Mustafa Kemal,
1.Dünya Savaşı çıktığında Sofya’da askeri ateşeydi ve
birçok kez başvurmasına karşın, cephe görevine atanmıyordu.
Günler geçtikçe öfkesi artmaya ve yerinde duramaz duruma gelmeye
başladı. Kanıtlanmış yetenekleriyle iyi yetişmiş bir kurmay
subaydı. Görev alacağı birlikleri savaşa hazırlama ve
savaştırmada yararlı olacağını biliyordu. Ancak, yaşamsal
önemde bir savaş sürerken çatışma dışı bir yerde
tutuluyordu. Şam’a sürgünle başlayan bu uygulama, askerlik
yaşamının sanki yazgısı olmuş, her zaman edilgen görevlere
atanarak, eylemsiz kılınmak istemişti. Cephelerde görev almak
için, hep özel çaba harcamak zorunda kalmıştı. İleri
niteliklerinden ve bilinçli kararlılığından çekinerek, önce
Saray, sonra İttihat ve Terakki, özellikle Enver
Paşa, sürekli böyle
davranmıştı.
Düzmece
Saldırı ve Savaş
Uluslararası
haber kuruluşlarının 29 Ekim 1914’de İstanbul’dan geçtiği
bir haber, Almanya’yla savaşmakta olan İngiltere ve bağlaşıkları
Fransa ve Rusya’da, “bir
top gibi patladı”.1
Ortada hiçbir neden yokken, ‘Türk’ savaş gemileri kimi Rus
gemilerini batırmış; Odesa, Sivastopol, Novorossisk ve Teodosya
limanlarını “topa
tutmuştu”.2
Osmanlı
İmparatorluğu’nun Dünya Savaşı’na katılması anlamına
gelen bu eylem, önceden hazırlanmış bir tasarımdı ve çok dar
bir kadro tarafından düzenlenmişti. Akdeniz’de İngiliz
donanmasından kaçan Goeben
ve Breslau
adlı iki Alman savaş gemisi, Çanakkale’yi geçip İstanbul’a
gelmiş; Türk Hükümeti, kimsenin inanmadığı bir açıklamayla,
bu iki gemiyi satın aldığını ve Yavuz
ile Midilli
adlarını verdiğini duyurmuştu.
“Gönderine
Türk bayrağı çekilip, Türk flamalarıyla donatılan”
bu iki gemi, “başlarına
kırmızı fes takılarak Türk üniforması giydirilmiş”3
Alman askeriyle birlikte ve yanlarına Karadeniz’deki Osmanlı
filosunu da alarak, Rus kentlerini bombalamıştı.4
Saldırı emrini, Türk Deniz Kuvvetleri Komutanlığına getirilen
Alman Amiral Wilhelm
Souchon (1864-1946),
Başkomutan Vekili Enver
Paşa’nın yazılı
iznine dayanarak vermişti.5
Savaşa
Katılım
Türkiye,
Dünya Savaşı’nın başlamasından altı gün sonra, 2 Ağustos
1914’te, Almanya’yla gizli olarak bir bağlaşma (ittifak)
anlaşması imzalamış ancak aynı gün yaptığı resmi açıklamada
savaşta yansız
kalacağını duyurmuştu.
Türk-Alman yakınlaşmasını bilen ve Türkiye’nin yansızlığına
önem veren İngiltere, açıklamanın gerçeği yansıtmadığını
biliyordu. Almanya’yla savaşmak zorunda kaldığından beri;
yansız kalınması durumunda Türkiye’nin toprak bütünlüğünün
korunacağı, tecimsel (ticari) ve tüzel (hukuki) ayrıcalıkların
(kapitülasyonların) kaldırılacağı ve parasal yardımda
bulunulacağı konusunda hükümete güvenceler veriyordu.
Bunlar,
İngiltere’nin yüzyıldır peşinden koşup elde ettiği
ayrıcalıklar ve o güne dek sözünü bile duymak istemediği
ödünlerdi. Almanya’ya karşı, Türkiye’nin yansızlığına o
denli gereksinimi vardı ki, şimdi elindeki son koz olarak bunları
öne sürüyordu.
Ancak,
Türkiye’nin yazgısını belirleyecek konumda bulunan İttihat
ve Terakki yöneticileri,
başta Enver Paşa,
ülkeyi, ortak bir sınırının bile olmadığı “iki
Orta Avrupa ülkesi”, Almanya
ve Avusturya’nın yanında savaşa sokmaya karar vermişti. Bu
savaş, Osmanlı Devleti’nin yapacağı son savaş olacaktı.
Mustafa Kemal,
Rus limanlarının bombalandığını Sofya’da haber aldığında,
“Enver’den ancak bu
beklenirdi, Osmanlı Devleti bu savaştan sağ çıkamaz”
demişti.6
İttihat
Terakki ve Almanya
İttihat
ve Terakki yöneticileri, ülkeyi “Alman
sömürgesi” durumuna
getirecek süreci Balkan Savaşı’ndan hemen sonra başlattı.
Yenilginin yarattığı yılgınlıkla özgüvenini yitiren hükümet;
‘işbirliği’,
‘yeniden yapılanma’
ve ‘teknolojik yenilik’
adına, Almanya’ya önce ordu yönetimini teslim etti. Alman
generaller, üstelik rütbeleri yükseltilerek önemli görevlere
getirildi. Örneğin Alman Ordusu’nda tümgeneral olan Liman
von Sanders (1855-1929)
orgeneral yapılarak; Reform
Komisyonu Başkanı,
1.Ordu Komutanı
ve Yüksek Askeri Şura
üyesi yapılmıştı.7
Bu
tür ilişkiler, savaşa hazırlanmakta olan Almanya’nın işine
geliyor, önemli bir yükümlülük üstlenmeden, büyük bir
coğrafyada, savaş için kullanacağı insan kaynaklarına ulaşmış
oluyordu. Ordu üzerinden yapılan boyuneğmeye (teslimiyete) dayalı
pazarlık, Türk tarihinin belki de en onur kırıcı olaylarından
biriydi.
23
Ocak 1913’te Sadrazam olan Mahmut
Şevket Paşa, 24
Nisan’da, Alman Büyükelçisi Vangenheim’e,
“elimizde usta ve
namuslu bir memur sınıfı yok, Ordu tepeden tırnağa yeniden
düzenlenmelidir (ıslah
edilmeli). Ordunun yeniden yapılandırılması için umudum
Almanya’dadır. Bize yardım edin, ıslahatçı heyetler gönderin”8
diyerek adeta yalvarıyordu.
Alman
Büyükelçisi’ni bile şaşırtacak düzeydeki boyuneğme tutumu,
istek ve söylem düzeyine uygun bir yanıt almakta gecikmedi. Alman
Hükümeti’nin kararını, 17 Temmuz 1913’te Sadrazama’a
bildiren Büyükelçi, yazısında, “Majeste
İmparator (Kayzer y.n.),
Osmanlı İmparatorluk
Hükümeti’nin ıslah heyeti gönderme isteğini kabul etmek
tenezzülünde bulunmuştur”
diyordu.9
Mustafa
Kemal Gerçeği Görüyor ve Söylüyor
Mustafa
Kemal, o günlerde
yazışmalarda kullanılan alçaltıcı biçemi (üslubu) bilmiyordu
ancak gelişmelerin nereye gideceğini görüyor ve çok rahatsız
oluyordu. Her zaman olduğu gibi, orduya yönelik karışmaları ve
yabancı subaylara görev verilmesini kabullenemiyordu. “Ordunun
yabancı askeri kurulların eline bırakılması kabul edilemez
(gayr-i tabii vaziyet)”
diyor10,
buna yol açan devlet yetkililerini ağır bir dille suçluyordu:
“Türk Ordusu’nu aciz
ve yeteneksiz sanarak
(yabancıların y.n.) ayaklarına
kadar gidip rica ile ülkemize davet edenler, bizim devlet başkanımız
ve özellikle devlet adamlarımızdır. Türk milletinin
yeteneksizliğinden ve beceriksizliğinden açık olarak söz
edilerek, yabancılara adeta gelip bizi adam etmeleri önerilmiştir.
Böyle bir başvuru ile gelen kurul, katıldıkları çevreyi ve bu
çevrede egemen olanları aciz, hatta haysiyetsiz kabul ederlerse
haklı görülürler”.11
Ordu
yönetimine dışardan yapılan karışmanın, ülkeyi yıkıma
götüreceğini de söylüyordu. “Genel
savaşın müttefiklerimiz için sonuç vereceğine inanmıyordum”
dediği anılarında, o günlerdeki görüş ve çabalarını şöyle
aktarır: “Ben ordunun,
kayıtsız şartsız, bütün sırlarıyla, Alman Askeri Kurulu’na
verilmesine, teslim edilmesine çok üzülüyordum. Henüz karar
verilmemişken bir rastlantı sonucu olayı öğrendiğim zaman,
sesimin erişebildiği bütün makamlara kadar itirazlarda bulunmayı
görev saydım. İtirazlarıma hiç kimse cevap vermedi; cevap
vermeye gerek görmedi”.12
İngiliz
Öfkesi
İngiltere,
İstanbul’daki düzmece gemi alımına ve Karadeniz’deki
“korsanlık
serüvenine”13,
beklendiği gibi sert tepki gösterdi. Bombalama eyleminden bir gün
sonra, 30 Ekim’de, Greenwich saatiyle 17:05’te, Londra’dan
Kraliyet Donanması’nın tüm birimlerine, “Deniz
Kuvvetleri Komutanlığı’ndan bütün gemilere: Osmanlı
Devleti’ne karşı derhal çarpışmalara başlayın. Emri
aldığınızı bildirin”14
buyruğu verildi. Bu kısa buyruk, yalnızca bir saldırı bildirimi
değil, onunla birlikte, altı yüz yıllık Osmanlı
İmparatorluğu’nun eylemsel olarak ortadan kalkmasına yol açacak
çatışmalar sürecinin başlatıcısıydı. İngiltere, Fransa ve
Rusya 5 Kasım 1914’de, Türkiye’ye, Türkiye de 11 Kasım’da,
bu üç ülkeye resmen savaş ilan etti.
İngiliz
basını, savaş duyurusuyla birlikte ve yoğun biçimde, Türkiye
karşıtı yayına başladı. Yorum ve haberlerde ya da, hükümet
bildirilerinde, düşük düzeyli söylemlerle işlenen konu,
“Türkler’in yok
edilmesi, Avrupa ve Anadolu’dan kovulması ve Türk pençesine
düşmüş halkların özgürlüklerine kavuşturulmasıydı.”
Yayınların
yöneldiği ana hedef, İslam dünyası ve Osmanlı uyruğundaki
azınlıklardı. The
Times, 3 Kasım 1914’te,
“Türkiye, müttefik
güçlere karşı ahlaksız bir savaşa girerek İslam’ın
çıkarlarına ihanet etmiş, bu davranışıyla kendi ölüm
fermanını imzalamıştır”
derken Daily Mail,
23 Kasım’da, “Avrupa’ya
kılıçla gelen Türkler, şimdi kılıçla yok olacak; bundan
kimsenin kuşkusu yok”
diyordu.15
Başbakan
Lloyd George’un
(1863-1945) açıklamaları, Türkler’e yönelik aşağılama
sözcükleriyle doluydu: “Türkiye,
cennet Mezopotamya’yı
çöle, Ermenistan’ı mezbahaya çevirmiştir... Avrupa’nın
başına her zaman dert açan Türkler, bir insanlık kanseri, kötü
yönettikleri toprakların etine işlemiş bir yaradır”.16
İstanbul’un
Türkler’in elinden alınma zamanının geldiğini söyleyen
Dışişleri Bakanı Lord
Curzon’un
(1859-1925) görüşleri ayrımlı değildir: “Kozmopolit
ve uluslararası bir kent olan İstanbul’un… Avrupa’nın
politik yaşantısını yaklaşık beş yüz yıldan beri
zehirleyen... Türkler’in elinden alınma fırsatı
kaçırılmamalı... Ayasofya dokuz yüz yıl öncesinde olduğu
gibi, yeniden Hıristiyan kilisesi yapılmalıdır”.17
Savaş
Bakanı Herbert Kitchener
(1850-1916), “Türkiye’yi
mahvedinceye kadar savaşı sürdüreceğiz”
derken18,
İçişleri Bakanı Henry
Asquith (1852-1928),
“büyük hasta ölüm
döşeğinde; bu hastanın dünya milletler ailesi ortasında bir şer
kuvveti olarak son günlerini yaşadığını umud edelim. Mezarı
üzerinde yazılacak kitabenin ne olacağını bilmiyorum, fakat
Osmanlı Devleti bir daha dirilmeyecektir”
diyordu.19 Düyunu
Umumiye Başkanı Sir Adam
Block’un, Türkiye’ye
yönelttiği sözler ise, aslında gerçeği yansıtan bir yargıyı
içeriyordu: “Almanya
kazanırsa, Alman sömürgesi olacaksınız; İngiltere kazanırsa
mahvoldunuz demektir”.20
Savaşın
Yıkımı
Avrupalılar’ın
tanımıyla, Türkiye daha savaş bitmeden, “kan
kaybından ölmüş”,
Anadolu tam anlamıyla “bir
yetimler ve dullar ülkesi”
durumuna gelmişti.22
Sanayi ve sermayeden
yoksun ülkede, “topraklar
işlenemiyor, tohumluk ve tarım makinası bulunamıyor, ticaret
yapılamıyor, tarlada çalışacak genç nüfus sıkıntısı”
çekiliyordu. Winston
Churchil (1874-1965),
savaşın ilk günlerinde Türkiye için, “kolayca
yenilip yutulur, eli ayağı tutmaz ve meteliksiz” demişti.23
Churchil’in
yargısı Türkler’i yeterince tanımayıp, dışardan bakan bir
göze, doğru bir saptama gibi gelebilirdi. Ancak Türkiye, gerek
Dünya Savaşı’nda, gerekse ulusal kurtuluş savaşımında
gösterdiği dirençle, belki ‘meteliksiz’
ancak ‘yenilir yutulur’
olmadığını gösterdi. Tek başına genel ve kesin bir yenilgiye
uğramamasına karşın, Almanya’nın teslim olması nedeniyle
yenik sayıldı. Savaş içindeki Çanakkale
ve sonrasındaki Kurtuluş
Savaşı’yla, dünya
siyasetine yön verdi, 20.yüzyılı derinden etkiledi.
Sofya’daki
“Tutsak”
Savaş
çıktığında, bir yıldır kışladan uzak, edilgen (pasif) bir
konumda bulunduğu Sofya’da tutulmasına katlanamıyordu. Savaş
Bakanı’na, Genelkurmay’a ve arkadaşlarına mektuplar yazdı,
görüşlerini açıklayıp önerilerde bulundu. Yetkililerden bir
cephe görevine atanmasını, arkadaşlarından da bunun için
yardımlarını istedi.
Savaş
konusunda görüşlerini soran Salih
Bozok’a Kasım başında
yazdığı mektupta, “Almanlar
bu savaşta başarılı olamayacaklar”
dedikten sonra, “görevlendirilmem
için Harbiye Nazırı’na yazıp, ateşemiliterlikte kalmak
istemediğimi; millet ve memleket büyük bir savaşa hazırlanırken,
herhangi bir birliğin başında bulunmak istediğimi bildirdim;
ancak henüz bir cevap alamadım”
diyordu.24
İsteğini sürekli yinelemesine karşın, görev yerine sinirini
bozan yanıtlar alıyordu.
Başkomutanlık’tan
Aralık başında aldığı yanıtta, “size
orduda her zaman görev vardır, ancak ateşemiliterliğinizi daha
önemli gördüğümüz için, sizi orada bırakıyoruz”
deniliyordu.25
Sonunda,
doğrudan Başkomutan Vekili Enver
Paşa’ya yazarak,
Sofya’da daha fazla kalmak istemediğini, görev verilmeyecekse
açıkça söylenmesini istedi. Aralık başında gönderdiği
mektupta şunları yazıyordu: “Vatanın
savunulmasına yönelik etkin görevden daha önemli ve yüce bir
görev olamaz. Arkadaşlarım cephelerde, ateş hatlarında
savaşırken, ben Sofya’da ateşemiliterlik yapamam. Eğer birinci
sınıf subay olma yeterliliğinde değilsem, kanınız buysa lütfen
söyleyiniz”.26
Günler
geçtikçe öfkesi artmaya ve yerinde duramaz duruma gelmeye başladı.
Kanıtlanmış yetenekleriyle iyi yetişmiş bir kurmay subaydı.
Görev alacağı birlikleri savaşa hazırlama ve savaştırmada
yararlı olacağını biliyordu. Ancak, yaşamsal önemde bir savaş
sürerken çatışma dışı bir yerde tutuluyordu. Şam’a sürgünle
başlayan bu uygulama, askerlik yaşamının sanki yazgısı olmuş,
her zaman edilgen görevlere atanarak, eylemsiz kılınmak istemişti.
Cephelerde görev almak için, hep özel çaba harcamak zorunda
kalmıştı. İleri niteliklerinden ve bilinçli kararlılığından
çekinerek, önce Saray, sonra İttihat ve Terakki, özellikle Enver
Paşa, sürekli böyle
davranmıştı.
“Bir
Er Gibi”
Enver
Paşa’ya yazdığı
mektuba yanıt alamadı. Sofya’daki bekleyişi için daha sonra, “o
günlerde çektiğim üzüntü ve kederi anlatmak zordur”
diyecektir.27 Uzun
süre beklememeye ve gerekirse cephede “bir
er gibi”28
savaşmaya karar
vermiştir.
Eşyalarını
toplamış, gelmesinin şart
olduğuna inandığı görev bildirimini beklemektedir. Bedeli ne
olursa olsun, savaşmak için ülkeye gidecektir. İsteğine eğer
olumlu yanıt alamazsa: “sefaretteki
ateşemiliterlik görevini bırakacak, elindeki küçük çantayla
İstanbul’a gidip, yetkililerin karşısına dikilecektir: İşte,
ben geldim, ne yapacaksanız yapın”
diyecektir.29
Garip
Atama
Beklediği
çağrı, son mektubunu yazdıktan yaklaşık iki ay sonra 20 Ocak
1915’de gelir. 3.Kolorduya bağlı olarak Tekirdağ’da
oluşturulacak 19.Tümen Komutanlığına atanmıştır. Sofya’dan
İstanbul’a “adeta bir
kuş gibi uçar”.30
Ancak, İstanbul’da garip bir durumla karşılaşır.
Tümeninin
teslim buyruğunu almak için Genelkurmay’a başvurduğunda, hiçbir
yetkilinin böyle bir tümenin varlığından haberi olmadığını
görür. Girişimleri sırasında kendisini, “19.Tümen
Komutanı Yarbay Mustafa Kemal”
diye tanıttığında Başkomutanlık Genelkurmayı’nda herkes ona
şaşkınlıkla bakmaktadır, çünkü kimsenin böyle bir tümenin
varlığından haberi yoktur. Bu garip durum için anılarında,
“düşününüz, adeta
sahtekar durumundaydıım”
diyecektir.31
Öneri
üzerine, Liman von
Sanders’in 1.Ordu
Komutanı olarak İstanbul’da kurduğu karargahına başvurdu.
Ancak orası da bir şey bilmiyordu. Birçok ‘arama’
ve ‘araştırmadan’
sonra, 19.Tümen’in izini buldu. Tekirdağ’da konuşlandırılması
tasarlanan, henüz kuruluş aşamasında, adı
var kendi yok bir
tümendi.
Savaşacağı
birliği kendisi oluşturacaktı. Hızla işe koyuldu ve kısa bir
sürede tümeni tamamlayarak, buyruğu altındaki subay ve erleri,
beden ve ruh olarak savaşa hazırladı. Tümen karargahını, 25
Şubat 1915’te Maydos’a (Eceabat) getirdi. Arıburnu,
Anafartalar
ve Ece Limanı’nı
içine alan bölgenin komutanı olmuştu.32
Sonunda
isteği gerçekleşmiş, ülke savunmasında, üstelik en
şiddetlisinde, sorumluluk yüklenmiştir. Burada, kendinin ve
ülkenin geleceğine yön verecek yaşamsal önemde, çetin ve kanlı
bir dönem yaşayacaktır. Her yönüyle hazır olduğu büyük bir
çatışmanın eşiğindedir; savaşacak ve savaştıracaktır.
