığın olduğunu”
ileri sürmek soruşturma nedeniydi.9
1969’da gerçekleştirilen demokratik bir eylem gerekçe yapılarak,
5000 öğretmene sürgün, 30 bin öğretmene aylık kesimi, 200
öğretmene kıdem indirimi cezası verilmişti.10
Kayseri’de
toplanan Türkiye
Öğretmenler Sendikası (TÖS) Kurultayı,
bir küme gerici tarafından basılmış ve bina ateşe verilmişti.
Bir bayan öğretmen, elbiseleri parçalanarak bir kamyona koyulmuş
ve Kayseri sokaklarında dolaştırılmıştı. Kurultay yapılan
binada kuşatılan öğretmenleri, yakılmaktan son anda ordu
birlikleri kurtarmıştı.11
Sürekli hale gelen baskılar sonucu çalışamaz duruma gelen
öğretmenler, mesleklerini bırakmaya, yurtdışına işçi olarak
gitmeye başladılar. 1965-1969 yılları arasındaki yalnızca beş
yılda, 3500 öğretmen meslekten ayrılmış, bunlardan 670’i
yurtdışına çalışmaya gitmişti.12
Aydın
Olmak Büyük Suç
Böylesine
yoğun bir baskı altına alınan öğretmenlerin tek suçu, aydın
sorumluluğu duyarak ulusal hakları savunmaları ve Türk Devrimi’ne
sahip çıkmalarıydı. TÖS Genel Başkanı Fakir
Baykurt’un Ulus
gazetesine yaptığı açıklama, bunu açık biçimde ortaya
koymaktadır. Baykurt
şunları söylemişti: “Öğretmenler,
yetiştirdiği nesillere; devrimleri, yer altı ve yer üstü
zenginliklerini, hiç ödün vermeden öğretmektedirler. Bunu
yaparken Atatürk, her davranışı ve her sözüyle bizlere biricik
rehber olmaktadır.”13
Öğretmenler,
özellikle de köy enstitüsü çıkışlı olanlar, her türlü
baskıyı göğüslediler, baskılardan yılmadılar ve Türk
Devrimi’yle Atatürk’ü
gençlere öğretmeyi sürdürdüler. Ulusal hakları savunmada engel
tanımadan, zorlu köy koşullarının onlara verdiği dayanıklılıkla
saldırıların ağır yüküne katlanmasını biliyorlar ve
direniyorlardı. Her koşulda, örgütleniyor ve örgütlüyorlardı.
1938-1960
arasında öğretmenlerden ayrı olarak, yazarlar, şairler, bilim
adamları, sanatçılar, sağ-sol ayrımı gözetilmeden, yoğun ve
sürekli baskı görüp acı çekti. Bunların büyük bölümü,
dünyaca ünlü yüksek nitelikli yurtsever aydınlardı. Çok güç
koşullarda, büyük
emeklerle yetişmişlerdi. Nüfusun yalnızca yüzde
10’unun okuma yazma bildiği bir toplum için çok değerliydiler.
Kalkınıp güçlenmek, yeni bir toplumsal düzen kurmak isteyen bir
ülke için, düşünce ayrımı ne olursa olsun, ülkesine bağlı
bir tek aydının bile önemi vardı. Devrimin yaşaması ve
gelişmesi için aydınları kazanması, onları küstürmemesi
gerekiyordu. Oysa, küstürülmek bir yana, bu ülkede aydınlar,
cezaevlerine dolduruldu, işkence gördü hatta öldürüldü.
1938-1960
dönemi, aydın kırımının yoğunlaşıp yaygınlaştığı bir
dönemdir. Bu dönemde, gerek Türkçüler ve gerekse sosyalistler
toplu yargılamalarla hapse mahkum oldular.1944’teki Turancılık
davası 23, 1951 yılındaki Komünistlik davası 187 sanıklıydı.
Her ikiside, dış gelişmelere bağlı siyasi davalardı. Birincisi
Almanya’nın yenilgisini onaylamış görünmek, ikincisi
Türkiye’nin NATO’ya girmesini sağlamak için düzenlenmişti.
1938-1960
arasında; Zeki
Velidi Tagan, Nazım Hikmet, Kemal Tahir, Nihal Adsız, Sabahattin
Ali (daha
sonra öldürüldü), Ruhi
Su, Mihri Belli, Enver Gökçe, Reha Oğuz Türkkan, Rıfat Ilgaz,
Aziz Nesin, Attila İlhan, Orhan Kemal, Arif Damar, Şükran
Kurdakul, Mahmut Makal, Hüseyin Cahit Yalçın;
değişik mahkemelerde değişik gerekçelerle yargılanıp
cezaevlerine atıldılar. Aynı dönemde; Prof.Sadrettin
Celal Antel, Prof.Niyazi
Berkes, Prof.Pertev
Naili Boratav, Doç.Behice
Boran
üniversitelerinden kovuldular.
Köy
enstitüsü çıkışlı Hasan
Kıyafet’in
söylediği şu sözler, yurtsever aydının nasıl yetiştiğini,
nasıl mücadele ettiğini ve neler çektiğini göstermesi
bakımından, oldukça öğreticidir: “Köy
enstitüleri, bizleri başarının tadına doyurmuştu. Bunu ilk kez
insan olduğumuzu anımsatarak yaptı. İnsan olduğumuzu önce, ilk
kez giydiğimiz ayakkabı, iç çamaşırı gibi yadırgadık.
Doğrusu insan olduğumuzu kabullenmek oldukça güç oldu. Ama
tadını aldıktan sonra da peşini bırakmadık. Ölümüne sarıldık
insanlığımıza! Ne zormuş insan olmak! Ne tatlıymış insan
olmak.. Köy enstitülerini kuruluşlarının 60 yıl ardından daha
çok özlüyor ve arıyoruz. Topu topu 7 yıl kadar sürmüş verimli
yaşamları. Neredeyse bir ilkokul çocuğunun okul çağı kadar
ömrü olmuş. Anadolumuz’un yoğun karanlığından bir yıldız
gibi kaymış geçmiş. Yalnız geçerken ısıtmış ortalığı, iz
bırakmış. İşte bu nedenledir ki, düşmanı çok olmuş.
Sermayesi karanlık olanlar, tez elden mezarını kazmışlar.”14
DİPNOTLAR
- “Suyu Arayan Adam”, Ş.S.Aydemir, Remzi Kitapevi İstanbul, sf.445
- “Atatürk’ün 1 Mart 1922 Meclisi Açış Konuşması”, “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri”, “1 Mart 1923 Meclisi Açış Konuşması” 1.Cilt, sf.216–217
- “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri” 3.C. ak. Hüseyin Cevizoğlu, “Atatürkçülük”, Ufuk Ajansı Yayınları, sf.69
- “Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi”, İletişim Y., 4.Cilt, sf.882
- “Bozkırdan Doğan Uygarlık – Köy Enstitüleri” Y.Kaya, 1.Cilt, sf.452–453
- a.g.e. sf.452–453
- a.g.e. sf.404
- a.g.e. sf.445–446
- “Bozkırdan Doğan Uygarlık–Köy Enstitüleri”, Yalçın Kaya, 1.Cilt, Tiglat Matbaacılık A.Ş. İstanbul – 2001, sf.436, 440 ve 476
- a.g.e. 2.Cilt, sf.395
- “Lider ve Demegog” Ş.S.Aydemir, Remzi Kitapevi İst.–1997, sf.129
- “Bozkırdan Doğan Uygarlık–Köy Enstitüleri”, Yalçın Kaya, 2.Cilt, Tiglat Matbaacılık A.Ş. İstanbul– 2001, sf.402
- a.g.e. 2.Cilt, sf.414
- “Bozkırdan Doğan Uygarlık–Köy Enstitüleri”, Y.Kaya, 1.Cilt, Tiglat Mat. A.Ş. İstanbul–2001, sf.485
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder