Batılılar, Roma
uygarlığını aynı Ege uygarlığı gibi ele almışlar ve bu uygarlığın da,
Avrupa’nın kültürel temeli olduğunu kabul etmişlerdir. Roma devlet yapısının
yönetici sınıfı ilgilendiren kimi yönetim birimlerinde, seçimlere dayalı bir
işleyişin olması, Avrupa demokrasisi’nin
tarihsel kökleri olarak görülmüş ve bir özkalıt (miras) olarak sahiplenilmiştir.
Roma’da meclisler ve katılımcı bir işleyiş ortaya çıkmıştı. Ancak meclislere
katılmak, azınlığın, hem de küçük bir azınlığın kullanabildiği, bir ayrıcalık
durumundaydı. Temsili kurumlar, herzaman yönetici sınıf olan soyluların,
onların da en varlıklı kesiminin önderlerinden oluşuyordu.
Batı Roma
İmparatorluğu, emperyalizmi uygulayan tarihteki ilk devlettir. Ren, Tuna
boyları, Anadolu, Kırım, Suriye, Filistin, Mısır, Kuzey Afrika, İspanya, Fransa
ve İngiltere’yi ele geçirmiş, buralarda 43 eyaletten oluşan büyük bir
imparatorluk kurmuştu.1
Yayıldığı geniş alan içinde, Akdeniz ve Karadeniz’i
kendisi için koşulsuz egemeni olduğu bir iç deniz haline getirmişti. Onlarca
devlet ve halkı içine alan bu geniş imparatorluk, ekonomiden kültüre, dilden
dine yönetim biçiminden toplumsal ilişkilere dek, yaşamın hemen her alanında
zora dayalı, baskıcı bir düzen kurmuş ve Roma üstünlüğü diğer uygarlıkların yok
edilmesi üzerine oturmuştu.
Toplumsal
Temel
Ege uygarlığının yarattığı
toplumsal birikim üzerinde yükselen Roma İmparatorluğu, Kent devletleri
işleyişini geliştirdi ve birçok halkı bir arada tutmayı başaran bir yönetim düzeni
kurdu. Roma toplumunun temeli, günümüzde gens ya da klan adı
verilen ve kan bağının belirlediği ortak bir ataya sahip olmaya dayanıyordu.
Ortak atanın oluşturduğu her gens topluluğu, kendi içinde familia
denilen alt topluluklara sahipti.
Başlangıçta kan
bağının sağladığı eşitliğin geçerli olduğu Roma topluluklarında zamanla, aynı
Yunan kentlerinde olduğu gibi, patrici adı verilen ayrıcalıklı bir
yönetici sınıf oluşmaya başladı. Familialar zaman içinde varsıl patriciler ve giderek yoksullaşan plepler olarak bölündüler. Plepler, aynı kan soyundan gelmelerine ve sayılarının daha çok olmasına
karşın, ayrıcalığı olmayan ikinci sınıf yurttaşlar durumundaydılar. Yönetime
katılma hakları yoktu; “adalet” patriciler tarafından “sağlandığı” için sürekli güç yitiriyor ve
köleleşiyorlardı. Bunlar patricilere
borçlanıyor, ödeyemedikleri zaman da köle olarak satılıyorlardı.
Meclisi oluşturan, yönetici seçen, yasa koyan ve uygulayanlar
hep patricilerdi. Ayrıca patriciler arasında bile eşitlik söz konusu
değildi. Senato’ya siyasi gücü yüksek, en varsıl familia önderleri
girebiliyor ve Senato’nun
seçtiği imparator, varsıl seçkinlerin haklarını, imperium denilen geniş
yürütme yetkisiyle, içerde ve dışarda koruyordu.2 Günümüzde
kullanılan emperyalizm tanımı, Roma krallarının kullandığı bu geniş yetkiden
kaynaklanmıştı.
Roma’nın
Kökeni
Roma Devleti,
M.Ö.6.yüzyılda askeri diktatörlüğün egemen olduğu, merkezi yapıdan uzak ilkel
bir köyler federasyonu’ydu. Roma’nın güçlenmesi, Etrüsklerin
bölgeyi ele geçirerek İtalyan Yarımadası’na yerleşmesiyle başladı ve Roma
gerçek bir kent niteliğini o zaman kazandı.
Etrüsklerin
İtalya’ya nereden geldikleri, Roma’ya egemen kıldıkları kültür ve dillerinin
kökeninin ne olduğu konusunda; Batılı araştırmacıların tüm çabalarına karşın,
kanıtı olan bir görüş ortaya koyulamamış, Etrüsk dili hala çözülememiştir.
Son dönemdeki çalışmalarda Akdeniz kökenli bir halk
olduğu savı geçerliliğini yitirmiş ve Etrüsk’lerin, M.Ö.800 yıllarında
Anadolu’dan (Lidya’dan) gelerek Etruria’yı işgal ettikleri ve henüz
Demir çağını yaşamakta olan yöre halkını egemenlikleri altına aldıkları görüşü
ağırlık kazanmıştır.3
Roma’da
Katılımcılık
Roma’da
M.Ö.4.yüzyıldan başlamak üzere, meclisler ve katılımcı bir işleyiş ortaya
çıkmaya başlamıştı. Ancak bu meclislere katılmak, aynı günümüzdeki Avrupa
demokrasileri’nde olduğu gibi azınlığın, hem de küçük bir azınlığın
kullanabildiği, bir ayrıcalık durumundaydı. Temsili kurumlar, herzaman yönetici
sınıf olan patricilerden, onların
da en varlıklı kesimi olan soylu familia önderlerinden oluşuyordu.
Seçilmişler
ya da atanmışlar olarak yönetici sınıf içinde yer almak için soylu olmak
yetmiyor ve yönetimin aşama düzeni (hiyerarşisi) en üstten en alta, sahip
olunan servetin niceliğine (miktarına) göre belirleniyordu. Para, her değerin
tek ölçütü ve “her kapının tek açıcısıydı”; hemen tüm dünyayı elinde bulunduran
Roma, “yalnızca ikibin varsıl ailenin” elinde bulunuyordu.4
Yönetim düzeninin bu
işleyişi o denli belirgin duruma gelmişti ki, Spartacus köle
ayaklanmasını bastırarak 20 bin köleyi Roma yolunun iki yanında çarmıha geren, İmperium
yetkisine sahip Preator (yargıç ve eyalet yöneticisi) ve Consul
(en yüksek yönetimerki) görevlerini elinde bulunduran Licinius Crassus’un
serveti, 400 bin Roma ailesinin (familia’nın) bir yıllık geçim giderine eşitti.5
Marsilyalı Solvien adlı bir yazar, Roma’ya duyulan
hoşnutsuzluğu; “Barbarların garip yaşamlarını paylaşıp acı çekmek,
Romalılar’ın yanında adaletsizliğe katlanmaktan yeğdir” diyerek dile
getirmişti.6
Roma’da yönetim gücü, Senato,
Halklar Meclisi (Comitia Curiata), Yüzler Meclisi (Comitia
Centuriata), Kabileler Meclisi gibi yönetim yapılanmalarına dayanıyordu.
Bu organlar, seçime dayalı bir katılımcılığı öngörüyordu, ancak temsil sınırı
hiçbir zaman, küçük bir azınlığı oluşturan yönetici sınıfın dışına çıkmıyordu. Özellikle
bunalım ve savaş dönemlerinde, varsıl seçkinlerin seçtiği Senato bile yönetim
yetkisini, dictateur’lere devrediyor, başlangıçta belirli sürelerle
sınırlanan dictateur’lük işleyişi, bunalım ve savaşların artmasıyla uzun
süreli bir yönetime dönüşüyordu.
20.Yüzyılda yalnızca Mussolini
faşizminin ya da Hitler nazizminin değil, biçimsel ayrımlarla tüm
Batılıların, Roma düzenine hayranlık duymalarının haklı ve anlaşılır nedenleri
vardır. Bu nedenler, yönetim gücünü ele geçirenlerin varlıklarını korumak için,
“sınırsız” bir yönetim yetkisine duydukları gereksinime bağlıdır. Roma
İmparatorluğu’nun dağılmasından feodalizme, kapitalizmin ortaya çıkışından
20.yüzyıl emperyalizmine dek Batı toplumlarında geçerli olan yönetim işleyişi,
her zaman bu “gereksinimin” üzerine kurulmuştur.
Roma yönetim düzeninin
yalnızca içeriye dönük uygulamaları değil, egemenlik altına aldığı başka
ülkelere karşı yürüttüğü dış politika da, günümüz büyük devlet politikalarıyla
örtüşür durumdadır. Etki altına alınan ülke halklarının gelir kaynaklarına el
koymak, ekonomik ve politik işleyişi belirlemek, işbirlikçi kullanmak ve bu
yolla içsel olgu durumuna gelmek, hem Roma İmparatorluğu’nun hem de bugünkü
Batılı devletlerin uyguladığı yöntemlerdir.
Roma, ele geçirdiği ülkelerde, yerel halkın yaşam biçimine,
kültürüne, inançlarına ve yönetim geleneklerine karışıyor, bu alanlarda bilinçli
yozlaşma ve bozulma yaratıyor ve ülkeleri kendi haklarına yabancılaşan
dirençsiz topluluklar haline getiriyordu. Siyasi, mali ve askeri her açıdan
egemenlik altına alınan ülkelere, özellikle sınır bölgelerinde, Roma’nın
çıkarlarını savunma görevi veriliyor, bu ülkeler “ileri karakollar”
olarak kullanılıyordu.
Roma
Köleciliği
Roma gereksinim
duyduğu insan gücünü karşılamak için, sömürgelerden yoğun olarak köle
getirildi. 2000 yıl sonra, 18. ve 19.yüzyıllarda benzer amaçlarla Afrika’dan
zenci köle getiren Amerikalılara esin kaynağı olan bu uygulama sorunu çözmediği
gibi, daha köklü ve kalıcı sorunların ortaya çıkmasına yol açtı.
Geniş araziler üzerine
kurulan ve tümüyle köle emeğine dayanan büyük çiftlikler (latifundium)
ortaya çıktı. Köle çalıştırma, hızla diğer alanlara yayıldı ve sürekli sorun
üreten asalak bir düzene dönüştü. Roma, varlığını ve geleceğini borçlu olduğu
kölelere bağımlı duruma geldi. Latıfundium’larda
toplanmış olan geniş köle kitleleri sürekli ve çoğu kez düzeni sarsacak biçimde
ayaklandılar.
Köleciliğin
yoğunlaşması, yalnızca ekonomik alanda değil, ona bağlı olarak siyasi ve toplumsal
ilişkilerde de bozulmalara neden oldu. Yönetimi elinde bulunduran egemen azınlık,
askeri yöneticilik ve mali uğraş dışındaki üretime yönelik çalışma biçimlerini
aşağılayıcı bir iş olarak görüyordu. Üretimle ilgili işler onlar için, “bayağı
ve rezil” bir uğraştı.7 Özgür Romalı “ücret karşılığında
çalışmazdı”, çünkü bu “başka bir insanın buyruklarına bağlı olmak”
demekti. Bu ise, köleliğe ait bir ilişkiydi.8 “Grek felsefesini
Romalılara tanıtan” düşünür9 olarak ünlenen Cicero
(İ.Ö.106-43), “ücretli emek sefilliktir ve özgür bir insana yaraşmaz”
diyordu.10
Bu tür yaklaşımlar, zaten
küçük bir azınlığı oluşturan yönetici egemenleri, tümüyle yaşamla ve halkla
bağı olmayan hastalıklı unsurlar durumuna getirdi. Toplumu ayakta tutan üretim
eyleminden ayrı olarak, ev hizmetleri ve yazmanlık gibi yönetsel görevler dâhil
hizmet kesiminin tümünde işler, yalnızca köle emeğiyle yürütülmeye başlandı. Köleler,
topraktan ayrılması olanaklı olmayan ve ağır iş gören makinalar durumuna
gelirken yönetici sınıf, entrikaya dayalı siyasetten başka bir işle uğraşmayan,
dengesiz despotlar haline geldi.
Kölelerin, topraktan ayrılması mümkün olmayan makinelar
durumuna gelmesi, onları, zamanla topraktan ayrı olarak satılamayan,
yerleşik tarım emekçileri durumuna soktu. Çiftlik ve köle
mülkiyeti el değiştiriyor ancak köle, çiftliğin asal unsuru
olarak kalıcılığını sürdürüyordu. Bu süreç, köleci üretim ilişkilerinin, bağlı
olarak da Roma İmparatorluğu’nun çöküşünü hazırlayan Orta Çağ serfliğini
ortaya çıkaracak koşulları yaratıyordu.
DİPNOTLAR
1
“Roma Hukuku” Prof.Ziya Umur, İÜHF Yay., 1965, sf.138; ak.
a.g.e. sf.43
2
Ana Britannica,
Ana Yay. A.Ş. 26.Cilt, sf.318
3
Ana Britannica,
Ana Yay. A.Ş. 11.Cilt, sf.428
4
“Batı’daki
Kadın” Hüseyin Kılıç, Otopsi Yay., 2000,
sf.56
5
“Sosyalizm ve
Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi” İletişim Yay., 8.Cilt, sf.2513
6
“Orta-Asya”
Jean-Paul Roux, Kabalcı Yay., 2000,
sf.45
7
“The Craftsmen
Giardina, and The Romans” Jean Paul Marel sf.321; ak. L.C.Thurow, “Kapitalizmin Geleceği” Sabah Kit.
İst.-1997, sf.12
8
Encyclopedia
Britannica, Cilt 20, sf.632; ak. a.g.e. sf.12
9
“Felsefe
Ansiklopedisi” Orhan Hançerlioğlu, 1.Cilt, Remzi Kitap, 1985, sf.101
10 “The Roman
Empire” Paul Veyne, A History of
Private Life from Pagan Rome to Byzantium (Cambridge, Mass: Belknap Press,
1987), sf.118; ak. a.g.e. sf.12
Sermaye ihracına dayanmayan ülkeler arası sömürü ilişkisine emperyalizm demek ne kadar doğrudur diye sormayı zorunlu buluyorum. Roma'ya klasik sömürge imparatorluğundan öte bir yakıştırma yapmak, emperyalizmin karakteristik özelliği olan sermaye ihracı yolu ile sömürüyü göz ardı etmemize neden olur. Bu yanlışlık her işgalci ülkeyi emperyalist diye tanımlamamıza yol açar. "Etki altına alınan ülke........uyguladığı yöntemlerdir" parağrafını TC'nin Kıbrıs'ta yaptıklarına uygulamak mümkün görülüyor. Bu durumda da TC emperyalist olarak nitelendirilmelidir. Emperyalizmin sömürgecilikten ayırdedici özelliği sermaye ihracıdır. İşbirlikçi sermayedarların devrilmesi söz konusu olmadıkça da fiili işgale yönelmez. Bu çekince dışında yazınızı çok beğendim. Aklınıza ve kaleminize sağlık.
YanıtlaSil