19.Tümen’i birlikte kurup savaşa hazırlayan subaylarına güveni
tamdır. 13 Mart 1915’te birliklere gönderdiği yazıda, “bütün
subay arkadaşlarımın, girişecekleri ilk çatışmada, en büyük
şerefe hak kazanacak kahramanlıklar göstereceklerine inanıyorum”
diyecektir.33
DİPNOTLAR
- “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, I.Cilt, Remzi Kit., 9.Bas., İst.-1983, sf.216
- Büyük Larousse, Gelişim Yayınları, 6.Cilt, sf.3441
- “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, I.Cilt, Remzi Kit., 9.Bas., İst.-1983, sf.208
- “Goeben’in Kaçışı ve Türkiye Savaşta” Richard Humble “20.Yüzyıl Tarihi” Arkın Kit., Sayı 18, Mart 1970, sf.349
- Büyük Larousse, Gelişim Yayınları, 6.Cilt, sf.3441
- “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, I.Cilt, Remzi Kit., 9.Bas., İst.-1983, sf.216
- Büyük Larousse, Gelişim Yayınları, 6.Cilt, sf.7488
- “Die Grosse Politik der Europaischen Kabinette; 1870-1914”, C.38, Belge 15439; ak. Y.Hikmet Bayur “Atatürk-Hayatı ve Eserleri”, Atatürk Araş. Mer., Tıpkı Bas., Ank.-1997, sf.59
- a.g.e. sf.59
- Hakimiyeti Milliye, 14.03.1926; ak. Y.Hikmet Bayur, “Atatürk-Hayatı ve Eserleri-I”, Atatürk Araş. Mer., Tıpkı Bas., Ank.-1997, sf.60
- a.g.e. sf.60
- “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, I.Cilt, Remzi K., 9.Bas., 1983, sf.220-221
- a.g.e. sf.212
- “Osmanlı İmparatorluğu’nda Ayrılıkçı Arap Örgütleri” Arba Yay., 2. Bas., İst.-1993, sf.103
- a.g.e. sf.103
- “Milli Kurtuluş Tarihi” D.Avcıoğlu, I.Cilt, İst. Mat., İst.-1974, sf.35
- a.g.e. sf.37
- a.g.e. sf.33
- “Çankaya” Falih Rıfkı Atay, sf.135; ak. Doğan Avcıoğlu, “Milli Kurtuluş Tarihi” I.Cilt, İst. Mat., 1974, sf.36
- “Milli Kurtuluş Tarihi” D.Avcıoğlu, I.Cilt, İst. Mat., İst.-1974, sf.33
- “Birinci Dünya Savaşı’nın Dökümü” “20.Yüzyıl Tarihi”, Arkın Kit., 5 Nisan 1970, Sayı 23, sf.451
- “Komintern Belgelerinde Türkiye-1” Kaynak Yay., sf.102
- “Goben’in Kaçışı ve Türkiye Savaşta” Richard Humble, “20. Yüzyıl Tarihi”, Arkın Kit., 11 Mart 1970, 18.Sayı, sf.346
- a.g.e. sf.26
- K.A.M.M.T, sf.117-118; A.H.E. sf.68; A.Y. sf.35; A.B.K.M. 22.XI.1954; ak. U.Kocatürk, “Kaynakçalı Atatürk Günlüğü” T. İş Ban., Yay., sf.26
- a.g.e. sf.26
- “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, I.Cilt, Remzi Kit., 9.Bas., İst.-1983, sf.223
- a.g.e. sf.224
- a.g.e. sf.223-224
- a.g.e. sf.224
- a.g.e. sf.232
- a.g.e. sf.232-233
- “Kaynakçalı Atatürk Günlüğü” Prof. U. Kocatürk T.İş Ban.Yay., sf.28
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder